Kaya Özsezgin
Nereden başlamalı ve nasıl anlatmalı? Ben dahil, çok kimsenin, üç yıl önceki "ölüm haberi" gibi "şaka" olduğunu zannettiği, Burhan'la bağdaştıramadığı bir haberin, bu kez gerçek olduğu ortaya çıktı: Burhan, eliyle her gün dokunduğu, gönlüyle sevdiği, resminin her dokusuna izlerini koyduğu doğadan, yaşamdan, insanlardan kopup, biranda sonsuzluğa, ne olduğunu merak ettiği bilinmezlik evrenine göçü verdi.
Genç sayılabilecek bir yaşta ve en verimli olduğu bir dönemde. En verimli olduğu dönem de ne demek? Burhan, verimli olmadığı bir dönem yaşamadı ki.. Resim yapmakla yaşamak arasındaki o oynak sınırı, bütün gerçek sanatçılar gibi Burhan'da saptamak olanaksızdı. Herkesin bildiği şeyi burada yinelemenin gereği var mı? Yaşadığı, tanık olduğu, içinden yürüyüp geçtiği, kucakladığı, yüreğinin en derin noktasında hissettiği olayların ve nesnelerin resmini yaptı. Tuvalini ya da resim kâğıdını yere yayıp üzerine eğildiğinde, tüpten sıktığı boya değil, yüreğinden damıttığı Özsuyu idi resmine koyduğu şey... Satış için resim yapmadı Burhan, satış için resim yapan ressamlara da hiç mi hiç yakınlık duymadı. Resimleri alıcı bulduysa, bu, o resimlerin dokusuna sinmiş olan ve bir "buhurdan gibi tüten" sıcaklığın iyi keşfedilmiş olmasındandır. Farklı bir sanatçı kumaşı taşıyordu, anası ressam doğurmuştu onu. Sanat dışında yapacağı hiçbir şey olamazdı, resim yapmak için gelmişti dünyaya. "Zamanın sarkacındaki adam"dı o. Sarkaç gidip geldikçe, zaman yürüdükçe, bir buğu gibi mekâna dağılan, nesnelerin gözeneklerine işleyen o görülmeyen, ancak duyumsanabilen şeylerin peşinden koşmayı seviyordu Burhan. Günün moda akımlarına göre resim yapmıyordu, yalnızca resim yapıyordu. Okuduğu bir şiir, kulağına çalınan bir müzik parçası, boynunu kırmış bir eğrelti otu, mahzun bakışlı bir yaratık, rüzgârla savrulan bir kır çiçeği, Burhan'ı resmin kıyısına getirip bırakmaya yetiyordu. Ondan ötesi, bir "oluşum"du, ayıklamaydı, fazlalıkların atılıp, aslolanın tutulmasıydı.
“Beyazı en iyi kullanan ressam” Bir tarihle, hocası Bedri Rahmi, Burhan için "beyazı en iyi kullanan ressam" deyimini vurgulamıştı. Beyazı en iyi kullanmak, kuşkusuz bir teknik yetenektir ama, salt beyazla yapılmıyor resim. Bir resmin pişirilip ortaya çıkarılmasında birçok etkenin aynı oranda payı var. Onların bir kompozisyon çatısına dönüştürülmesiyle oluşuyor resim. Burhan Uygur, bu gerçeği biliyordu, bunun farkındaydı. Yaşamın akışı içinden koparılmış sahneler, Burhan'ın resimlerinde yapay bir yansıtmacılığa tanıklık etmiyorsa, bunun nedeni, sanatla yaşamın özdeş kavramlar olarak görülüp algılanmasından kaynaklanır.
Yaşam, eşittir sanat; sanat, eşittir yaşam. Bu eşitliğe aykırı düşecek, onu bozabilecek hiçbir yabancı etken karışmamıştır Burhan'ın resmine. Spekülasyona hep uzak durmuştur. Yürekle bağıntısı bulunmayan inançların peşinden koşmamıştır. Yüreğinin telini titretmeyen hiçbir şey Burhan'ın resmine konu olmamıştır. "Gezginci bir hayalet gibi", insanların yürek çarpıntılarını sezinleyebilmek için içsel dünyalara sık sık konuk olmuş, o dünyaların intim dilini kavramaya çalışmıştır. Değilmi ki bir insandır, bütün öteki insanlarla ortak bir sezginin gizemli dilini anlamaya özen gösterecektir. "Hayalperest bir kuş" gibi, hep keşfedilmemiş duyguların peşinde koşacaktır. O duyguların derinliğinde, dışa vurulmayı bekleyen özlemlere tanıklık edecektir. Bütün bunları yapmadıktan sonra. "günler ne işe yarar"dı?
Burhan'ı ilk nasıl tanıdım? Yıllar geçtikçe pekişen dostluğumuz nasıl kuruldu? Birinci sorunun cevabını bulmak için, yirmi yılın gerisine uzanmak gerekecek, belki biı Bodrum ya da Ankara akşamına... Ama daha çok da İstanbul buluşmalarına, An-kara'daki Bulvar Paias söyleşilerine... En son görüşmemiz de. Burhan'ın Ankara'ya gelişlerinde kaldığı bu otelin lobisinde oldu. Ölümün kıyısından döndüğü, büyük bir risk atlattığı olaydan sonra içkiye son vermişti, içmiyordu. Ya da en azından ben öyle biliyordum. Yüzünde sağlıklı bir ifade vardı. Her şeyin iyi gittiği anlaşılıyordu. Vesile de Burhan'ın sağlığındaki iyi gidişten mutluydu. Onları gecenin geç bir saatinde gara bıraktığımızda, Burhan'la bir daha gö-rüşemeyeceğimi nereden bilirdim?
Düzenle Bağdaşmadı Akademide, önce Nurullah Berk'te, sonra Bedri Rahmi'de geçen öğrencilik yıllarından daha sonraki bohem yıllara, nice ilginç anekdotla uslu dönemlere varıncaya kadar, Burhan, hep yeni sanatçı imajının göstergelerinden biri olmuştur. Bu sanatçı imajı, istanbul'un pek de alışık olmadığı, sıradışı bir görüntüyü yansıtmıştır. Sessiz-sedasız resmini yapan, devlet bürokrasisiyle doğrudan ya da dolaylı ilişkileri bulunan, yılda bir devlet sergilerine katılan, arada bir de kişisel sergi açan sanatçı tipine karşıt bir tiptir bu. Düzenle bağdaşmaz. Kafasının dikine gider, lâfını esirgemeden konuşur, küfür edilmesi gereken yerde küfrün en sunturlusunu basar, susacağı yerde de susmasını bilir. Saygının en büyüğü ondadır, ama yapay değildir bu saygı. Kimseyi kıskanmaz. Başarı karşısında, en azından o başarının sahibi kadar duygulanır. Aklının ve gönlünün yatmadığı şeyi kesinlikle onaylamaz. Sahte ilişkileri değil gerçek dostlukları arar. Resmine, bu dostluklardan bir şeylerin sızmasını ister. Burhan'ın yıllar boyu. bir ilgi odağı haline gelmesinde sanatı kadar, bu sıradışt insancıl ilişkilerinin, mert yapısının, sözünü sakınmayan yaradılışının payı olmuştur diye düşünüyorum. Köklü dostluklarının çoğunun sanat çevresi dışındaki İnsanlardan oluşmuş olması da ilginç değil midir? Bu insanların tümü de güzel insanlardır. Burhan'la hiçbir çıkar ilişkileri olmamıştır. Burhan'ı, Burhan olduğu için sevmiş ve kucaklamışlardır.
Onlardan biri, Burhan'ın manevi baba olarak benimsediği, onun da Burhan'ı manevi evlat olarak kucakladığı Bülent (Tiryakioğlu) Bey'di. Dudullu'da, yaz kış bir çayırın ortasında, derme çatma barakasında oturan bu filozof adamla Burhan, ne güzel kaynaşmışlardı 1970'li yıllarda... Benim de tanıma olanağı bulduğum Bülent Bey dışında nice halktan kişi ile Burhan nice dostlukları paylaşmıştır... Üsküdar Bitpazarı'ndan İlyas Usta örneğin...
Söğütlüçeşme Camii'nden son uğurlanışında sanatçı dostları kadar, bu insanlar da doldurmuştu avluyu. Ancak, Burhan'ın cenazesini, öğrencilik yıllarında ve sonrasında, nice anısına mekân oluşturan Akademi'ye götürmek mümkün olamadı. Yetkililer, tatil gününe rastlaması nedeniyle Akademi'de kimsenin bulunmadığını öne sürerek, cenazenin yolunu Akademi'nin önünden geçirmemişler. Zaten cami avlusunda da, onu gerçekten seven bir-ikisi dişmda, Akademi'nin anlı-şanlı hocalarından kimseler yoktu.
Olsun. Onu sonsuzluğa uğurlarken, kefen bezinin üzerine, göğsünün orta yerine konulan bir tüp boya ve fırça, mesleğinin onuruna, sahte dostluklardan daha fazla tanıklık edecektir.
Burhan’dan Kalanlar Burhan sonsuzluğa göçtü ama, geride resim sanatımızın güçlü bir damarı saydığım resimleri kaldı. Bu resimler, desenler ve eskizler de dahil olmak üzere, pek çok kişiye ve koleksiyona dağılmış durumda. Ne yazık ki Burhan'ın en soluklu işleri, devlet müzelerinde olması gerekirken, bugün özel koleksiyonlardadır. Yaşadığı dönemde, bu resimlerin hemen tümünü, özgün başlıklar altında sergiledi Burhan. Fiyatlarının yüksek-ligi nedeniyle, başta kapılar dizisi olmak üzere, büyük boyutlu resimlerini satın almaya devlet pek yanaşmadı.
O nedenle. Burhan'ın resimleri, yapıldıkları ve sergilendikleri dönemden sonra kapalı kapılar ardına çekildiler. Onların, Burhan'ın adına yaraşır görkemli bir kitap eşliğinde bir araya getirilmeleri sanırım yararlı olacaktır.
Burhan için ölüm korkusu, resim yapamama korkusuydu. Ölürse, istanbul'un sokaklarını. bahar ağaçlarının çiçeklerini göremeyecekti bir daha. ölürse, kırmızı ile yeşili birbirine kata-mayacaktı çünkü. Ne yazık, korktuğu şey geldi başına. Artık bahar çiçeklerini göremeyecek, daha da kötüsü, resim yapamayacak.
Bir ressamın gönlünde kopan fırtına dindi, her şey sonsuz bir sessizliğe büründü; küçücük bir çocuken kendisini seven annesinin yanıbaşında uyuyor şimdi. Resimlerindeki o yoksul, ama gönlü zengin, suskun, ama içlerinde fırtınalar kopan insanlar, bulundukları yerlerden çıkıp, Burhan'ın çevresini sarmışlardır, onunla sohbeti koyulaştırmalardır. Bize de, bir çiçeği koklar gibi yapılmış olan o güzelim resimlerle avunmak kalıyor. Milliyet Sanat 1992
Burhan Uygur'un ardından bir eskiz
Ferit Edgü
Bu çelimsiz; başı sürekli bir omzu üstüne düşmüş, elleri, konuşurken, hatta susarken sürekli devinen; soru sorarken ve karşısındakini (kim olursa olsun) gözlerini şaşkın, kocaman açarak dinleyen, bu yaşlı çocuğu ne zaman, nerde tanıdım?
ölüm haberiyle birlikte belleğimin tabakalarını aralamaya çalıştım. Ama boşuna. Ne onunla ilk kez karşılaştığım mekânı, ne de bu anı bulup çıkaramadım. Sanki öteden beri tanıyordum onu. Böyle olmadığını bile bile.
Ressamların atölyelerinde kendileri ve resimleriyle karşılaşmaktan (bir tür "keşif") her zaman zevk aldım. Ressamların atölyeleri, söylemek gerekli mi, onların dünyalarıdır. Bilmiyorum, hangi baharın, hangi ayında ve hangi cumartesi günü. Burhan Uygur'un Üsküdar'daki evinin kapısını çaldım. Burası küçük bir daireydi ve bu küçük dairenin en büyük odası da onun atölyesiydi.
Topladığı ve atölyesinin sağına soluna dağıttığı nesnelere baktığımda neler görmemiştim ki? Bir sokak tabelası. Birkaç plastik bebek. Ve nesnelere yalnızca antika ya da parasal değerleri gözüyle bakanlar için anlamsız, saçma, bir yığın sıradan, zavallı nesne. Evet, böylesi "zavallı", "değersiz" nesnelerle doluydu atölyesi. Hüzün dolu nesneler. Ancak bir sanatçı eli değdiğinde değer kazanan (o da yalnız sanatçının ve onun gibi bakanların gözünde) nesneler. Has bir sanatçı karşısında olduğumu o gün anlamıştım. Bu-güne, onun ölümüne değin de bu görüşümde bîr değişiklik olmadı. Has bir sanatçı, her zaman büyük, hatta önemli bir sanatçı olmayabilir. Sanat tarihinde, her zaman böyleleri vardır. Sanatlarının yeni öncü niteliğiyle değil, marjinal nitelikleriyle yerlerini alırlar. Rouault gibi. Soutine gibi. Modigliani gibi. Burhan, daha çok bu son ikisine benziyordu. Türk resminde olmayan, bir hüznü, bir yaşam çarpıklığım, özüne uygun bir biçim "yakalayarak" gerçekleştirmişti. Bizim resmimizde, öncülü olmayan, yazınsal (ama oy küle menin tuzağına düşmemiş) bir resimdi onunki.
Tüm gerçek bohemler gibi, renklerin, biçimlerin, çizgilerin ötesindekini, gerçeği arıyordu sanıyorum. Ama tüm bunları, gerçek bir ressam olduğu için, kendine özgü çizgilerin, biçimlerin, lekelerin, dokuların ve renklerin hakkını vererek gerçekleştirdi. Resimlerine eşlik eden sözcükler gizli bir şairle karşı karşıya olduğum duygusu uyandırmıştır bende.
Çoğu kez gülümseyerek okumuşumdur bu sözcüklerini.
Şimdi ise, onun resimlerine, sergilerine verdiği adlara göz attığımda bir hüzün kaplıyor içimi. Yaşamının izdüşümünü görüyorum ardında bıraktığı resimlerde.Bunu kaç ressamımız için söyleyebilirim? 3. IV.'92, BeylerbeyiMilliyet Sanat, 1992
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder