Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Avni Arbaş



Kaya Özsezgin

Avni Arbaş’ın sanatçı kişiliğini konu edinecek bir yazıya, resmimizin “Paris Ekolü” nden söz ederek başlamaktan daha doğal bir şey olamaz. Doğum tarihleri aşağı yukarı aynı döneme, 1910’lara rastlayan bir grup ressam, Akademi’deki öğrenimlerini izleyen yıllarda, bilgilerini artırmak amacıyla Paris’e gitmiş ve genellikle orada birkaç yıl kalarak dönen sanatçıların aksine, uzun yıllar sanatın başkentinde kalmış, resim satarak geçimlerini sağlama olanaklarını araştırmışlar ve böylece 1945’lerden itibaren sayıları giderek artan bir Türk ressamları grubu oluşturmuşlardır.

Sözünü ettiğimiz tarihlerin Avrupası, ikinci büyük savaştan yeni çıkmıştır. Sanatsal yaşam, yeniden düzene konulmakta, yeni bir kuşak, yüzyılın başlarında oluşan kübizm ve fovizm gibi Fransa’ya özgü akımların mirasçılığını yüklenmektedir. 1944 yılı ağustosunda özgürlüğüne kavuşan Paris, yeni bir değişimin eşiğine gelmiştir. Sanatta öznel çıkışlar ve gerçekçi eğilimler, yeni bir yaşama olanağına kavuşmuştur. Öte yandan Paris, modern sanatın merkezi olma niteliğini, savaş sonrasında Birleşik Amerika kentleriyle, özellikle de NewYork’la bölüşür duruma gelmiştir. 1945’leri izleyen yıllarda Matisse, Picasso, Bonnard ve Rouault gibi sanatçılar, tarihsel rollerini yeniden geçerli kılmaya başlamışlar, Nazi rejiminin sanat üzerindeki olumsuz baskıları, yerini yeniden özgür düşünceye ve özgür yaratma ortamına bırakmıştır. Galeriler yeniden kapılarını açtıkları sanatçılara, ulusal niteliklerine bakmaksızın çağdaş sanata katkıları ölçüsünde değer ve yer vermeye başlamışlardır. Özellikle 1945-50 arası, sanatta kişisel yorum gücünün egemenliğini iyiden iyiye duyurduğu yeni anlatım ve biçimleme çabalarının yoğunlaştığı bir dönemdir.

Avni Arbaş ve arkadaşlarının Paris’e gittikleri ve yerleştikleri yılların sanat ortamı, genel çizgileriyle böyledir. Çeşitli uluslardan binlerce ressamın, şanslarını denemek için bu büyük sanat merkezine koştukları yıllarda Arbaş’ın da, bilgisini artırmaktan ve sanatında ilerlemekten başka bir amacı yoktur. Doğduğu İstanbul’da (1919) orta öğrenimini Galatasaray Lisesinde sürdürmüş, burayı bitirmeden büyük bir tutkuyla bağlı olduğu sanat öğrenimini pekiştirmek için, Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmiş ve Paris’e gittiği 1946 yılına kadar burada Fransız asıllı ressam Leopold Levy’nin atölyesinde çalışmıştı. Arbaş gibi Paris’e aşağı yukarı aynı tarihlerde yerleşmiş olan Selim Turan ve Nejat Devrim gibi sanatçılar da  Levy’nin öğrencisi olarak Akademi’de öğrenimlerini yapmışlardı.

1940’ların Türkiyesinde yenilik akımları ve çağdaş sanat akımlarına bağlılık, 1928’de kurulmuş “Müstakiller” ve 1933’teki “D” gruplarıyla, yoğun bir aşamaya ulaşmıştı. Bir yandan bu çabalar sanat ortamını biçimlendirirken, öte yandan kendi toplumumuzu ve geleneklerimizi konu alan yöresel eğilimler “D” grubunu izleyen yıllarda geçerlik kazanmaya başlamışlardı. Yeni bir resim anlayışına yönelmek isteyen bir grup ressamın 1940’da “Liman Resim Sergisi” adı altında Beyoğlu Matbuat Müdürlüğü’nde düzenledikleri ilk sergiye katılanlar arasında Avni Arbaş da vardır. Sonradan “Yeniler” grubu olarak adlandırılan ve toplumsal gerçekçi sanat anlayışının temsilciliğini yapan bu ressamlar, bürokratik eğilimlerin ötesinde kendi özgün duyuş ve düşünüş çabalarını gerçekleştirmek istiyorlardı. Avni Arbaş’ın o tarihlerden yıllar sonra yaptığı resimlerde, bize özgü yaşam motiflerinin ağır basmasında “Yeniler’ le başlayan bu toplu çabanın önemlice bir katkısı olduğunu düşünmek gerekiyor. Paris’te otuz yılı bulan çalışma ve araştırma dönemi bile, bu eğilimi bütünüyle bozmamış ve Arbaş, sanatında fazla bir iniş çıkış göstermeden, soyut yaklaşımlara fazlaca ilgi duymadan “figür”e bağlılığını, sonuna kadar sürdürmekten geri kalmamıştır.

1960’da Arbaş’ı Paris’teki atölyesinde görerek ressamla bir konuşma yapan Tarık Yasa (Tercüman 12 eylül 1960) Arbaş’ın Paris’teki güç yaşam koşulları içinde geçen ilk yıllarını şöyle anlatıyor: “Her sıkıntıya göğüs gerecek, icabında aç, icabında uykusuz kalacak, fakat kendisini kabul ettirecekti. Nitekim verdiği kararı uyguladı. Yedi yıl durup dinlenmeksizin çalıştı. Sanatla ilgilenen çevrenin dikkatini üstüne çekti. Sekizinci yıl, resim satan bir ressamdı. Bugün aradan on dört yıl geçti. Biraz rahatladı, fakat gayretinden hiç bir şey kaybetmedi. Eserleri 1953-1956, 1958 yıllarında Paris’te açılan sergilerde teşhir edildi


Bundan başka İtalya (Torino) ve Almanya (Düsseldorf, Münih)’de açılan sergilere katıldı. Resimleri geniş ilgi topladı. Bu arada İngiltere’nin çok satan dergilerinden “The Studio” Avni Arbaş’a dört sayfasını ayırdı.”

1959’da Amerika’daki bir sergisi nedeniyle “Art in America” dergisi Avni Arbaş için şunları yazmıştı: “Çok akıllı genç bir Türk ressamı. Çalışmalarında çarpıcı bir kişilik, özgün bir süsleme inceliği ve dolaysız bir yalınlık var”.

Arbaş’ın, Paris serüveni üzerinden otuz yıl geçtikten sonra, daha çok son üç-dört yıllık yüze yakın çalışmasını bir araya getiren Vakko Sanat Galerisi’ndeki geniş sergi, sanatçının bu çapta Türkiye’de ilk önemli sergisi oluyor. Resimlerindeki duyarlık çizgisiyle çok bağlı olduğunu belgelediği, özlemini uzun yıllar çektiğini kanıtladığı Türkiye’de, yurdunda, yurttaşlık hakkı kısıtlanmış bir kişi olarak, kısa bir süre için bulunduğu başkent Ankara’da ilk sergisi. Çoğunluğu İstanbul denizini, Bodrum’u ve Batı Anadolu’nun yöresel insanlarını, eşek üstünde kadınlarını, sandallarını ve genel bir deyimle yaşam tablolarını konu alan bu resimler, her şeyden önce batıda, batık bir sanat merkezinde uzun yıllar yaşamasına karşın, batının güncel ve “modern moda” akımlarını aşmasını bilmiş, kişisel duyarlığını her şeyin üstünde tutabilmiş güçlü bir sanatçının dikkate değer izlenimlerini yansıtıyor Resmimizin batı yakasında sesini ve soluğunu, işlek ve devingen bir kompozisyon anlayışı içinde canlı tutabilmiş bir sanatçının izlenimleri.

Boyanın ve rengin yaşama ilişkin bütün ifade olanağı, bu resimlerin tümünde tek tek dile geliyor, ata binmiş bir Anadolu insanı, kaburgaları çatılmış bir sandal, deniz kıyısında güneşlenen can yumakları, puslu ve sisli bir İstanbul denizinde beneklenen vapurlar, bu ifade olanağının belirginleştiği ortak bir noktada birleşiyorlar genellikle: Bu ortak nokta, resimle yaşamın kesiştiği, resmin yaşama karıştığı, resmin yaşam diliyle anlatıldığı yerdir. Arbaş’ın resimleri, bir yandan resmin yüzyıllar boyu ürettiği bütün değer birimlerini özümserken, bir yandan da belirli bir akıma ya da kişiliğe bağlanmamış olmanın, bir başka deyişle yaşamdan, yaşam çizgilerinden hareket etmenin tüm Özgürlük boyutlarını içeriyor. Nakış esprisine dönüşen küçük boyutlu resimlerde bile, nakışın soyutlayıcı dünyasını kırmaya, nakıştan yeni bir figür oluşturmaya özenen birtakım eğilimler sezilebiliyor Arbaş’ta.  Ele aldığı motifleri ve insan figürlerini, kendi anlatım dünyasının olanaklarıyla bağdaştırması, sanatçı kişiliğinin, belki de en dikkate değer ve üzerinde en durulmaya değer noktasıdır.


Koyu ve açık lekelerin yarattığı düzen şeması, bir resimden öbürüne atladıkça yeni duyarlık boyutlarına kavuşuyor ve böylece bütün resimleri birleştiren temeldeki çizgi, görsel olanakların bütün ayrıntılarını da bir çırpıda içerebiliyor. Her geçen yıl grafiğe ve grafik anlatıma biraz daha yatkınlaşan batılı resim dünyası içinde, Arbaş’ın doğaya, insana ve çevreye tutkun birkişi olarak ürettiği bu işlerin değeri, oldukça anlamlı ve dikkate değerdir. Kendi dar olanaklarını birkaç resimde tüketen ve böylece tekrara, yapılmış olana kayan bir mekanizmanın adamı değil Arbaş. Doğaya dikkatle ve duyarlı bir sanatçı gözüyle bakmanın, tüm sanat sorununu çözümlemede başlıca aşama olduğunun bilincinde. Temel bazı konular ve yaklaşımların, Arbaş’ın resmine nitelendirici katkılar getirmiş oluşu da gözden kaçmıyor. Örneğin at ve atlı konuları, deniz peyzajları, sanatçının ilgi ve yakınlık duyduğu bu tür konuların başında gelmekte. At ve atlı konularının, yöresel ve tarihsel bazı çağrışımlara, sözgelişi Kurtuluş Savaşı imgelerine yol açması da oldukça ilginç. Yöresel bazı mitoslar, Arbaş’ta yönlendirici bir tutkuya, bir sanat tutkusuna ortam hazırlıyor. Günün birinde Paris’te, Arbaş’ın atlı resimlerini gören Nazım Hikmet’in, “Bu atlar Avni’nin atları” demesi boşuna değil.


Yalnız atlar mı? Çarşafa bürünmüş kadınlar, deniz kıyısında güneşlenen insanlar, at arabaları, sandalda balık tutanlar, kısaca Anadolu’yu Anadolu yapan bütün öğeler, Arbaş’ın renk ve çizgi örgüsü içersinde, ona özgü değerler kazanıyorlar, birer Avni Arbaş olup çıkıyorlar.

Avni Arbaş’ın figüre bağlı eğilimi, uzun yıllar süresince pek değişmemiş, sanat üslubu belli bir doğrultunun dışına fazlaca kaymamıştır. Bu sergide yer alan resimleriyle - adı var kendi yok - İstanbul Resim-Heykel Müzesi’ndeki koyu tonlarla örülü tek kompozisyonunu karşılaştırmak, bu yargının haklılığını göstermeye yeterlidir sanırım. Değişkenlik Arbaş’ta, üsluptan ve anlatım biçiminden çok, o üslubu ve anlatım biçimini oluşturan temel dinamikler doğrultusunda kendini gösterir. Aynı dönem resimleri kadar, farklı dönem resimlerini de ortak kılan değerler, daha çok bu dinamikler çevresinde biçimlenir. Kişisel istif karakteri ise, bu biçimlenmenin oluşumunda başlıca motiftir. Resmimizin Paris ekolünden yurda yansıyan sesler, son birkaç yıldır yoğunluğunu duyurmaktadır. Avni Arbaş, bu sesler arasında kendi yöresel bağını yitirmemiş, bu bağı evrensel değerlere de tümüyle açık biçimde pekiştirmiş olanlardan biri. Hem çağdaş, hem de bağnazlık sınırını kırmış yerel bir sanatçı olmanın erdemi, onuru, onun bütün resimlerinde değişmez motif olarak kalıcılığını sürdürüyor.
Türk resmini içte ve dışta yetkiyle temsil eden bir sanatçıya, yurttaşlık hakkının bir an önce verilmesi, tüm sanat çevrelerinin en içten dileğidir.
Kaya Özsezgin,  Milliyet Sanat,




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder