Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Gotik Sanat



Akıl ilkesiyle, gizemci bir aşkla ve maddenin gözlemlenmesiyle belirginleşen gotik sanat, ışık etkileri ve bezeme öğeleriyle oynayarak, roman sanatının dolu yüzeyleri yerine boşlukları getirmiş, ruhun ve dünyanın aynası olarak hacimlerin göz kamaştırıcı bir oyunu gibi ortaya çıkmıştır.

Başlangıçta «gotik» terimi, XV. yy İtalya’sında, Ortaçağ sanatını nitelemek için barbarla eşanlamlı, küçültücü bir sıfat olarak ortaya çıktı: Germen istilacıların, güzel diye nitelendirilemeyecek kadar antik mükemmellikten uzak, cicili bicili bir sanat getirdiği düşünülüyor, Ortaçağ bir çöküş dönemi, İlkçağ’la Rönesans arasında sanatta açılan bir parantez olarak algılanıyordu. Oysa Rönesans, özellikle mimarlık alanında Ortaçağ tekniklerini tümüyle silip atmadı. Örneğin Paris’teki Saint Eustache Kilisesi’nde yenilenen dekor, Ortaçağ yapım anlayışının sınırları içindeydi.

XIX. yy’da gotik sanat kavramı, dönemin yalnız son bölümü için (XII. yy ortası-XVI. yy başı) kullanılmaya başladı ve esas olarak mimarlığın kimi karakterlerine dayanan ve romantik harekete bağlı bir zevk değişikliğinin sonucu olan yeni bir tanıma kavuştu.

XII. yy’daki değişimler
Gotik sanat, sürüp giden Ortaçağ sanatını bir kesintiye uğratmamış, daha çok önceki arayışların ulaştığı bir sonuç olmuştur. Özellikle Arap uygarlığı aracılığıyla yeniden keşfedilen Aristoteles felsefesine dayalı yeni düşünce biçimlerine bağlı olarak, dönüşüm halindeki bir toplumda gelişmiştir. Gerçekten de XII. yy’a kadar Ortaçağ düşüncesi Platon öğretisiyle beslenmişti. Buna göre, algılanan dünya, tek gerçek ve dolayısıyla dikkate alınmaya değer tek şey olan ilahi dünyanın yanıltıcı bir yansımasından başka bir şey değildi. Taban tabana zıt bir yaklaşımla, doğanın özenle gözlemlenmesini ve analizini öngören Aristoteles’in yapıtı, figürlü sanatlarda gerçekçiliğin giderek gelişmesinin temelini oluşturur. 

Üniversitelerin kurulmasıyla keşişler, gelişen ve çeşitlenen bir eğitimin tekelini yavaş yavaş ellerinden kaçırmışlardır. Hiçbir tarikata bağlı olmayan rahiplerin ve laiklerin sanattaki rolü, hızlı bir biçimde gelişen kentlerde artmış ve manastırdan çok, kolektif bir yapıt olarak katedral, yenileşmenin odağı olmuştur. Değişim o sıralarda iyice güçlenmiş olan Capet Hanedanı’nın temsil ettiği Fransa krallığının merkezi olan Ile-de-France’ta ortaya çıkmıştır.


Sanatçılar, kiliselerine kubbe atmayı ve yeni, görkemli bir üslupla heykelleri düzenlemeyi henüz sonuçlandırmamışlardı ki, yeni bir düşünce, yaptıkları kiliseleri daha şimdiden kaba ve eskimiş hale sokmuştu bile. Bu yeni düşünce Kuzey Fransa’da doğan Gotik üsluptu.

Önceleri, bu üslup, tümden teknik bir yenilik sayılabilirdi, ama aslında bunun çok daha ötesindeydi. Çapraz kaburgalarla kiliselere kubbe atma yönteminin, Norman mimarlarının düşlediğinden daha tutarlı olarak ve çok daha geniş sonuçlarla geliştirilebileceği ortaya çıktı. Taşların yalnızca araları doldurduğu kaburgaları, alttan desteklemeye payeler yettiğine göre, payeler arasındaki kütlesel duvarların hiç de gereği kalmıyordu. Tüm yapıyı bütünüyle ayakta tutabilecek, bir tür taş iskele çıkılabilirdi. Ne var ki, bunun için ince payeler ve dar kaburgalar gerekiyordu. Geri kalan her şey, yıkılma tehlikesi olmaksızın öylece bırakılabilirdi. Ağır taş duvarlara gereklik yoktu. Tam tersine, geniş pencereler açılabilirdi. Mimarların ülküsü, o zaman, biz bugün nasıl ser yapıyorsak, öyle kilise yapmak oldu. Çelik iskele ya da demir kirişler bulunmadığı için de, bu iskelelerin taştan yapılması gerekiyordu; bu çok dikkatli sayısız hesaplar istiyordu. Hesap doğru çıktığı takdirde, yepyeni bir kilise örneği yapmak olanaklaşıyordu. Yani, dünyanın o ana dek hiç görmediği taştan ve camdan bir yapı. Gotik katedrallerini esinleyen ve XII. yüzyılın ikinci yarısında Kuzey Fransa’da gelişen düşünce işte bu oldu.

Doğal olarak, kesişen kaburgalar ilkesi, devrimci Gotik üslup için tek başına yeterli değildi. Mucizeyi gerçekleştirmek için daha başka bir sürü teknik yenilikler gerekiyordu. Örneğin, Roman üslubunun yuvarlak kemerleri, Gotik yapıcıların amaçlarına uygun değildi; çünkü iki paye arasındaki boşluğu yarım daire bir kemerle aşma zorunluluğunun olması yüzünden, girişimi sonuçlandırmak için tek bir yol kalıyordu. Kubbe ise, ne daha aşağı, ne de daha yukarı, hep aynı yükseklikte kalmak zorundaydı. Daha yukarı varmak için, daha sivri bir kemer yapmak gerekiyordu. Yani, bu durumda en iyisi, yuvarlak kemerden vazgeçmek ve iki çember parçasını birbirine yaklaştırmaktı. İşte, size, duruma göre büyük değişebilme olanağı sağlayan, yapının gereklerine göre daha açık veya daha sivri olabilen bir kemer, yani sivri kemer.

Ama bir başka noktanın daha dikkate alınması gerekiyordu. Kubbeyi oluşturan ağır taşlar, yalnızca aşağıya değil, bir gergin kemer gibi, yanlara doğru da basınçta bulunurlar. Bu durumda da, sivri kemer, yuvarlak kemere göre bir gelişmeydi ama, payeler henüz bu dış basınca dayanacak güçte değildi. Bu nedenle tüm yapının ayakta kalmasını sağlayacak güçlü kasnaklar gerekiyordu. Yan sahınların tavan örtüsü sorunu, dışardan destek payeleri konulabileceğine göre, pek güç sayılmazdı. Peki ya orta sahın için ne yapılmalıydı? Orta sahına, dışardan, yan sahınların üstünden destek koymak gerekiyordu. Bu yolla da, Gotik tavan örtüsünün yapısını tamamlayan, “tırmanan kemerlerin” kullanımı ortaya çıkıyor . Bir Gotik kilise, taştan bu ince yapılar arasında, çok ince tellerin tuttuğu bir bisiklet tekeri örneği, havada asılıymış gibi gözükür. Her iki durumda da, bütünün sağlamlığını bozmaksızın, en az miktarda gereç kullanımını olanaklı kılan şey, ağırlığın eşit dağıtımıdır.
Sanatın Öyküsü, Gombrich

Gotik üslubun başlıca öğesi olan yeni mimari estetik, başlangıçta roman mimari deneyiminin vardığı son durak olarak ortaya çıktı. Yapıların genel strüktürü, bunun bir sonucuydu. «Uyumlu» diye anılan iki kuleli cephe, norman sanatının bir mirasıydı ve ışınsal şapelli deambulatoryum ise büyük Roma kiliselerinden alınmıştı. Ayrıca, bellibaşlı iki teknik de Roman sanatının buluşudur: kırık kemerin teknik üstünlüğü daha XI. yy sonunda Paris’teki Cluny Manastır Kilisesi’nde fark edilmiş, sivri kemer Lombardiya’da (Milano’da San Ambrogio), İngiltere’de (Durham Katedrali) ve Normandiya’da (Lessay Manas Kilisesi) denenmişti. Kırık kemerin tek işlevi, duvarların yüküyle o çıkan itme kuvvetlerini aşağıya doğru kolayca aktarmak ve böylece kemerlerin ezilmesini önlemekten, sivri kemerli tonoz, çapraz tonozun ayrıntıları boyunca sabit bir taş kalıp kurarak itme kuvvetlerini taşıyıcılara yöneltiyor, böylece taşıyıcılar arasındaki duvarları azaltma, hatta ortadan kaldırma imkânını,veriyordu.Kaynaklar ve teknik yenilikleri      

XIII. yy’da girişilen başarılı uygulamalar
Hâlâ çok büyük ölçüde roman estetiğinden esinlenen bu ilk uygulamaları, XIII. yy’da, önceki yüzyılda denenmiş formülleri kullanan ve geliştiren yeni yapılar izlemiştir. Geleneksel sınıflandırmaya göre mızraklı ve ışınlı gotik adlarıyla anılan iki aşama söz konusudur. Yalnızca pencerelerin biçim ve düzenine dayanan bu terminoloji, günümüzde çok sınırlayıcı bulunduğundan beğenilmemekte, ancak «ışınlı» terimi XIII.yy ve X1V yy’da gerçekleştirilmiş yapıtları nitelendirmede yine de kullanılmaktadır. Bu dönem boyunca, teknik bilgiyi ellerinde tutan mimarlar artık ustabaşı düzeyinin üstünde bir yerdedir. Bu mimarlardan bazıları unutulmamıştır: Reims’te Jean d’Orbais, Amiens’da Robert de Luzarches, Paris Notre-Dame Katedrali’nin çapraz sahnını gerçekleştiren Jean de Chelles, Saint-Denis Manastır Kilisesi’ni kısmen yeniden inşa eden Pierre ve Fudes de Montreuil, Parşömen üzerine çizilmiş, birkaç nadir desen, örneğin Villard de Honnecourt’un kroki defteri ve Strasbourg Katedrali’nin cephe görünüşleri günümüze ulaşmıştır.

Işıklı gotik
Altın çağ gotiğinin sürekliliği içinde ışınlı üslup özellikle camlı yüzeylerin dikkate değer bir biçimde artmasıyla ayırt edilir. Paris’teki Sainte-Chapelle’in tek sahınlı üst şapeli, bunun ilk anlamlı örneğidir (1243-1248). Büyük yapılarda yan sahınların alışılagelmiş sundurma çatılar yerine piramitlerle veya düz çatılarla örtülmesi, doğal ışık alan triforyumların yapılmasını sağlamıştır. Amiens ve Beauvais katedralleri koroyerinde bu sistemin benimsenmiş olması, kuşkusuz bunların geç bir tarihte tamamlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. İle-de-France’ta en karakteristik örnek, koroyeri, çaprazsahnı ve ana sahnı 1231-1265 arasında yeniden inşa edilen Saint-Denis Kilisesi’dir.

XIII. yy’ın ikinci yarısında ve  XIV. yy boyunca çeşitli yapılar, daha statik bir biçimde de olsa bu modele göre yapılmıştır: Troyes’da ki Saint-Urbain Kilisesi (yapımına 1262’de başlanmıştır), Evreux Katedrali’nin koroyeri (1260-1310), Rouen’daki Saint-Ouen Manastır Kilisesi (1318-1339). Koroyerleri, Saint-Sulpice Kilisesi’nde (Essonne’da Saint-Sulpice-de-Favi olduğu gibi tam anlamıyla cam kafeslere dönüşmüştür. Bununla birlikte, mimari etkinliğin en önemli bölümü, daha önce başlanmış yapıların tamamlanmasına ayrılmış gibidir (Auxerre, Troyes ve Tours katedralleri).

Mimari bezeme ve değerli sanatlar
Sanat bu alanda öylesine büyük bir gelişme göstermiştir ki, bunu basitçe tanımlamak güçtür. Kimi eski gelenekler sürdürülmüşse de, dünyanın yeni bir gözle kavranması giderek gerçekçilik arayışına özendirmiştir. Bir yandan çok sayıda nitelikli eser üretilirken, bir yandan da tümüyle sanayiye dayanan bir üretim doğmaktadır. Hem yapımcı, hem müşteri olarak laiklerin payı hızla önem kazanmaktadır.

Kilise ve bezemesi
XII. yy’ın sonundan itibaren karmaşık ikonografik programlar yeni inşaatlarda yer almaya başlamıştır. Artık yalnızca ilahi kelâmı aktarmak ve ahlaki bir söylem temelinde insanlara cehennemle cennet arasında bir seçim önermek söz konusu değildir. Artık insanlık da yapıyla bütünleşmekte, katedral dünyanın aynası durumuna gelmektedir. Önceki dönemin büyük temaları ki hâlâ mevcuttur ve Son Yargı genellikle ana taçkapınm kemer tablasında yer almaktadır. Hz. Meıyem de, insanla Tanrı arasındaki ayrıcalıklı bir aracı gibi, İsa’yla birlikte çoğunlukla cephede görülmektedir. İç mekân bezemesi artık yalnızca İnciller ve Eski Ahit’le sınırlı değildir:

Hıristiyanlığın kurucusu olan azizler büyük bir yer tutmakta ve XIII. yy’dan itibaren kimi insani etkinlikler gösterilmekte, özellikle de meslekler (kumaşçılar, kasaplar) canlandırılmaktadır. Bunlar elbette loncaların bağışlarıdır ama böylesi imgelerin kilise içinde kabul görmesi, insanın, yani gerçek dünyanın, ilahi dünyanın bir parçası olduğunu kanıtlamak ister gibidir. Nihayet, Eski Ahit krallarının tasviri yoluyla krallık da kilisede var olmaktadır.

Roman sanatı dönemin en önemli ifadesi olan duvar resminin rolü duvarlar gitgide ortadan kalktığı için azalmaktadır. Ortaçağ sonuna kadar daha mütevazı yapılarda kullanılan duvar resmi, yalnız Güney Avrupa’da, özellikle de İtalya’da önemli bir sanat olarak varlığını sürdürmüştür. Ne var ki, Cimabue veya Giotto’yu gotik ressamlar olarak ele almak güçtür ve özellikle Venedik yoluyla gelen Bizans katkıları, bu üretimi ayrı bir grupta değerlendirmeye zorlamaktadır. Fransa’da XV. yy’a kadar Provence’ta ve Languedoc’ta nitelikli yapıtlar gerçekleştirilmiştir ve Albi’deki Seti Yargı buna iyi bir örnektir.

Kuzey Avrupa’da vitray, resmin yerini almaya başlamıştır. Önceden boyanmış renkli camlarla oluşturulan vitray, parlak resimler yaratmak için doğal ışıktan yararlanmakta, böylece tapınağa, işlevine uygun bir loşluk vermektedir. Chartres Katedrali’ndeki renkler, koyu mavilerle parlak kırmızıları, canlı yeşilleri ve altın sarılarını kontrast içinde bir araya getirmekle haklı bir ün kazanmıştır.

Erken Ortaçağ’dan beri bilinen bu teknik, ilk gotik deneyimlerle bağlantılı olarak, gerçek anlamda XII. yy’da gelişmiştir. Poitiers’de, Mans’da ve özellikle Chartres’da, hâlâ romanesk üslubun izlerini taşıyan güzel örnekler günümüze ulaşmıştır. Chartres’ın batı cephesindeki pencereler ve deambulatoryum vitraylarına daha ileri bir tarihte eklenen Hz. Meryem figürü anılmalıdır.

Ama kiliseler XIII. yy’da kapı ve pencelerin büyütülmesiyle gerçek anlamda cam kafeslere dönüşmüştür. Paris Sainte-Chapelle’de vitraylar, zeminden tonoza kadar neredeyse tüm cephe kaplamaktadır. Katedrallerde alt kat pencereleri genellikle (Chıstres ve Bourges’un deambulatoryumlarında olduğu gibi) madalyati lar içine yerleştirilmiş öykülü küçük sahnelerden oluşurken, büyük figürler sahnın ve koroyerinin üst pencerelerinde yer alır. XIII. yy’u sonundan itibaren vitraylarda büyük klşüiklere yer vermek kura haline gelmiştir (Troyes’da Saint-Urbain, Rouen’da Saint-Ouen)

XV. yy sonunda bu gelenek, renkli camlara aynı önemin verildiği 1 Metz Katedrali’nin koroyerinde ve çapraz sahnında hâlâ sürmekdir. Başka yerlerdeyse yeni bir tekniğin geliştiği gözlenir: camlar daha büyümüş, renkler daha açıklaşmış ve asıl desen grizay olarak gerçekleştirilmiştir. XVI. yy’da boyalı camın gelişmesiyle nitelikli vitraylar da ortadan kalkacaktır.

Tıpkı vitray gibi heykel de roman sanatı dönem üslubunun ürünüdür. XII. yy’da heykel dini mimarlığın ayrılmaz bir parçasıdır. Saint-Denis, Chartres ve Bourges katedrallerinin heykel sütunları

Heykel
Heykellerin bağımsızlığını kazanması XIII. yy’da olmuş, 12l0’ı doğru Chartres’ın kuzey ve güney taçkapılarında, ardından Amiens’de ve Reims’ın cephesinde klasik bir üslup gelişmiştir. Reims Katedrali belki de, birbirini izleyen üç üslup açısından en olgunlaşmış sanatı temsil etmektedir: birincisi, belirgin bir biçimde antik, karakter taşıyan Ziyaret sahnesinde anlatımım bulurken, ciddi üslup diye anılan ikincisi Amiens klasikçiciğini taklit etmekte, Paris heykel sanatına büyük etkisi olacak üçüncü üslup da biçimlerin yumuşaması ve yüzlerdeki mütebessim ifadesiyle ayırt edilmektedir (Gülümseyen Melek). Fransız geleneğindeki heykel mimarlıkla birlikte, özellikle Bamberg (Katedralin Adem taçkapısında Süvari heykeli, l235’e doğru) ve Naumburg başta olmak üzere (batı jübesi, l225’e doğru); Bourgogne’da gotik heykel, Dijon’daki Champmnıl Manastırı’nda, Flaman usta Claus Sluter’in yapıtı olan Musa Kuyusu’ndaki büyük peygamber heykelleriyle (1395-1404) en parlak dönemini yaşayan Fransa’da Ortaçağ sonunda okulların sayısı artmıştır ve bunlardan en önemlilerinden biri Troyes okuludur.

 İtalya bu akımın dışında kalmış gibidir ve Nicola ve Giovanni Pisano gibi sanatçıların antik sanattan derin izler taşıyan yapıtları daha çok Rönesans’ın habercisidir. Büyük yapıtların yanında, halk inanışlarına bağlı olarak küçük heykellerin de çoğaldığı görülmektedir. Bunlar halkın gözünde Tanrı’nın aracıları sayılan ve dertlere deva oldukları düşünülen çeşidi azizlere aittir.

Duvar Halıcılığı
Gerçek anlamda XIV. ve XV. yy’larda gelişen duvar halıcılığı, ürünlerin çoğu harap olduğundan daha az tanınmaktadır. Taşınabilir bir dekor olan duvar halısı, kimi şenliklerde kullanılmıştır. Bu-türün korunmuş en güzel örneği, kuşkusuz, Angems Katedrali için XIV. yy’da gerçekleştirilmiş olan Kıyamet konulu duvar halısıdır.

Sehpa resimleri, yani tablolar ve sunakarkalıkları, XV. yy’da büyük bir önem kazanmıştır. Ne var ki, «primitif» ressamların çoğu çok geçmeden İtalyan Rönesansı’nın etkisine girdiğinden, kimi hatlar gotik kalmışsa da, eserlerin çoğu gerçek anlamda dönemine, yani Ortaçağ’a ait değildir. Flander Ren bölgeleri, Bourgogne düklüğü ve Ile-de-France en canlı üretim merkezleridir.

Değerli sanatlar
Tezhipli dinsel elyazmaları en önemli yeri tutmaktadır ama bunlar gitgide laik ressamlara sipariş edilir olmuştur. Merkezlerin sayısı artmış, ahlak dersi veren İnciller gibi, Eski ve Yeni Ahitlerin birbi öyle uzlaşan bölümlerini ele alan yeni eser türleri ortaya çıkmıştır. XIII. yy ortasında Paris okulu, Sainte-Chapelle için «Aziz Louis Mezamirler Kitabı» (1253-1270) gibi önemli eserler gerçekleştirmiştin Ancak, XIV yy’dan başlayarak kişisel kullanım için dua saatleri kitabı gibi özel siparişler çoğalmıştır.

Aynı zamanda, fildişi heykel ve kuyumculuk yapıtları gibi önemli bir üretim daha dikkati çekmektedir. Kimi zaman çokkanatlı olarak düzenlenmiş çok sayıda Fildişi levha gerçekleştirilmiş, Sainte-Chapelle’deki Çocuklu Meryem (1 doğru) gibi heykelcikler üretilmiştir.

Kuyumculuk, özellikle de minecilik ürünleri daha da çok sayı dadır. XII. yy sonunda, sanatçı Nicolas de Verdun çevresinde Meuse okulu ince bir sanat geliştirmiştinrAvusturya’daki Klostemeuburg’un ünlü sunakarkalığı bu sanatçının yapıtıdır. XIII. yy’da bölge, tüm Germen İmparatorluğu’nda bulunan büyük rölikerleriyle ün kazanacaktır. Avrupa’da korunan çok sayıda nesne, Limoges mine sanatının önemi üretimine ve bunun tüm Ortaçağ boyunca gösterdiği başarıya tanıklık etmektedir. Axis


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder