Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Abidin Dino


Zeynep Oral
Abidin Dino: «Süreklilik resimde, süreklilik hasrette süreklilik Türkiye’de, süreklilik Güzin’de»
Abidin Bey’i... Abidin Dino’yu tanıdınız mı, yüz yüze hiç geldiniz mi, sohbetine tanık oldunuz mu, söylediklerini dinlediniz mi, onunla hiç aynı havayı soludunuz mu, resimlerini gördünüz mü, desenlerine baktınız mı, heykelciklerini gördünüz mü, filmlerini izlediniz mi, yazdığı yazılarından birini okudunuz mu? Bu sorulardan birine “evet” diyorsanız, dünyanın mutlu insanlarındansınız. İnsanı “insan” yapan özelliklerle karşılaştınız demektir. Dünyaya açıldınız demektir. Çünkü Abidin Bey, resimlerinde, yazılarında, konuşmalarında, sanatında ve yaşamında, sizin için bir dünya yaratır. (Burada yalnız sanatsal yaratıcılık değil söz konusu olan). Siz o dünyada değişirsiniz, değiştirirsiniz. Evet, sizin için bir dünya yaratır, güzellik, doğruluk, umut yaratır, ilişkiler, yaşamlar, gelecekler yaratır ve size avuçlarıyla sunar.

(“Avuçları” deyince... Haklısınız Azra Erhat: “Üç güzel el bilirim ben” demiştiniz. “Orhan Veli’nin, Abidin Dino’nun ve Balıkçı’nın ki”... Orhan Veli’nin ellerini hiç görmedim, Halikarnas Balıkçısı’nınkileri anımsamıyorum. Ama Abidin Dino’nunkileri hiç unutmayacağımı biliyorum. Yalnız şimdi hayran hayran, Abidin Bey’in ellerini izlememin sırası değil, çünkü not tutmam gerek. Paris damlarının altında, o konuşmaya, anlatmaya başladı bile:)

“1913’de İstanbul’da doğdum. Ben altı aylıkken, ailem İsviçreye, Cenevre şehrine yerleşti. Birinci Dünya Savaşı koptu. Altı yıl İsviçre’de kalındı. Arkasından aile Paris’e yerleşti. Üç, dört yıl Paris’te kalındıktan sonra, Korfu adasından geçerek yurda dönüldü. Kalabalık aile, Yeniköy’de, Nuri Paşa Yalısı’nda toplanmıştı. İstanbul’da herkes fes ve çarşafla dolaşıyordu. Böylece ilk feslerimi kalıplattım...”

“Anlamadım, fesleri...
“Fes kalıplatma —kokusu hala burnumdadır— biçimi bozulmuş olan fesi ütületmekti. Dükkanlar vardı bu işi yapan... Şapkaya alışık olduğum için festen sevinçle ayrıldım. Eski harfleri öğrenmiştim fakat Latin harflerine geçiş doğaldı. Paris’te okula gittiğim için yeni harfler, benim için yeni bir şey değildi.. Çok erken yaştan başlayarak resim çiziyordum. Üç ağabeyim de ressamdı. Ben de onları izledim. (Ağabeyleri: Ali Dino, Arif Dino ve Ahmet Dino)... Robert Kolej'i denedim ama, resimden gayri hiç bir şeyle ilgili olmadığımı çabucak anladım. Küçük yaştaydım, önce babam, sonra da annem ölünce bu sefer Babıali Okulu’na yazıldım. Suphi Nuri İleri, ‘İleri’ gazetesinin kurucusu, eniştemdi. Kardeşi, ünlü karikatürist Sedat Nuri, çok yakınımızdı. .. Böylece basın mahallesine ayak atmam doğaldı. Karikatürcü olarak ilk çalıştığım gazete, Arif Oruç’la Nizamettin Nazif’in çıkardığı ‘Yarın’ gazetesiydi... Serbest Fırka zamanıydı, gazete o zamanın en büyük tirajlarına çıkmıştı. Daha sonra Fuat Carım’ın, Ağaoğlu’nun çıkardığı gazetelerde hem röportaj, hem karikatür yapmaya başladım...”
Abidin Dino Babıali’ye geldiğinde yıl 1933, yaşı 20’ydi. Kısa sürede Babıali’nin tüm yazarlarını tanıyacaktı. İlk çalışmaları sırasında en önemli röportajını “Halkın Dostu” gazetesi için yapacaktı: Atatürk’le çizgilerle bir röportajdı bu. Ata’yı çiziyordu ki, o çizdiğini gördü. Abidin Dino’yu yanına, çağırdı. Resme -baktı, beğendi. “Yalnız önümde kadehle olmaz, o kadehi sil” dedi Atatürk. Dino “resme imzanızı atarsanız, silerim” dedi. Önce Atatürk, gülerek, imzasını attı, sonra Abidin Dino, özenle resimdeki rakı kadehini sildi. Daha sonra Atatürk Abidin Dino’ya bir içki ısmarladı Aylar geçti İkinci kez Park Otel’de karşılaştıklarında (“Bedri Rahmi’yleydik. Ata’nın geldiğini belli eden bir telaş vardı”) Atatürk, yanlarından geçerken, ona “Merhaba ressam” diye selamlayacak ve “ressam”a içki yollayacaktı.

Resim ve resim kültürü daha başlangıçta vardı Abidin Dino için. Ailede vardı, çocuklukta vardı, Babıali’deki çalışmalarında vardı. “İlk resimlerimin akademik çalışmalarla ilgisi yok. Fikret Mualla, Arif Dino gibi kendine buyruk ressam vardı önümde... İlk resimlerim, çok yorum getiren, biçimde abartmalar getiren, soyutla somut arası birtakım resimlerdi. Kimileri ‘sürrealist’ diyordu. Ama değildi. ‘Düşsel, sayıklamalarla ilgili resimlerdi..;” Bu ilk resimler, 1933’te arkadaşlarıyla kurduğu “D Grubu”nun sergilerinde yer alacaktı. Bu sıralarda Cumhuriyetin onuncu yıldönümü için, Sovyetler’den Türkiye’ye bir sinema grubu gelmiştir. Aralarında Yutkeviç de vardır. D Grubu’ nun bir sergisini görürler.

“Yutkeviç, resimlerimi ilginç buldu. Türk ressamlar için Moskova’da bir sergi düzenlemek söz konusu oldu. Ben, sinemayla çok ilgiliydim. Kendime göre, sinema üzerine teoriler kuruyordum. Leningrad’daki Len-Film stüdyolarından bir çağrı gelince, derhal gittim. Üç yıl kaldım orada çok insan tamdım, çok şey öğrendim ve anladım...”

Sovyetler Birliği’ndeki üç yılı, Paris’teki birkaç ay izleyecektir. Burada bir an duralım: O günden, bugüne, dünyanın neresinde olursa olsun, Abidin Dino, o ülkenin, o yörenin, o toplumun, ustaları, sanatçıları, bilim adamlarıyla bir aradadır, birliktedir, dosttur. Tümünü sıralamamak, çeşitli dallardan birkaç örnek vermek için: Sovyetler’de Ayzenştayn, Babel, Şostakoviç, Fransa’da Picasso, Tzara, Cocteau, Gertrude Stein, daha sonra Vercors, Aragon vb... Nedir bu işin sırrı?

Gülüyor: “Tesadüfler yardım ediyor. İnsan tanımada mavi boncuğum var.” .
Yok, yok boncukla, moncukla olacak şey değil, başka bir yanıt istiyorum.
“Galiba, mesele Türk kültürünü onlara anlatabilmek, tanıtabilmek. Sanatçılar, bilim adamları kendi kültürleri dışında, başka kültürleri tanımak istiyorlar... Türkiye’den bir şeyler getirmeye çalışıyorum.. Tüm dünyada ilişki kurmak için bir ülkenin kimliğini, gerçek kimliğini tanıtmak çok önemli.”

Peki öyleyse, işte Picasso’yla ilgili bir anı. (Dostu olan her sanatçıyla anılara girmemize olanak yok ama bunu yazmadan geçemiyorum. Abidin Bey anlatıyor:) “Arif’le bana, sanatının son temsilcilerinden olan Hattat Nuri Hoca, bazı çizgi sırları vermişti. Başka kimseye bu sırları vermemek koşuluyla... Bir tür kuş tüyü sayesinde, eli hiç kaldırmadan uzun ince çizgiler çizebiliyorduk.—Henüz o zaman tükenmez yoktu— Bir gün 1938’de bu tür bir resmimi Picasso’ya gösterdim. Çok sevdi. Ben de ona bir tüy hediye ettim. O sıralarda Picasso’nun birlikte yaşadığı Dora Maar bir kaç gün sonra bana surat asarak şunu anlattı: Picasso meraktan deli olmuş. Tüyün bir benzerini bulabilmek için gece gündüz evde ne kadar yastık varsa deşip deşip denemiş, tüyün sırrını çözememiş “Peki neydi bu tüy Abidin Bey?” “Yoo, onu sormayın, söylemem. Bu anlattığım olay 38’deydi. Yıllar sonra 51’de yeniden Paris’e döndüğümde, Picasso ‘tüy hâlâ bende’ demişti beni görür görmez...”

1938’de, Paris’ten Türkiye’ye döner Abidin Dino. Bu tarihten sonra “Liman Grubu”nun resimlerinden oluşan bir sergi, olay niteliğini taşıyacaktır. Neydi “Liman Grubu”nun önemi?
“İmecenin egemen olduğu bir gruptu. Selim Turan, Nuri İyem, Avni Arbaş gibi arkadaşlar vardı. Liman emekçileriyle ilgili sergi büyük ilgi uyandırdı. Önemi, sanırım, yalın gerçekle şiirsel yorumu bir arada taşımasından doğuyordu. Bir bileşimdi...”

Yıllar boyu, yalın gerçeği, ülkesinin, toplumunun,insanının gerçeğini resimle yorumlarken Dino, bir görenin bir daha aklından çıkmayacak eserler oluşuyordu. (Nasıl unutabilirim ki o insanları, kıvrılan, yürüyen, akan insanları, tükenmeyen yüzleri, çoğalan elleri, doğayı, denizi, gökyüzünü...)

1942’den sonra, “köy konuları resmi yapmama olanak verdiği” dediği Anadolu yolları, Çorum, Adana ve çevreleri. Anadolu insanları,yolları ve sorunları, resimle, yazıyla birlikte vardı: Oyun yazdı, öykü yazdı, senaryo yazdı. “Kel adlı piyesim, basılınca toplatıldı. Çorum bölgesindeki köylülerle ilgiliydi!.. “Toros Destanı” adlı film senaryom —işgalci Fransızlara karşı kendiliğinden direnişe geçen Adana köylüsünün, belgelerden derlenmiş öyküsüydü— ‘milliyetçilik” açısından sakıncalı bulundu... Bir ikinci senaryo denemem “Balıkçılar ve Çingene Kızlar”, ‘ahlaka’ aykırı bulundu... “Verese” adlı oyunum 1950’de aramada gitti, gelmedi... Yasaklar içinde dolandım, durdum. Sağlığım da iyi değildi...” Yasaklar içinde dolanıp durduğunda, ve Türkiye’den ayrıldığında, yı1 1951’dir.
“Türkiye’den, ‘çok yakın bir gelecekte dönmek üzere’ ayrıldım”... Bir süre karşılıklı sustuk. Sonra ekledi, “Her zamanki gibi...” Ayrılık, uzaklık, gurbet, Özlem, hasret, ayrılık yine ayrılık... Bunlar nasıl anlatılır ki sözlerle...

“Türkiye’den çıkışım yapay bir çıkıştı. Türkiye’den ayrılmam için, ilgimi kesmem gerekirdi. Oysa kafam ve yüreğim Türkiye’de. Burada, Fransa’da yaşadığımı söyleyemem. Burada, Türkiye’yi yaşıyoruz. Avrupa ülkelerinde, iki milyon Türk emekçisinin çoğu da böyle yaşıyor... Türkiye’nin tarihsel bir kaderi belki de: Gariplik... Gariplik zor bir meslek. Birkaç yüzyıldır yaşanan gariplik... Anadolu dervişleri hep Horasan’dan söz ediyordu Horasan sayıklıyorlardı, hep başka bir yeri... Dünya bugün bu garipliği yaşıyor. Milyonlarca insan toprağından uzakta yaşıyor. Bundan ürkm gerek. İnsanın ülkesi belki de kafasının içinde. Yalnız toprak değil, ülke diyorum. Ondan Türkiye’den başka hiçbir konu hiçbir düş girmedi resmime.

1951’de, “çok yakın bir gelecekte dönmek üzere” Türkiye’den ayrılan Abidin Dino, ilk kez 1970’te dönebildi Türkiye’ye: “Bilmediğim bir şey yoktu: Uçaktan iner inmez, yine Sansaryan Han’a davet ettiler. Soba ve iskemleler aynıydı. Kediler yine vardı. —başka bir nesil ama yine vardı kediler— Sorular aynıydı. Ama bu kez salındım, tutulmadım. Sergimi açtım. Benim için büyük bir sevinçti.”
Sevinçler, üzüntüler, sorular, salınmalar arasında yıllar geçti, yıllar geçiyor. Ya yılların ağırlığı? Var mı böyle bir şey?

“Yılların geçtiğini pek farketmiyorum. Kimi kuşaklar yaşlanmayı biliyor... Ben, yaşlılık nedir pek anlayamıyorum, belki bir sakatlık... Yaşımla kendi içini bağdaştıramıyorum. Aynaya bakınca da kendimi tanıyamıyorum. Ölümü, yaşla ilgili düşünmedim hiç. Ama her zaman gündemde bir konu Zamana yetişmek gibi bir kaygım yok. Kendime dönük olmadığımdan her halde... Beni asıl ilgilendiren başkaları, başkalarının yarattığı, başkalarının gücü...”

“Kim bu başkaları? Herkes mi? Bütün insanlar mı?”
“Dünyayı değiştirmek için savaşan insanlar. Dünyayı daha güzele, daha insanca yaşamaya, bencillikten kurtarmaya, birlikte yaratmanın keyfini paylaşmaya çalışanlar... Dünyamızın tılsımlı sözü ‘imece’yi ben icat etmedim... Türk köylüsünün, insanının buluşudur o... İşte beni ilgilendiren başkaları, bu savaşı verenler...”
Artık burada dayanamadım, ve kopya çektiğim soruyu sordum:

“Siz Abidin Bey, mutluluğun resmini —yapabilir misiniz diye sormuyorum— yapabildiniz mi?”
“Mutluluğun değil ama sevincin resmini zaman zaman yaptım. Mutluluk süreklilik gerektiren bir şey. Resim tarihinde pek de yapabilen olmadı. Korkunun, çirkinliğin, sefaletin, mutsuzluğun yapıldı da, mutluluğun hayır... Büyük sevinçler yaşadım. Evet, tekrar tekrar yaşadım... Bir ömür boyu Güzin’le yaşamak mutluluğun eşiğinde yaşamak demek. Güzin olmasıydı, çoktan yok olmuştum. Hastanelerde çok vakit geçirdim...”



Güzin Dino: Abidin Dino’nun eşi. Ankara ve Paris üniversitelerinde Öğretim üyeliği yapmış, sayısız Çeviriye imzasını atmış. Güzin Dino’yu daha yakın tanımak istediğimden, “Güzin Dino, sizin için...” diye başlamamla, atılıyor Abidin Bey: “Her şey demek.”


Aşk mı bu? Nasıl? Nerde?

“Aşk, her yerde. Hele sanatçı olunca... Aşk, eski bir Anadolu geleneği... Anadolu hep ‘aşk’ı sayıklamıştır... Biçimleri çizmek de aşk... Halk şairlerinde güzel sözcüğü tekrarlandıkça, yapay bir tekerleme sanırdım. Oysa yaşla ‘güzel’in çarpıcı bir gerçek olduğunu anladım. Güzel, bir resim, bir çiçek, bir kadın olabilir. Ve güzele aşık olunur.”

Ah, Abidin Bey, nasıl da biliyor sözcükleri seçmeyi. Bir ömür boyu yazarlarla, ozanlarla, yazı yazan insanlarla bir arada yaşamaktan mı? (Babel, Aragon, Elsa, Nazım, Garip Grubu, Sait Faik’ten Sabahattin Eyüboğlu’na, bu içiçelikten mi...) Ama bana öyle geliyor ki, o sözcüklerle de resim yapıyor. Sözcükler belki bir resim çeşidi. Ve ansızın İstanbul ve Ankara’daki son sergilerini, “ Doksan Çiçek, Dokunsan Çiçek” sergisini anımsıyorum. Doğanın değil, kendi yarattığı gerçek çiçekleri. Aşk çiçeklerini, umut çiçeklerini, tohuma duran, doğuma duran, sevince ve acıya duran, güneşe uzanan çiçekleri... Bu çiçekler, resim gibiydi, sözcükler gibiydi, gerçek gibiydi.

“Sözcükler de bir resim çeşidi. Ama ben yazı yazmakta süreklilik gösteremedim. Resimle yazı yaz dini belki de... (Ben içimden ‘belki değil Abidin Bey, öyle yaptınız’ derken, o sürdürüyordu konuşmasını. Film çeviremedim Türkiye’ de, piyes oynatamadım... Sürekli çaba öyle önemli ki: Bende sanırım tek süreklilik resimde.”

Konuşmamız burada, burada bitecekti ki ekledi Abidin Dino: “Süreklilik resimde, süreklilik hasrette, süreklilik Türkiye’de, süreklilik Güzin’de...”
Paris’teki çatıkatından ayrılırken ben de içimden “süreklilik Abidin Dino’da” diye tekrarlıyordum. Kentin üzerinde pırıl pırıl bir güneş vardı.

Milliyet Sanat,
Beklenenle Bekleyenin Rastlaşması
“Bozkırlar”dan, “Pamuk tarlalarında ırgatlar”dan, “Çiçekler” den, “Kentler”den sonra “Kayalar” ve “Adalar”... Belirli konulara ağırlık verme eğiliminiz üzerine neler söyleyeceksiniz?

Sözünü ettiklerinizden başka 1928’lerden bu yana otuza yaklaşık, birbirlerinden ilk görünüşte apayrı, resim türlerine girişmiş bulundum. Biliyorum, aşırı bir değişme dizisi sayılır böylesi bir resim serüveni. Başlangıç yıllarından sona dek aynı resim anlayışını sürdüren sanatçılara imreniyorum ama elimde değil, bende iki üç yıldan fazla dayanmıyor belirli bir resim çeşidi. Gerçi yittiğini sandığım kimi biçimler renkler geri tepiyor birdenbire, eski iştah yeniden doğuyor. Benim bu değişkenliklerime -biraz gülünç kaçsa bile- biçim ve renk alanında bir Don Juan’lık taslaması denebilir...


Kendimi savunmak için koskoca kalkanları siper edebilirim. Picasso’yu, Klee’yi, Picabia’yı ileri sürebilirim; az mı değişik biçimlere başvurdular? Ama neden bu böyle? İş değerde değil, eğilimde. Neden bunca yoğun bir arayış içinde bunca sanatçı? Dünyanın tümü, siyasal kurumları, toplumsal tepkileri, teknolojik buluşları ile başdöndürücü bir çeşitlenme içinde değil mi bugün? Yepyeni bir sıçramanın eşiğinde değil mi bu yüzyılın sonu?
Japonya’da üstat Hokusay (1760 - 1849), yanılmıyorsam en azından 28 tür ortaya çıkaracaktı ömrü boyunca. Ne var ki Japonya’da sanatçılar, tür değiştirdikçe, adlarını da değiştiriyorlardı. Ne güzel bir çözüm!

Bizlerin hep aynı kimliği kullanmamız, kişinin değişmezlik varsayımına dayanıyor, sürekliliğe. Oysa yıllar geçtikçe başka başka, bambaşka kiracılarız kendi bedenimizde. Giyindiğimiz kişiliklerin birbirine pek az benzediğini anlamak için eski fotoğraflara bakmak yeterli. Bunu peşin bilmiş olmalıyım ki, uzun yıllar boyunca resimlerimi imzalamaktan çekindim; isteksizdim bu konuda.

1980 yılında Sofya’da yapılan bir Yazarlar Toplantısında tanıyor. Sofya, sararmış tütün yaprağına benzeyen parke taşları ile belleklerden silinmiyen bir kenttir. Bir gören, bir daha unutmaz. Tütün yaprağı sarısına çalan parke taşlarına ayağınızı basmışsanız, taşlar çeker, bir daha gidersiniz. Öyle rivayet ederler. Madam Ella İstanbul’da doğmuş, daha yedisini sürerken ailesi İstanbul’dan göç etmiş. Şimdi Fransa’da yaşıyor. “Bir uzunyol sürücüsü” olan şairimizin kafasında hemen iz bırakmış, Ne yana dönse, ne yana baksa, tarihin içindeki yanlışlıklardan kaynaklanan bir öfkeyi görüyor. Şairimiz, Madam Ella için, “çocukluk dünyasına bağlanışı, düşmanlıklar karşısında derin üzüntülerle titreşen, barışçı duygularla dolu yüreği beni etkiledi.” diyor. Her etkinin bir tepkisi olmaz mı? Bu etkinin tepkisinden de bir şiir oluşacaktır...

Kentler tanıdım, yaprakları/ her sabah sokak sokak açılan/aydınlık bir çiçeğe benzer./Kentler tanıdım, diz çökmüş/kendini seyretmek için bir ırmakta,/yüzü hâlâ yanar durur/başına gelenlerin utancıyla.

Böyle kentlerin birinden çıkar gelir Madam Ella... şairimiz, Madam Ella’yı tanıyıncaya değin, “bir insanın yüzünde bir kenti taşıyacağının” ayrıntısını bilmiyor. Ancak bu yüzü gördükten sonra kentlerin insan yüzüne de yansıdığını anlıyor. Bir şeyi daha anlıyor: Kenti, insanı ve sesini: Sonra sesini tanıdım,/olabildiğine ürkek ve dokunaklı./Türkçe sözcükler iki yanında/iki örgü saç gibiydi yüzünün/özenle saklamıştı okul çantasında/ve söylerken onları yedi yaşındaydı.
Şiir eleştirisinin ne denli güç bir uğraş olduğunu çok iyi bilirim. Bu yüzden eleştirmenlerin sözü soğuktur. Zaten şairler, şiir eleştirisi yapmazlar, şiirden söz ederler. Şiirden söz edebilmek de ancak şiiri yaşamakla olur. Bir kitabın yaprakları arasında yeni bir şiiri yaşamaya çalışın! Güç bir iş biliyorum ama, deneyin ve denemeye değer. Yeni bir şiir ilkin kendini kolay kolay vermez, bir gonca gibi birdenbire açılmaz. Sabırla, dirençle, hatta öfkeyle bekleyeceksiniz, başka çaresi yoktur.

“Lütfen kimlikleriniz’
Daha adına bakarken verilen komutun etkisindeydim. Sanki biri karşıma çıkmış, kimliğimi soruyordu. Kendi kimliğimi, şiirin demek istediği kimliğin potasında eriterek bunları yazdım. Bilmem anlatılması gereken bir, şeyleri anlatabildim mi?
Kimi zaman koskoca bir anıt, /tek başına bir alanın ortasında, /sorarım kendi kendime geçerken/kimse görmezse onları/anıtların anlamı ne?

Daha sonraları dış zorlamalarla imzamı bir kimlik belirtisi olarak değil, bir “hat” denemesi olarak attım; resim içinde resim gibi bir şey. (Kimi arkadaşlarım imzamı resimlerimden fazla seviyor, belki haklılar.)


Sorunuza dönelim, sıra neden adalarda, şimdi de? 1967’de Paris’te, Casanova Galerisinde çok renkli (yağlıboya) küçük ada resimleri sergilemiştim. Bir yıl kadar onlarla uğraştım. Ortadan kayboldular, batıp  gittiler. Aradan birkaç yıl geçti, Brötanya’nın içe dönük acaip havasında (buna bir deniz fenerinin kesik kesik öten düdüğü de eklenince), adalarım tekrar su yüzüne çıktılar, bal sarısı bir adayı kapladılar çepe çevre. Adaları Paris’te tekrar unuttum, derken 198l’de Allah bilir neden, yeniden sökün ettiler birderıbire, bu sefer daha kalabalık olarak, çeşit çeşit ve kararlı.

Neden mi? Sanatçının kendi yaptıkları üstüne herkesten fazla bilgi sahibi olduğu düşüncesi hiç de doğru olmayabilir. Üstüme üstüme yürüyüp, bu adalar seyri nedir, ne anlama gelir derseniz, ne diyeceğimi .şaşırırım. Çok zorlarsanız şunu söylerim: Resim konu sorunu değil tutku, tutturu sorunu. Nedeni yok, kara sevda cinsinden... Irgatsa irgat, boz kırsa bozkır, ibrikse ibrik, işkence ise işkence, çiçekse çiçek, ada ise ada, sarınca insanı belirli bir duygu düşünce karması, isteseniz de istemeseniz de kurtulamıyorsunuz bundan.

Sizinle birlikte adaların genel anlamı üstüne varsayımlar yürütebilirim yine de. Örneğin adalar var ki, üstünde ya da altında atom denemeleri yapılır, dünyayı tuz buz edebilecek cinsten. Zincirleme tepkilerin adasıdır bunlar. Argon’un bir dizesini anımsadım birdenbire: Picasso bir adadır Ege denizinde. Zincirleme biçimlerin adasıdır bu mutlaka... Bir bakıyorsunuz,. Watteau’ya göre ada. aşk adasıdır, bir bakıyorsunuz, Böcklin’e göre ada, ölüm adasıdır; gel de çık içinden! Besbelli ki konu, resmin asıl konusu değil, sadece taşıyıcısı, başka başka anlamlara varmak için bir araç sadece. Adalarıma gitmeyi göze alıyorsanız, haberiniz -olsun, her biri başka, hem resimlerimin görünürde konusu adalar mı, deniz mi?

Denizsiz ada olamayacağına göre, deniz ada kadar önemli. Ama hangi deniz? Ölen bir deniz mi, dirilen bir deniz mi? Ayrılık denizi mi, kavuşma denizi mi? En doğrusu bu adaları, bu denizleri Sait Faik’e sormalı, kışın kaç kez beni misafir ettiği evinde sormalı ona. Esat Adil’e sormalı, birlikte fırtınalı bir günde taka ile Imralı adasına giderken. Ya da Cannes açıklarında hapsedilmiş olan Demir Maskeli Adam’a sormalı, odası rahat mı? Sabahattin Ali ile Akçay kumsalından seyretmiştik sevicilerin mor adasını bir akşam üstü 1939’da... Bir de Köpekler Adasi var Marmara’da, havlamaları duyuyor musunuz? Yaşadığım ya da bilmediğim bunca adanın izi olmaz olur mu resimlerimde?

Doğa’nın resimlerinizde önemli ve özel bir yeri var. Yaşar Kemal, “Doğa bir büyüdür. Bir yaratmadır görene. Abidin Dino resmi de bir büyü, dehşet bir patlama, bir yaratmadır,” diyor. Başka bir deyişle siz, doğanın atmosferini yakalamakta usta bir sanatçısınız.

Bu konuda söyleyecekleriniz?
Doğa resimlerimin hepsi değişik. Bozkır, deniz, orman, dere tepe resimlerim olmuştur, başka başka zamanlarda, çeşitli türlerde. Fakat şunu eklemek istiyorum: Resim, resmin tümü nasıl olsa bir doğa çeşidi. Resim, doğanın bir uzantısıdır, demek istiyorum. Bir katkı. İnsanı doğadan ayırmak ne kadar yapaysa, insanın ürettiği resmi de doğadan ayırmak o kertede yapay. Büyüye, tılsıma gelince, sanat büyü ile başlamış, büyü ile bitecek, biteceği varsa. Günümüzün “şaman”ları için cansızı canlı kılmak, madde içre can kıvılcımını üretmekten başka bir şey değil büyü; kısaca büyü yaratıcılık hünerinde. Şiirde birkaç sözcüğün, resimde birkaç rengin can kıvılcımını okuyucuya ya da seyirciye aktarabilmesi, yüz yıllar büyü değil de ne? Hani neolitik çağda Çatalhöyük’te nasıl ateşi yakacak kıvılcımı parlatıyorsa adamın biri, aynı işi, aynı kıvılcımı biçim ve renklerle de becerdi. Ne var ki biçim ve renklerle yaktığı ateş sönecek gibi değil. Ankara Hitit Müzesine gidin bakın, süsleme çeşitleri ile, yontuları, boyalı resimleri ile ateş yanıyor neolitik’ten gelme. Göz kamaştırıcı. İşte tılsım. Neolitik insan, çağdaşımız. Doğa ile özdeşleşmekten gelen bir hız, bir süreklilik varsayımı, bir tûti-mücizegû...


Renk, atmosfer, çizgi ve psikoloji... Bir bakıma resmin destanı. Ya da resimle destan.. Kanımızca tablolarınız böyle özetlenebilir. Siz ne dersiniz?

Renk ve çizgi üstüne düşün düklerimi özetlemek gerekiyorsa, kendi deneyime bakarak birkaç özellik belirtebilirim. Çizgi ve renk arasında gitgellerimin çapraşık yumağını çözmek kolay değil gerçi...

Başlangıçta renge pek önem vermedim. Çizginin düşünce, bakış ve duyuşa yaklaşık bir hızı var da ondan, belki. Çizgi yalın ve dolaysız bir anlatım aracı. Bir lokanta masasının kağıt örtüsü, bir gazete kenarı, bir cigara paketi, bir zarfın arkas çizgiye yeterli bir alan sağlarken renk özel koşullara, araçlara, düzeylere bağlı kalıyor. Bunca teşrifat karışınca araya, rengin yapmacığa kaçması olası kimi zaman.

İlk renk denemelerim, yanılmıyorsam, ikinci “D Grubu” sergisi sıralarına rastlar. İri renkli kafalar, yağlıboya “monotip”ler, ‘saz çalan adamlarla renge girdim ilkin.

Renkli — renksiz resimlerimi sıralamaktansa birer birer, belki şöyle bir genel ayırım, yapmak doğru olacak; Yakın, olaylara değindikçe, resimlerim, ya çizgiye  ya da renkli kabartıya kaymışlardır. Örnek: İkinci Dünya Savaşı çizgileri, yağlıboyaları, Irgatlar, Atom korkusu, İşkenceler, Uzun Yürüyüş, 1968 olayları, vb... Renkli, çok renkli yağlıboyalarım, suluboyalarım (ki, bunların çoğunu sergileyemedim memlekette), daha sorunsal bir lirizmin ürünleri sayılabilirler. Kişisel etkenlerin verdiği bir coşku, bir doğaya sığınma var bunlarda, yanılmıyorsam. Renk nöbetleri 1960’lardan bugüne kadar zaman zaman patlak verdi.



Birinci eğilimin (renksiz ya da az renkli) destansal bir atılımla, tarihle ilgili olduğu söylenebilir, genel bir anlam taşıyan olayla ilgili. İkinci eğilimin (renkli ya da çok renkli) ise daha fazla doğa ile, insanla ilgili olduğunu sanıyorum. Kişisel bir anlam taşıyan olayla ilgili.
Belki her resim denememde, binbir görünümden geçerken duyduğum tek yoğun özlem, son kertesine ulaşmış devimsel bir yetkinliğe varmak, oluşumu yansıtmak, elimden geldiği kadar... Gel zaman git zaman, bu gitgellerin önünde sonunda bir bileşime varması da mümkün. Son zamanlarda birtakım renkli kafalar kapımı zorluyor. Onları bekletiyorum, bakalım ne olacak. Belki renk - çizgi kavgama karışmak niyetindeler. Belki bir çözüm getirecekler, kimbilir, hem vakit yeterliyse...

Ne güzel yazmış yukarda biraz önce sözünü ettiğim Hokusay usta, Fuji Dağından Yüz Görünüm adlı resim derlemesinin önsözünde: “Yetmiş yaşından önce yaptıklarım resim sayılmaz; doksan yaşıma vardığımda eşyanın sırrına ermiş olacağım; yüz yaşıma gelince gerçek resme ulaşacağım. Ve ancak yüz on yaşıma ayak basıncadır ki kusursuzluk deryasına kavuşmuş olacağım.”

Hokusay seksen dokuz yaşında öldü, “eşyanın sır” kapısı eşiğinde kalakaldı; biraz daha dişini sıksaymış, olacaktı (Bakmayın öyle dememe, çoktan ulaşmıştı o kerteye, fırçası onu alıp götürüyordu ne çizerse çizsin, ne boyarsa boyasın.)
İyi — kötü, acemi ya da usta, her ressamın böylesi düşleri vardır: Biraz daha dayanıp, biraz daha çaba gösterip, hiç değilse “eşyanın sırrına” ermek...
Pek vakit kalmıyor genellikle, ya da binde bir kaldığında, bu sefer de elin gözün gücün yetmiyor; kapıyı boşuna çalıyor hınzır “eşyanın sırrı”. Bekleyenle beklenen rastlaşamıyor bir türlü....

Sanat Olayı, 1880 ler



Gerçek bir bağımsız ve sanat düşünürü
Kaya Özsezgin

Abidin Dino, Fikret Mualla için yazdığı o güzelim anı - monografi kitabına (1980) “Gören göz için” üst başlığını koymuş ve kitabın girişine, Mevlana’nın Mesnevi’sinden üç alıntı eklemişti. Alıntıların üçü de, bu üst başlığın kaynaklandığı görüşü kanıtlayacak türden anlamlar içeriyordu: “Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır”. Kısaca, insan “göz”dür. “Göz neyi görürse, değeri o kadardır insanın”.

Bu keskin aforizmanın, yaşamı boyunca Abidin Dino’ya yol gösterdiğini, onun yolunu aydınlattığını söyleyebiliriz. Mevlana’nın sözünü, biraz değiştirin ve insan yerine sanatçı sözcüğünü koyun, “sanatçı göz’dür” deyin, kısaca Abidin Dino’yu tanımlamış olursunuz. Abidin Dino’da göz, bu duyu organının nüfuz edebileceği olağan derinliğin ve sınırların ötesinde kalan ve ancak gönül gözüyle kavranabilen bir dünyaya yönelikti. İyi sanat yapan her sanatçıda, böyle bir gözün varlığından söz edilir. Ancak, sanatçıyı iyi sanat yapmaya yönelten bu gözün arkasında, bir de düşünen bir “beyin” olduğunu unutmayalım. Görebilen bir gözle, düşünebilen bir beyin arasındaki iletişim değil midir sanatın gizemini açığa vuran?

Salt bir düşünür olmak da, salt göz kesilmek de, bu gizemi tam olarak yansıtmıyor. Aradaki dengeyi de iyi kurmak gerekiyor.

Abidin Dino, bir yaşama sığdırdığı üretkenliğini, resimden heykele, sinemadan tiyatroya ve edebiyata uzanan o çok yönlü sanatçı kimliğini bu dengeye borçluydu. Bütün bu alanlardan kotardığı zengin deneyim ve birikimi, bir anlamda, resim sanatına aktarmıştı. O nedenle, sanatçı kimliğinin ağırlıklı yönü, ressam kişiliğinde biçimleniyordu daha çok. Beyniyle gözü arasındaki iletişim, gözüyle algıladığı nesneler dünyasından yana bir ağırlık gösteriyordu. Hep yeni şeyler görmek, yeni şeyler yorumlamaktan yanaydı. Bir gün eller üzerinde düşünüyor ve gözlemlerini bu yönde geliştiriyorsa, ertesi gün çiçeklerin açık dünyasına dönüyor, sonra onu da bırakıyor, günümüzün açmazlarla dolu yaşamına yöneltiyordu dikkatini; daha birkaç ay önce sergilenen “ak”la “kara” resimlerinde olduğu gibi, yaşanan çelişkilerin görsel felsefesini ortaya seriyordu. Bu son çalışmalarıyla, Dino’nun iyimser dünyası biraz kararmıştı. İçinde yaşadığımız güncel ortamın, kana ve gözyaşına boğulan görüntüsü karşısında, iyimserliğe sığınmak yetmiyordu elbet. Son serginin kataloğu nedeniyle yazdığı “ek”te, her şeyin zıvanadan çıktığı bu ortamda, resmin görevini sorgulamaktan kendini alamıyordu: “Ya resim, zavallı resim ne işe yarar bunca çılgın bir ortamda?” Belki hiçbir işe yaramazdı, ama belki bir “bayrak” olabilirdi. Bu bayrakta, şu renkler yer alabilirdi: Beraberlik çağrısı, kara kadere isyan, bir çeşit küfür, bir soru, güzel günlere ağıt ya da korkuları dağıtan çocuksu bir oyun...


Kısaca, “kara içinde ak bir umut, bir sevinç kıvılcımı...” Bu da az şey sayılmazdı.
Demem o ki, Abidin Dino, Fransa’ya yerleştiği uzun suskunluk yıllarından sonra “Doksan çiçek, dokunsan çiçek” dizisiyle yeşerttiği ve kendi ülkesi\ aynasına sunduğu umut kıvılcımı bütün iç karartan gelişmelere gene de canlı tutmaktan” yanaydı. Sanatçı kişiliği onu, bu yönde uyarmaktaydı. Gelecekten beklentilerimiz yoksa, sanat ne işe yarayacaktı? Beklentinin olduğu yerde sanat vardı. Her şeye karşın sanatsal üretim sürüyorsa, sanatın umut aşılamayı amaçlayan işlevi de sürüyor demekti.

Abidin Dino, çoğunluğu Fransa’ da yerleşmiş olan dışarıdaki ressamlarımızın lideri, sözcüsü gibi görülmüştü. Dino’nun yurt dışındaki varlığı, resmimizin Batı yakası içinde bir tür güvenceydi sanki. Böyle bir imajın başlıca nedeni, Abidin Dino’nun kişiliğinden kaynaklanıyor olmalıydı. Fransa’da yaşamayı,, kendi isteğiyle seçmişti, ama varlık alanı, kuşkusuz kendi ülkesiydi. Doğup büyüdüğü kentten koparak, genç yaşında Weimar’a yerleşen Goethe’nin, kendini Weimarlı bir “dünya yurttaşı” sayması gibi bir şeydi bu. Abidin Dino da, sanat anlayışı ve dünya görüşüyle, kendini bütün insanlardan sorumlu bir dünya yurttaşı gibi görüyordu. Ama yüreği ve kafasıyla, kendi ülkesine bağlıydı kuşkusuz. Kendi ülkesinde olup bitenleri dikkatle izliyordu. Son yıllarda, resimlerini kendi ülkesinde sergileme yönünde tartışmasız bir duyarlık göstermesi de bunun bir kanıtıydı. Resimlerinin diliyle konuşmayı seviyordu. Ayrıca bu dilin, bütün dünya insanları gibi, kendi ülkesinin insanları tarafından da algılanmasını istiyordu. Paris’te yaşamayı seçmiş olmak, bu ‘dilin evrensel işlevini akıllıca kullanmak için, kendisine bir kolaylık da sağlıyordu. Madem örneği Goethe’den seçtik, onunla sürdürelim: Goethe, kendisini toprağından ayırıp, ıhlamur ağaçları gibi kesip budadıktan sonra Weimar’a diken yazgıdan pek de şikayetçi değildi. Tepelerini ve güzel dallarını kesip atmışlarsa, bu, ancak yeden filizlensin ve yukarılardan kurumaya başlamasın diyedir.

Abidin Dino’nun 1940’lı yıllardan başlayıp ölümüne kadar Fransa’da süren sanat ve yaşam serüveni, aynı serüveni yaşamış ve yaşamakta olan başka sanatçılar gibi, Dino için de, yeni deneyimler kazanmanın nedeni olmuştur. Bunu küçümsemek de, abartmak kadar yanlış olur. Yaşam koşullarının yol açtığı olanaklar ve sürprizler, insandan insana, sanatçıdan sanatçıya değişir. Önemli olan, bu sürprizleri ve olanakları iyi değerlendirmek, bundan sanat adına pratik sonuçlar çıkarmaktır.

Abidin Dino, Türkiye’de yenilikçi sanat girişimlerinin grup hareketleriyle biçimlenmeye başladığı dönemin içinde, aktif bir sanatçı olarak görev aldı: “D” Grubu’nun kurucuları arasına katıldı, “Yeniler” Grubunu destekledi. 1940 kuşağının göğüslemek zorunda kaldığı sorunları yaşadı. Bir mücadele ortamı içinde başlayan sanat kariyerinin, kendisini daha sonraki dönemlerde götüreceği aşamaları, Türkiye’deki bilinçli çıkışın zorunlu bir uzantısı olarak gördü. Bu bilinci, 1940’lardan sonra Batı cephesinde gelişen bütün sanatsal oluşumlara yabancı kalmamakla beraber, kendi kişiliğini, ve düşünce potansiyelini korumak şeklinde özetleyebiliriz. Abidin Dino’nun ürettiği bütün sanat biçimlerinde, içinden geldiği kültürün ve toplum koşullarının uzağında kalmamak için, kültürel kimliğini hep göz önünde tuttuğunu gösteren işaretler bulabiliriz. Dino’nun resmi, kavramsal kökenler yönünden yabancılaşmaya karşı direnen bir resimdir. Fransa gibi, her yönden gelen görüş ve eğilimin harman olduğu, ayakta durma olanağının varlık bilinciyle mümkün olabildiği bir ortamda, bu bilmem temellerini iyi hazırlamak gerektiğini biliyordu Abidin Dino. Olaylara bakış ve kavrayışta, gelişmeleri yorumlamakta, mukayeseler yapmakta, özgün bir düşünce açılımının, yeni ifade formları yakalamak için de gerekli hatta zorunlu olduğu gerçeği, Dino’nun bütün dönemlerine sinmiş olan düşünsel altyapının da göstergesidir. Düşünsel altyapı sözünü, özellikle kullanıyorum: Dino’da sanatsal biçim oluşumları, bir düşünce yörüngesi üzerinde ortaya çıkar; her biçimin, düşünsel bir gerekçesi, bir felsefe temeli üzerine oturan tabanı mutlaka vardır. Ama resim de, görsel ifadenin yapısal özellikleriyle çelişmez bu felsefe. Yani izleyicinin algısına ipotek koymaz; bu algının görsellik koşuluna gölge düşürmemeye özen gösterir. Biçimlerin doğurganlık kapasitesini, resminin temel sorunsalı yapar. Dokunulup geçilen temalara değil, üzerinde uzun boylu düşünülen, resimsel kalıplara uyum olanağı irdelenebilen konulara ilgi duymuş olması bundandır.

Abidin Dino’nun sanatında gözlemlenen bir başka özellik, bağımsızlıktır. Ne var ki bu bağımsızlık, Türk resminde 1930 kuşağının anladığı anlamda bir bağımsızlık olmadığı gibi, Fransız resmindeki “independent” hareketiyle de ilintili değildir. Bu anlamda başına buyruk bir sanatçı olmadı Abidin Dino. Sanatın özgür yaratıcı iradeyle oluşacağına inandı. Ancak bu özgürlük, sanatçının yapıtından sorumlu olduğu gerçeğini yeniden gündeme getiriyordu. Sorumluluk, sıradan bir sahiplenme olgusuyla açıklanabilecek bir durum değildi. Kimlik bunalımının yaşandığı, kişilik sorunsalının ön plana çıktığı bir dönemde, sanatçı, kesin seçeneklerini ortaya koymak ve kimliğin, geniş anlamda, hem çağdaşlıkla hem de özgün bir “tavır” geliştirmekle ilgili bir sorun olduğu gerçeğini benimsemek durumundadır. Abidin Dino, bunu biliyordu.

Abidin Dino’nun yarım yüz yıllık sanat yaşamı, öncesi ve sonrasıyla, dönemsel karakterinin bütün oluşumlarını kapsayacak bir yoğunlukla Türkiye’ye yansımamıştır. Bu oluşumların, bölük - pörçük bilgiler dışında, bütün ayrıntılarıyla bilindiğini söylemek de zor. Hele 1950 - 1970 arasında kalan dönem, oldukça bulanıktır. 1950 öncesini belgeleyici çalışmaların yok denecek kadar azlığı, bu tarihi izleyen Fransa döneminin ise, 1970’li yıllara gelinceye kadar fazla bir ipucu taşımıyor olması, eldeki malzemenin kapsamlı bir sergiyle tanıtımını gerektirmektedir.
Milliyet Sanat, 1993



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder