Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Elif Naci


Erhan Karaesmen
Tatlı sohbet, renkli kişilik, espri gücü, gün görmüş İstanbul çelebiliği, zarif kalem, içki masası adabı, geniş dost çevresi ve çoluk çocuğuyla torunuyla mutlu bir aile yaşantısı. Elif Naci’den söz edebilmek için bir araya getirmemiz gereken kavramların bir bölümü, bunlar. Ama Türk resim tarihinin gerilerde kalmış bir önemli döneminden kesitler alan bir yazı dizisinde Elif Naci’yi ve resimi nasıl yanyana getireceğiz? Üstadın kendi ressamlığı üzerinde yapılagelmiş tarizlere ince ve derin esprilerle nasıl yanıtlar yetiştiregeldiğini hep biliyoruz. Bunların arasında anlamlı ve sevimli bir anekdot var ki özel bir yere sahiptir. Elif Naci’nin ağzından dinleyelim:
“Bu benim ressamlığım iyidir, kötüdür; hatta daha öteye gidelim gazeteciliğimin, kalem erbablığımın, müzeciliğimin yanısıra ressamlığımın lafı edilir mi edilmez mi konusunda ileri geri, kaba ince, esprili-esprisiz, kıskançlıktan kaynaklanan görgüsüzlükten oluşan konuşmalar, yazışmalar, dedikodular yapılagelmiştir. Bunların arasında büyük dostum rahmetli Doğan Nadi’nin ressamlığımın tek kusurum olduğunu belirleyen nefis esprisini ya da nur içinde yatsın, Hocam Çallı’nın kendisinden resim yapmak yerine içki içmesini öğrendiğimi ilan eden nükteli yaklaşımlarını hoşgörüyle ve kahkahalarla karşılamışımdır. Ama 1950’lerin devlet büyüklerinden bir zat-ı muhterem kendisine Türk müzeciliği konusunda verdiğimiz bir brifing sırasında aniden “Naci Bey sen resim falan da yapıyormuşsun maşallah” gibilerden gayet bönce bir tarizde bulundu. Tepem attı ve kendisine Rubens’in elçi olarak gönderildiği İspanya’da kendisine kral tarafından yapılan benzer bir tarize verdiği tarihi yanıtı hatırlatarak tepki gösterdim. ‘Ekselans ben asıl resim yaparım. Ama, ara sıra elçi sıfatıyla krallarla görüştüğüm de olur.’

Ama üstad bu tepkinin algılanıp algılanmadığı konusunda kuşkular taşıyor. Acaba bu muhterem yetkili Rubens adını daha önce duymuş muydu ki yapılan ince çağrışımı kavrayabilsin. Yıllar sonra bu öyküyü yeniden yaşarken üstat gevrek gevrek gülüyor. “Hani biz ne cinlerle ne şeytanlarla uğraşa uğraşa bu seksen üç yaşı bulduk” der gibilerden.

Oysa Elif Naci’nin resim hayatı tam altmış beş yıllık. Sanayi-i Nefise’ye girişini 1914 olarak biliyoruz. Hadi ilk bir-iki yıllık temel bilgi öğrenimini resim yaşamına katmayalım. Ama “Yeni, Resim Cemiyeti”nin kuruluşunda görev alışını artık sürekli sanat yaşamının başlangıcı olarak varsayabiliriz. Bu olayın tarihi kimi yazılı dökümanlara 1914 olarak geçmiştir. Ama yakınlarda Mahmut Cüda Hoca’nın da hatırlatması üzerine yeni bir bellek zorlamasıyla bu tarihin 1916 olabileceğini düşünmüş, Elif üstad.

“İşte beyim, o gün bugün fırça elimizde bu yolun yolcusuyuz. Gidiyoruz. Bakalım nereye kadar? Fırça tutuşumun bir-iki yıl eksiği kadar da kalemle oynamışım. Ama biri diğerini niye gölgede bırakmış olsun? Kaldı ki, ben kalemimi de Türkiye’de plastik sanatların tanınması, gelişmesi yolunda kullanmışımdır, çoğunlukla. Hatta kimi zamanlar o kadar ısrarla kullanmışımdır ki Çallı Hocam Naci gene çok bağırıyor. Cazgırlığa başladı’ diyerek hafif iğneli, hafif sitemli tepki göstermiştir.”
Çallı’nın bu cazgır benzetmesi Elif Naci üstada, ilk duyduğunda (cazgır sözcüğünü de ilk kez duyuyormuş) şöyle bangır, aygır falan gibi kavramları çağrıştırarak hafif bir şok geçirtmiş. Ama hemen kaleme sarılıp “Ben, cazgır Naci, niçin böyle yapıyorum”u döktürünce bir yazısında, olay tatlıya bağlanmıştır. Elif Hoca’nın (bilindiği gibi hem küçük adı, hem soyadı Elif’tir. Elif Hoca tamlamasını soyadından gelerek yapıyo rum) kalemiyle birlikte gruplaşma ve örgütleşme becerisini de seferber ederek Türk plastik sanatlarına yaptığı hizmetler sınırsızdır. Bunlardan tarihsel anekdot değeri taşıyan bir-ikisini az ilerde anlatacağız.

Dereli, Çelebi, Epikman, Berk, Cüda gibi sınıf ve grup arkadaşları içinde yaşça en büyükleri oluşu yüzünden Elif üstad Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subaylık yapmıştır. Sanayi-i Nefise öğrenimi kesintili yürümüştür. Bu arada arkadaşlarının bir bölümü Paris ya da Münih’te öğrenimlerini tamamlama şansı ele geçirmişlerdir. 1925’de kısa süreli de olsa bir burs şansı Elif Naci’ye de gülmüştür. Ancak döviz hesaplarındaki bürokratik engellerin işi uzatması ve mutlu aile yaşamı boyunca can yoldaşı olacak Makbule Hanım ile evlenmek üzere bulunuşu bu programı üstat’a erteletmiştir.

“İşte, erteleniş o erteleniş beyim. Bu yaşa geldim. Batıya henüz gidemedim. Istanbul bana yetiyor. Ben istanbul’la uzlaşıyorum. Bir kez Doğu’ya Bağdat’a doğru bir seyahatim oldu. Görev gereği Anadolu’muzu dolaşmışımdır, biraz. Ama, İstanbul’dur merkezim. Ha şunu da söyleyeyim Elif Naci’nin ressamlığıyla olduğu gibi coğrafya bilgisiyle de uğraşır kimileri. Yok, Çatalca’dan öte Batı’yı bilmezmişim. inanmayın ha. Neden mi diyeceksiniz? Çünkü ben Edirne’de doğmuşum. O kadarcık Batı’yı biliyorum, en azından.”

Görüldüğü gibi yirmili yılların ikinci yarısında hep İstanbul’da kalıyor Elif Naci. Yurtdışındaki arkadaşlarıyla haberleşiyor sürekli. Yazmayı ve yazıyla değerlendirmeyi sevdiği için, bindokuzyüzyirmiler Çallı Atelyesi çıkışlı kuşağın bir çeşit hem vakanüvist’liğini, hem merkezdeki irtibat elemanlığı görevini yürütüyor. Ve gazeteciliğinde de bir sanat değerlendiricisi, sanat düşünürü boyutu kendini göstermeye başlıyor.

Kendi bereketli kuşağının basındaki savunucusu, tanıtıcısı oluyor, bir yandan.
Bu kuşağın yurt dışında üst öğrenimi ya da ihtisas çalışmasını tamamlayan sanatçılarından yurda temelli dönüş ya da ara dönüş yapan yedi kişilik bir grup 1928’de Istanbul’a geliyor. Elif Naci sevinçten, coşkudan uçuyor. Sanatsever dostu Ahmet Şükrü Esmer’i de devreye sokarak sanatçı arkadaşlarının Türkiye’ ye dönüşünü Milliyet Gazetesinin birinci sayfasında iri puntolarla baş haber yapmayı beceriyor. Gazetenin aynı günkü dördüncü sayfasında sanat değerlendirmeler sütununda ise “Mehlika Sultan’a Aşık Yedi Genç” başlığıyla Elif Naci dostlarının dönüşünü kutlar. Türk kültürüne yapacakları hizmetleri sayar, döker.

Bu anekdot bana gözyaşartıcı bir arkadaş bağlılığının yanısıra ve hatta ötesinde; eksiksiz çağdaş bir, toplum olma isteğinin ve coşkusunun, bu coşkuyla birlikte aklın da gereği olarak kültür: değerleri yaratma çabasındaki Cumhuriyet kuşaklarına özgü içtenliğin bir göstergesi gibi gelmiştir.
Bu yazı dizisinde kişiliklerini ve yaratıcı yönlerini daha önce özetle incelemeye çalıştığımız Ali Çelebi, Mahmut Cüda Eşref  Üren gibi büyük ustaların tümünde bu coşkuyu ve kültür işçiliği yoluyla topluma hizmetin, önemine koşulsuz inanın gözlemiştim. Cumhuriyet’in ilk dönemlerine özgü, bu kültür atılımcılığı felsefesinden geriye kırıntı bile kalmadı.

1920’ler boyunca Elif Naci’nin resim olarak üretimine gelince; kendi ağzından dinleyelim.
“Çallı rahmetli, kısmen Nazmi Ziya, biraz da Avni Lifij ile, ama hepsinin önünde yüzyıl başı Türk resmine damgasını basmıştı. Kuvvetli ve renkli aydın kişiliği sanatçı üstünlüğüne eklenince biz, gencecik çocuklar için Çallı’dan etkilenmemenin mümkünü olamazdı. Çallı bize resim tekniğini büyük bir profesyonel ciddiyetle eksiksiz öğretmiştir.’ Ancak akım ve üslup olarak izlenimciliğe fazla inandırmıştır, fazla koşullandırmıştır bizi. Yirmiüçlerin, yirmibeşlerin Cumhuriyet heyecanı içinde ve özgürlük savaşı vermiş modern Türkiye’nin evrensel prestiji dolayısıyla dünya ile kültür iletişimimiz göreli olarak bugünkünden daha ferah bir atmosferde gerçekleşiyordu. Yurtiçinde kalan bizler de en aşağı bir yabancı dili öğreniyor, bu dilden yabancı sanat dergilerini izliyorduk. Fransa ve Almanya’daki arkadaşlarımız da sık sık yazıyordu. Böylece daha yeni akımları, daha genç önemli ustaları tanıyabiliyorduk. Ben Picasso’yu ta o tarihlerde keşfedip deşmişimdir. Sonra da hep dikkatle izlemişimdir. Ben kendim peyzaj yapıyordum. Canlı renkler yakalamış olduğum söylenirdi. Seyrek olarak ölü doğa ve biraz da çıplaklar üzerine çalışıyordum. Ancak bu yapılanları sadece hocalara ve birkaç meraklıya göstermekle yetinmeyip, daha geniş blr kamuoyu na gösterme arzusu hep kafamı, gönlümü tırmalardı.”


Bu anlatımda-üstadın sonradan kendisine büyük ün sağlayacak olan grup hareketi örgütleyiciliği, sergileme faaliyeti düzenleyiciliği yönünün ve beceri 5mm ilk çekirdek fikrini buluyoruz.
“1930 sonbaharında ben bir yüreklendim. Bir de punduna getirdim. Alay Köşkü’ndeki Güzel Sanatlar Birliği Merkezi’nde dört günlük bir kişisel sergi açtım. Peyzajlar, portreler falan. Pek matah şeyler değildi, belki. (Üstadın kendi fırça ürünlerinden söz ederken kullandığı ölçülü ve aşırı alçakgönüllü üslup hep ilgi çekici olmuştur. Kimilerinin Elif Naci’nin ressam yönünü tartışabilme cesareti buluşunda, üstadın kendi ürünlerin bu sözediş biçiminin de etkisi olmuş mudur, acaba?).
Bu öykünün önemli anekdot yönü 1930 sonbahar sergisinin Türk resim tarihinde öğrenim kurumları dışında açılmış, ilk kişisel sergi (belki de, Elif Naci’nin çok iyi hatırlayamamasına karşın, bir Türk ressamının bir resim’ sergileme mekanında açtığı ilk kişisel sergi) oluşundan kaynaklanmaktadır.
Aynı dönemlerde Elif Usta, bu yazı dizisinde sözünü önceden ettiğimiz Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Grubuyla işbirliği yapmış ve grubun etkinliklerinin yaygın tanıtımında ağırlıklı rol oynamıştır.


Daha sonra D Grubunun kurucuları ve etkin, sadık üyeleri arasında buluyoruz Elif Naci’yi.
“Kulakları çınlasın Nurullah ( hem resim yapışıyla, hem de sanat felsefesi ve tarihçesini kağıda geçirişiyle D’nin ruhani ağırlığını taşırdı. Ben tüm sergilerine katılarak hep bağlı kaldım, bu harekete. Hem de tanıtıcılığını. yapardım. Basında ve aydın çevrelerde.”
1933-1947 arası uzanan bu ‘dönem ressam Elif Naci’nin gelişme, üslup ve yerleştirme yönünden önemli atılım ve değişim dönemidir.

 “Nükte adamı, kalem adamı, içki masası, adamı olarak kendine göre aranan, eh biraz da ün yapmış bir kişi olmuştum, galiba. Ancak, aklım fikrim fırça, tuval, renk, desendeydi. Çallı etkisi, arkasından Batı’dan yeni bilgilerin aktarılışıyla oluşan geçici, bütünleşmemiş etkiler beni tümüyle doyurmuyordu. Kuşak arkadaşlarımı, bazen Andre Lhote’nın minnacık tapınağının müridleri diyerek kızdırdığım olurdu. Ama yenilikçi resim üzerinde anlattıklarını da can kulağıyla dinlerdim. Peyzaj ve portreler yapmaya devam ediyordum. Ancak kendi kendimle bir bütünleşmenin daha doğru bütünleşmemenin sıkıntısını zaman zaman duyuyordum. Oysa resim tekniği yönünden yaptıklarımın oturduğunu hem arkadaşlar söylüyordu, hem de kendim hissediyordum. Sonra birden dünyama Selçuk halıları girdi. Kıvılcımlanma ve tutuşma aynı anda oldu. Boşluğum dolmuştu.”

Elif Naci gazetecilik ününün de gittikçe arttığı bir dönemde ani gelişen bir patron-çalışan çelişmesi sonucu 1937’de gazetesinden ayrılır. Aynı günlerde, çocukluk arkadaşı ve döneminin sanatsever, kültürlü devlet yöneticilerinden Hasan Ali Yücel’in bir önerisini değerlendirir ve Türk İslam Eserleri Müzesi’ne Müdür Yardımcısı olur (daha sonra bu müzeye müdür olacak ve yıllarca hizmet verecektir). Bilgi biriktirme ve kültür arşivciliğine olan merakı dolayısıyla üstat bu görevde Türk sanatının bilinmeyen kökenlerinin incelenmesine girişir. Selçuklu halısı ve sonra hat yazısından gelerek 1930’ların yorumunu daha sağlam tabanlara oturtarak yapmaya başlar. Doğu mistisizminin, derinliğiyle birlikte hendeseli süslemeciliğe olan yatkınlığında bir çeşit Mondrian’ın dünyasını bulur. Ancak bu bulguları kendi tuvaline kendi üslubunda-aktarması üç dört yıllık bir sarsıntılı dönemin sonunu bekler.

“Selçuk halı deseni ve renkleriyle hat kaligrafisi öylesine etkilemişti ki beni, az ondan az diğerinden resmen kopya çektiğimi farketmeksizin ardı ardına yarı soyut yarı mistik kompozisyonlar üretiyor ve mutlu oluyordum. Sanat kültürüne, yaratıcı duyarlılığına ve gerçek eleştirmenlik namusuna sahip can dostum Cemal Tollu bana yaptığımın sentezden çok kopyaya yakın olduğunu olabildiğince açıksözlülükle, ama ikna edici biçimde anlattı. Aniden aklım suya ermişti. Kendi üslubumla soyutçuluğu o günlerde yakaladım. Kırk yıldır usanmadan yapıyorum. Çıplaklar, yağlıboyayla ve özgün baskıda ölü doğalar da yapıyorum, son yıllarda. Ama ben Selçuk halı hendesesinden onun ifade ettiği derinlikten abstraksiyona ulaşmış çağdaş Türk sanatçısı olmakla hep kıvanç duydum. Dünyaya kazık çakmaya gelmedik. Ama tanrının vereceği ömür boyunca kıvanç duymaya da devam edeceğim.”


Elif Naci’nin bu sözcükleri bana çok anlamlı geliyor Sadece Selçuk’tan abstraksiyona geçişteki entellektüel zorlaması ve becerisiyle bile Elif Naci’ye Türk resim tarihinde özgün, bir yer ayrılmıştır. Resim sanatını sevdirip yaygınlaştırmak için gösterdiği etkili çabalar, verdiği konferanslar, yazdığı makaleler ve kitaplar, özel söyleşilerindeki nükteli ve inandırıcı anlatımıyla plastik sanatı adına yaptığı içten ve başarılı ‘‘cazgılık’’, üstüne çabası.

Kaldı ki, Elif Naci seksen üç yaşını titrettiği, tükettiği eski bir aslan değil. Hala aslan. Göztepe, Ece Sokak, Dilek Apartmanı’ndaki dairesinde yazarlık etkenliğini başarıyla sürdürdüğü son derece düzenli kütüphane-arşiv odasına komşu balkonunu kendi eliyle camekan lar yaparak atelyeleştirmiş. Resimleri atelyenin dolabında, ev içinde çeşitli duvarlara asılı ya da duvar diplerinde düzenle saklanıyor. Sayıları da artıyor. Bu atelyecikte ya da güneş durumuna göre evinin geniş oturma odasında çalışıyor; resimlerine. Önümüzdeki aylarda Urart Galerisi’nde açacağı kişisel sergide göstereceği ölü doğalara birlikte bakıyoruz. Nefis şeyler. Hele bir de büyük boyutlu bir çıplak kompozisyonu var ki, önemli bir resim: Karşılıklı kahkahalar arasında “namahremdir”, deyip fazla göstermedi, bu resmini. (Belki üzerinde biraz daha detay çalışması yapacak. Tam bitmemişini namahrem esprisiyle kaçırıverdi gözümden).

“Bu Naci iyi çocuktur ama, öyle klasik resim yapmasını bilmez. Çiçekler, elmalar falan beceremez. Bir mistik abstredir tutturmuş gider.” Hep konuşulmuştur bu laflar, biliyorum. Bu lafları söyleyenleri utandırmak, ya da anlamsız birtakım tepkilere karşı kendimi kanıtlamak için yapmış değilim ha. İçimden geldi. Son bir iki yıldır ölü doğalar, vazolar, elmalar, portakallar yaptım. Galiba da pek kötü olmadı.”

Benim, gözüme ve beğenime göre pek kötü olmayışı bir yana oturaklı ve güzel kompozisyonlar bunlar. Elif Naci’den daha nice böyle mutlu sürprizler, yeni atılımlar çıkacağı. kesin. Saygılar kendisine.
Gösteri Dergisi,  1981

Elif Naci (d. 10 Ağustos 1898, Gelibolu - ö. 9 Mayıs 1987 İstanbul), hat sanatından esinlenerek gerçekleştirdiği soyut kompozisyonlarıyla tanınan ressam.
Ortaöğrenimini Vefa Sultanisi’nde tamamladı. 1914’te Sanayi-i Nefise Mektebi (sonradan Güzel Sanatlar Akademisi) Resim Bölümü’ne girerek İbrahim Çallı’nın öğrencisi oldu. Öğrencilik yıllarında 1916’da Ifham gazetesinde gazeteciliğe başladı. ileri, Son Posta, Son Telgraf, Milliyet, Tan ve Cumhuriyet gazetelerinde çalıştı. Okulu bitirdikten sonra çeşitli illerde öğretmenlik etti.

1933’te beş ressam arkadaşıyla birlikte D Grubu’nu kurdu. 1937’de Türk İslam Eserleri Müzesi’ne müdür yardımcısı olarak atandı, kısa bir süre sonra nıüdürlüğe getirildi ve bu görevini l956’ya değin sürdürdü. 1940’ta Cumhuriyet Halk Partisi’nin yurt gezileri programına katılarak Samsun’a gitti. Daha sonra Topkapı Sarayı Müzesi müdür yardımcılığı (1962-63) yaptı. 1976’da resimde ve basında 60. yılı bir jübileyle kutlandı.

Resme lise yıllarında başlayan Elif Naci, akademideki öğrenciliği sırasında izlenimci anlayışın etkisinde kaldı ve özellikle ev içi resimleri yaptı. 1933’ten sonra D Grubu içinde soyut anlayışa yöneldi. O yıllarda bir yandan da Ülkü dergisinde Türk sanatında çağdaşlaşma sorununu ele alan yazılar yazdı. Bu döneminde Klee ve Braque gibi çağdaş ustaların yanı sıra Yakut-ı Musta’sımi. Hafız Osman, Yesari Mehmed Esad gibi hat ustalarından da etkilendi. Resimlerine, hat sanatının soyut özelliklerinden. Selçuklu halılarının stilize örgelerinden esinlenerek oluşturduğu biçimler egemen oldu. Uzun süre bu anlayış doğrultusunda çalışan Elif Naci I970’lerin sonlarında geometrik soyuta yöneldi.

Ana Britannica


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder