Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Çirkinin Estetik’i


Önay Sözer

Dünya, kadınlı erkekli insanlar, çocuklar, çevremizi kuşatan çeşitli başka varlıklar gerçekten mi çirkin, yok onları böyle nefretle algılayan bizler miyiz! Eli yüzü en düzgün insanda bile başka türlü baktığımızda bize doğru yaklaşan bir “ucube” görmemek olanaklı mı? Çocukluğumuzda “baba”mız bize karşı gerçekten acımasız” mıydı, yoksa korkularımız mı bize onu öyle gösterdi? vb. vb. Weimar Döneminin Eleştirel Gerçekçiliği’ (Taksim Sanat Galerisi, 30.3.—18.4. 1992) sergisini gezenler bu ve bunun gibi soruları sormaktan kendilerini alamayacaklardır, sanırım. Ancak bu resimlere dikkatli bir bakış bu soruların anlamsızlığını ortaya koyacaktır. Çünkü, bu çalışmalar bizi gerçekliğin çirkinliğine inandırmaya çalışmıyorlar, çirkinleşmeyi bir olgu olarak saptırıyorlardı yalnızca. 1920’li yılların Max Beckmann, Otto Dix, George Grosz, Karl Hubbuch, Christian Schad, Karl Rössing gibi birçok önemli resim ve grafik sanatçısını bir araya getiren Yeni Olguculuk akımı “olgu”dan düpedüz bir dış gerçekliğin taklidini değil, M.Beckmann’ın deyimiyle “aşkın olgusallık”ı anlamaktadır. Kısacası bizde nefret uyandıran şey, o nefretle birleşmiştir. İki savaş arasındaki ekonomik bunalım içinde kapitalizmin savaşlar, sefalet vb. pahasına —ne olursa olsun— yükselme isteğinin egemen Olduğu ve metafizik, ahlak, estetik dizgelerinin çöküşüne tanıklık eden bu sahneler de bayağılaşma o denli ileri gitmiştir ki, bizde uyandıracağı her türlü nefret ve tiksinme duygusu yerindedir.

Bu yapıtların sergilediği kişi ve durumların arka planında büyük şehirler var. Yeni olgucu sanatçıların çizgisinden ve yönteminden çok etkilendiği Scuola Metafizica'nın kurucusu İtalyan ressamı Giorgio de Chirico modern şehirlerin kuruluşunda, evlerin, meydanların, parkların, yolların yapısında “büyük metafizik bir estetik’in temelleri”ni buluyor ve bunu çiziyordu. Yeni olgucuların yaptığı ise bu metafizik arka—planı ortadan kaldırarak aynı zamanda arkada ve önde duran acılı ve çarpık insan varlığını ortaya dökmekti. Savaş yorgunu Max Beckmann Itirafında şöyle diyordu: “Şehirde. Şimdi tam da burasıdır bizim yerimiz. Gelecek olan bütün sefalete katılmalıyız. Zavallı aldatılmış insanların bizi titreten acı feryadına kalbimizi ve sinirlerimizi adamalıyız” (1920). ‘Yeni olgu’, büyük kentlerin kar maşık yapısından, çeşitli bayağılıklar, acımasız durumlar içindeki in san ilişkilerinin düşündürücülüğün den doğmaktadır. “Olgu” kavramı o yılların felsefesinde örneğin, fenomenolojide de sık başvurulan bir kavramdı. Bu ressamlar, M.Heidegger’ın, 1927’de aynı zamanda “herkes ve hiç kimse” olduğunu söylediği sıradan, günlük insanın portrelerini önceden yapmışlardır.


Büyük şehir, insanların bir araya geldiği, birleştiği, sözcükler gibi dizildiği yerdir; ama bu resimlerde insanlar bir tümce içinde yine de tek başlarına duran sözcüklere benziyorlar, durum içinde yalıtılmış, sınırlanmışlar. George Grosz’ un sokak betimleri insanların birarada olmasının olanaksızlık ve saçmalığını dile getiriyor. Max Beckmann’ın ‘Kadın Banyosu’ resminde ise tramplenden atlamakta olan kadın dondurularak öbür kadın figürlerinin yanına konmuş; böylece devingen, canlı bir durum ölü bir istife dönüştürülmüş. Daha sert anlatımlı resimlerde ise ressam bile çizgilerini (bu son insancıl yaratıcı ögeyi) düşman bir gerçekliğe kaptırmış gibi gözüküyor.

Günümüz metropollerinde insan manzaraları l920’li “altın yılları”nkinden, sanatçılar cenneti Weimar Cumhuriyeti’nkinden farklı mı? Bugün şehirlerde insan çirkinleşmesi (ve onun nedeni olan yalnızlaşma) daha da derin boyutlara varmadı mı? Bana öyle geliyor ki, bugün yeni olgucu resim yapılabilseydi, belki de sanatçılar en yeni olgu olarak insansız beton yığınlarını, mal depolarını, birbirine benzeyen mağazaları çizmekle yetineceklerdi! Yine de umutsuz olmayalım. Bugün hâlâ o ressamlardan öğreneceğimiz bir şey var: Yıkım ve kötülük önünde ayık kalmak; feryad koparmak, sevgi ve insanlık duygularını ‘Terorizm’ biçiminde dile dökmek yerine, serinkanlılıkla ‘olan’ı anlatmak yürekliliğini göstermek. George Grosz  şu nihilist yargıya böyle bir serinkanlılıkla varmışa benziyor: “Insan iyi ‘değildir: hayır, kesim için yetiştirilmiş bir hayvandır o”. (‘Bir Yaşam Öyküsü Yerine’, 1925).
Gösteri, 1992

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder