1943'de Malatya'da doğdu. 1968'de Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar yüksek Okulu-Resim Bölümü'nü bitirdi. Avusturya, Almanya,Fransa ve İtalya'da mesleki çalışmalar yaptı. Marmara Üniversitesi'nde çalışan, halen Yeditepe Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan İnan belirli dönemlerde Almanya ve Belçika'da misafir profesör olarak bulundu. Sanatçı 12 ödüle sahiptir.
Berlin'de "Rumî" serginiz açılıyor. Bu serginin Batılı izleyiciden nasıl tepkiler olacağını düşünüyorsunuz? Batılı seyirci haberdar benim işlerimden, bugüne kadar çok sergi yaptım Almanya'da. Tepkilerin ne olacağını aşağı yukarı biliyorum. Onların resmim hakkında belli bir bilgisi var muhakkak. Bugüne kadar Berlin'de açtığım sergilerde resmim hakkındaki izlenimleri çok iyiydi ve bu beğeniler sebebiyle, Berlin'e misafir profesör olarak çağrıldım.
Sergideki resimlerinizden bahseder misiniz? "Rumi" sergisine, daha evvel İstanbul'da gerçekleşen "99 Şiir 99 Resim" isimli projemden 33 seçme eser ve İstanbul'da yaptığım bir kümbet dahil oluyor. Berlin'de yaptığım Kümbet'i Berlin'de sergiledim. Şimdi İstanbul'daki Kümbet'imi de oraya taşıyacağım, hem bir bütünlük oluşturuyoruz hem de sergiye üç boyutlu bir iş ekliyoruz.
6 ay boyunca başka hiçbir şey yapmayarak 99 resim yaptım, Mevlana'ya konsantre olarak... Bu projedeki çalışmaları, Talat S. Halman ile birlikte "99 Resim 99 Şiir" isimli proje kapsamında kitaplaştırdık ve İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı'nda sunduk. Çok güzel bir kitap oldu, çok iyi bir çalışmaydı.
Bir konu üzerinde yoğunlaşıp çalıştığımda artık bu devam ediyor, bitmiyor. Bugüne kadar da hep böyle çalıştım. Yazarlara odaklandım örneğin, Berlin'deki ilk sergim "İz" böyle oluştu. Sonra çalışmalarımın merkezine Kaf-ka'yı aldım. Edebiyatla resmi birlikte okuyarak... Belki de ilgi duyduğum konulara odaklanmak bir şeylerin ortaya çıkmasını tetikliyor. Örneğin Ferit Edgü'yle yaptığım çok eksi bir çalışmam var, 16 ressamın öyküsünü gravürlerle ifade etmiştik. Aras Oren'le de bir kitap yapmıştım, Berlin'de 1985'te, o kitapta da gravürler ve Aras Oren'in şiirleri yer alıyordu.
"Rumi"yi de daha evvel sürekli okuduğum, Mevlana Ce-lalettin Bumi'nin mesnevilerinden, divanından ve rubailerinden esinlenerek hazırladım. Böyle başladı ve bitmedi, devam etti. Şimdi büyük boyutlarda resimler ortaya çıkarttım. Bu sefer de mesnevisindeki sözcükler resmin içine giriyor, sözcükler ya da mesneviden bir pasaj ya da hikâyeler. Yazılarla resimler ortaya çıktı, 11 tane 2,50x93 cm. boyutunda. Böyle olunca biz Rumi ismini koyduk. Rumi hem kısa bir sözcük hem de Mevlana'nm Batılı anlamda bir ismiydi.Sanat tarihindeki isimlerce bu coğrafyaya uyarlanmalarına dair kafamda yeni bir fikir oluştu bu günlerde. Çünkü o sanatçılarında gerçeğiydi bu akımları tetikleyen toplumsal süreçler. Çünkü o sanatçılar da bizzat kendi doğdukları toprakların dışında sanat eğitimi alıyorlar, artık oradan besleniyorlardı. Sizin sanatınızda bu gibi yansımaların olduğu dönemler var mıdır? Yoksa yalnızca tekniği alıp -her yere beraberimizde gelen- içimizdeki kaynağın mahremiyetine tehdit olarak gördüğünüz, etrafınızda akıp giden hayata kapalı mı kaldınız?
Etrafta akıp giden hayata kapalı kalmak imkânsız gibi bir şey, hele bir sanatçı için daha da imkânsız. Tabii doğduğum topraklardan beslendiğimi, kendi resmimi düşündüğümde, görebiliyorum. Bazen kendime neyi, neden yola çıkarak yaptığımı soruyorum. Çünkü bir konsantrasyon meselesi resim yapmak. O konsantrasyon sırasında bir şeyleri ortaya çıkarmak isteğinizle resimde başkalığı yakalıyorsunuz.
Batı resim sanatım izliyoruz. Sanat eğitimimi istanbul'da yaptım, ondan sonra Batıda devam ettim. Öğretim görevlisi olarak, sergiler açarak aşağı yukarı 12 senemi Alman-va'da geçirdim. Doğduğunuz topraklardan o coğrafyaya giderken de Batılı anlamda bir resim anlayışı zaten bizim sanatımıza girmişti. Burada da Batılı anlamda resim eğitimi görüyorduk, Alman hocalarla çalışıyorduk. Zihnimde-kileri deşifre edeceğim zaman, geride hep var olan, benim doğduğum topraklardaki kültürün yansımalarını ister istemez görüyorsunuz. Tabii Batıdan teknikler elde ettim. Hem klasik resim anlayışı içindeki teknikler hem de gravür ve baskı teknikleri. Elbette sonuçta ortaya tamamen kendi resminiz çıkıyor. Teknik ikinci planda kalıyor ama her sanatçı da kendi tekniğini oluşturuyor sanatında, bir süreci incelerseniz o kişinin kendi tekniğini görüyorsunuz daha sonra.
Sanatın adeta mesajın aracına indirgendiği bir zamanda, bilmediğiniz bir alfabeyi resimlerinize alıyorsunuz. Siz, gerçek bir sanatçı tutumuyla bu harfleri resim ola-rak algıladığınızı söylüyorsunuz ancak yine farkında olmadığınız bir metin resminizin içine giriyor. Hiç düşünmediğiniz bir şeyler söylemiş olma ihtimaliniz hakkında ne dersiniz?
O sözcükler ve harfler başka bir şeyi anlatıyor, her ressamın kendine özgü bir dili vardır. Harfler bazen ya böcek oluyor ya da orada bazen eski yazıdaki harf dizisi oluyor. Ama bazen de çok önem verdiğim bir yazarın düşünceleri oluyor. Ama her şeyden evvel ortaya koyduğumuz dil kendi dilimiz oluyor. Bir kere böcekler ne söyler ben bü-miyorum ama yazıları resim olarak ortaya koyduğumuzda onlar yan yana geldiği için birlikte bir şeyler söylüyorlar. Yeni bir dil oluşuyor resmin içerisinde, bir heyecan oluyor. Başka bir şey görmeye başlıyorsunuz. Harfler de öyle, resme benzeyen o eski yazılar bana öyle geliyor. Yazılmış eski kâğıtlar, bir kısmı yan yazılmış bir kısmı istifler yapılmış kâğıtlarda... işte orada onlara baktığımda öyle bütünlenmiş resimler görüyorum. Eskimişlikleri de bana bir resim tadı veriyor çünkü bir "zaman" resmin içerisine girmiş gibi geliyor bana. Resmi var etmenin içerisine muhakkak zamanı da koymak gerek. Geçen bir an var ve o anın geçtiği yer var. Resmin içinde bunları hep dolaştırıyorum. Böceklerle, yazılarla ya da Mevlana'nm bir sözüyle... Ya da Kafka'nın anlaşılmaz nitelikteki düşünce yapısı... Bunlar hep bir araya geldiğinde resmin içerisinde öyle bir başkalık ortaya koyuyor ki. Yani bunları da hem bir sanatçı olarak yaşamak istiyorum, hem de ortaya bir şeyler koymak istiyorum.
Son olarak Berlin'deki sanat ortamını nasıl değerlendirirsiniz? O ortamda Türk sanatının yeri nedir? Berlin'e 1984'te bursla gittiğimde, çok güçlü bir sanat ortamıyla karşılaştım. Kendi içine kapalı ancak çok güçlü bir ortam. Sanat yaşatılıyordu ve empoze ediliyordu. Ama şimdi Berlin'deki sanat ortamına baktığımız zaman, o günlerdeki yoğunlukla yaşayamadığımızı görüyoruz. O günlerdeki sanat atmosferi bugün yok. Belki oradaki Doğu'ya karşı yapılmış bir kültür politikasıydı bu yoğunluk. Ama bugün bunu orada da bulmak çok zor. Bugünse sanat, eski dönemlerdeki kapalılığının kendi içine dönük heyecanın aksine, tamamen dünyaya açılmış bir ortamda var ediliyor. Ancak o eski yoğunluk yok maalesef. Berlin'de bir galerimiz var, Galeri Artist. Orada 4 senedir boy gösteriyor, çok iyi sergiler yaptı. Bunlar Dağhan Özil'in içindeki istekle oluyor. Başka bir şey düşünmüyor, çünkü bakıyorum ciddi bir maddi boyutu yok, geriye sadece maneviyatı kalıyor. Orada Türk sanatını belli bir yere getirmek istiyor. İlk başta Batılı sanatçılara önem vererek çok önemli sanatçılara sergiler açtı. Bunun yanında Türk sanatçılara da eğilmeye başladı, bir ilgi odağı bulabilirsek, izleyiciyi oraya çekebilirsek, Türk resmi için uluslararası camiada önemli bir yol kaydedilmiş olacak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder