Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Hamit Görele


Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
Türk resminin modernleşme döneminde bir sanat savaşımı vermiş olan Hamit Görele’ Haziran başında kaybettik. Resimde desen, renk ve biçim yönlerinden doğru saydığı inançlarını dirençle sürdürmüş, son yıllara kadar devletçe ve sanatçıların bir bölüğünce ihmal edildiğine, giderek yadsındığına inanmıştı. Ama daha İkinci Devlet Resim ve Heykel Sergi sinde üçüncülük almış, 1967’de çağdaş Türk Ressamları Derneğince yılın sanatçısı seçilmişti. ‘Devlet Onur Belgesi” verilen iki ressamdan (öteki Eşref Üren) biriydi.

Doğum tarihi genellikle 1903 olarak yazılır. Sanırım daha büyüktür, bir formalite gereği yaşını küçültmek zorunda kalmıştır. 1897 doğumlu Eşref Üren’den üç yaş kadar büyük olmalıdır. Bu durumda, Görele önde gelen Türk ressamları içinde en yaşlısıydı.

Soyadı doğduğu yerden ötürü “Görele”dir. Nüfus kağıtları yeni harflerle ilk doldurulduğunda, yanlışlık la “Görel’ yazılmış, bu yüzden uzun süre tablolarına da “Görel” diye imza atmak zorunda kalmıştı. İlk ve orta öğrenimini Gümüşhane’de, lise öğrenimini de İstanbul’da yaptıktan sonra, babasının isteğine uyarak (bugün LT.Ü. olan) Mühendislik Mektebine girmiştir. Bu okulu iki yıl sonra bırakmış, askerlik görevini yaptıktan sonra asıl hevesi olan resmi ön plana alarak Güzel Sanatlar Akademisine gitmeye başlamıştı. Orada Hikmet Onat ve İbrahim Çallı atölyelerinde çalıştı. Başvuru için yaşı önce büyük bulunduysa da, Milli Eğitim Bakanlığının açtığı yarışmayı kazanarak resim öğrenimini tamamlamak üzere Paris’e gönderildi. İlk başında Julian Akademisinde, sonra ünlü André Lhote atölyesınde çalıştı.

1932’de Paris’te “Grande Gal Moderne’de düzenlenen ve yüzyılımızın ünlü sanatçılarını bir araya getiren bir sergide “Firavun’un Karısı” ve “Odalık” adlı iki yağlıboyası Cézanne, Matisse, Picasso, Bonnard, Lhote ve Soutmne gibi uluların arasında yer aldı. Onun sanat yaşamı ve Türk resminin tarihi açılarından önemli olan şu ki, Hamit Görele Paris’e Türkiyeden bir Cézanne,  Matisse ve Bonnard sevgisiyle gitmiş, fakat Picasso ve Braque’a hak vererek dönmüştü.
Paris dönüşü ilk sergisini Temmuz 1933’de Galatasaray Lisesi salonlarında açtı. Geçirdiği evrimi kendi şöyle anlatıyordu: “Klasik sanat anlayışına karşı ilk isyan bayrağını açan, arabasından tabancasını havaya sıka sıka ‘Picasso geliyor!’ diye naralar atarak Paris’e giren İspanyol delikanlısı oldu. Büyük zeka Matisse’in modern çabası bile Picasso’nun ortaya attığı kübizm yanında hiç kalır. Doğayı yıkıp, yeni ölçüler, yeni orantılar ve yeni renklerle yepyeni bir dünya kurmak isteyen Chagall’lar, Dufy’ler ve Matisse’ler de doğanın baskısından kurtaramamışlardı kendilerini. Her doğa parçasının güzel olmadığını doğa aşıkları da bilir. Doğa güzelliği bile, renklerin oyunu ve düzeni oranında güzeldir. Mavi, gök ve deniz olduğu için değil, deniz ve gök mavi, olduğu için güzeldir. Yeşil, ağaç olduğu için değil, ağaç, yeşil olduğu için güzel. Bulut da öyle, dağ da, kır da... Madem ki mavi, güzel olmak için ne gök, ne deniz olmaya ve yeşil de güzel olmak için ağaç olmaya ihtiyacı yoksa, mademki gök gök olduğu için değil de beyaz olduğu için güzelse, aydınları mı doğa doğa diye direnmelerine ne denir? Bir ağacı maviye boyasanız, kıyamet kopar, ‘mavi ağaç olur mu?’ diye. Paris’e Matisse ve Bonnard sevgisiyle gitmiştim ama, üç buçuk yıl sonra Picasso ve Braque hayranlığıyla döndüm.”


Hamit Görele’ye göre, sanatta asıl devrimi Kandinsky başarmıştı. Kandinsky elimizdeki renkleri doğa yapısına uyarak koyma yerine istediğimiz gibi ve istediğimiz düzende kullanmayı getirmişti sanata. Ona kalırsa, bu anlayışta Picasso ve Braque da az zamanda klasiklere karışmışlardı. Görele müziğin matematiğe, resmin de geometriye dayandığına inanıyordu. Büyük ustaları yapıtlarında bile temelde geometrik bir anlayış görmekteydi. Onlar geometriyi sertlikleri yumuşatarak, köşeleri yontarak ve törpüleyerek gözümüzden saklamışlardı. Görele bu saklamaya gerek görmeden, geometrik biçimleri olduğu gibi koyduğu inancındaydı. Ona kalırsa, insan zekâsının bulduğu bu biçimlerin doğada eşi yoktu ve en sağlam biçimler onlardı.

Bu yeni akıma ısınamayan fıgüratif sanatseverlerden sesler yükseliyordu: “Bu böyle sürüp gidemez!” Görele’nin yanıtı şudur: “Hiç göğün özgürlüğünü tatmış olan şahin, doğanın altında olsa, kafesine girer mi?” Sergilerine gelen dostları sorarlardı: “Bu güzel doğayı neden bu biçimlere sokarsın? Onu olduğu gibi yapsana” Görele’ ye göre, yazında da doğaya hiç benzemeyen deyişler, benzetişler yok mudur? Örneğin, “yay gibi kaşlar, ok gibi kirpikler”sözleri... Ozan ince belli gördüğü sevgilisine “karınca belli” der, ses çıkmaz da, biri böyle bir fıgür çizse, kıyamet kopar.
Görele diyor ki: “Günler, yıllar geçti. Dünyayı saran yeni inanışlar, yeni resim anlayışı yurdumuzun da kapısını çalmaya, aydınlarımızın görüşlerini zorlamaya başladı. Picasso gerçeği ağır basınca, bu kez, kendilerinden kuşkulanmaya başladılar. Daha kötüsü, modern resim adına işlenen cinayetlere de ses çıkaramaz oldular...”

Bu noktadan hareketle, yurdumuzda, uzun süre, inceleyen, değerlendiren ve yol gösteren sanat eleştirmenleri olmadığı kanısındaydı. Bu durumda, sanatçı kendi kaleme sarılıp eleştirmen olmak istiyordu. Hele “ben şunu ve şunu yaptım; şimdi de yerel özellikleri Batı tekniğiyle işleyerek Türk resmini rayına oturtmak istiyorum,” biçiminde anlaşılacak tavırlara büyüklük kuruntusu olarak bakıyordu. Görele’ye göre, bir sanatçı kendi hakkında böyle kararlar vermemeli ve bir ressam başka bir ressamı eleştirmemeliydi. Sanatçının asıl başka bir görevi asıl büyük bir işi vardı. Sanatçılık başka, eleştirmenlik başka, derdi Görele.

Yalnız köy ve köylü resmi yapmakla da “yerel sanat” yaratılamayacağını savunurdu. Delacroix, Fransız köyünü de yaptığı için mi bir Fransız ressamıdır? Zeki Paşa köylü resmi yapmadı diye Türk ressamı sayılmayacak mı? Ve Türk köyünü ve köylüsünü konu alan yabancı ressamları Türk sanatçısı olarak mı görmek gerek? Görele’nin bu düşünceleriyle uyuşmayanlar doğal olarak vardır. Ama Görele’nin biçimlerindeki keskin köşelerin yansıttığı kararlılık gibi, sağlam bir mantığı ve kestirme bir deyişi vardı. Bedri Rahmi, “ben güzele güzel demem, güzel yararlı olmayınca” demiş. “Gerçekten güzelse, neden güzel demeyeyim?” diye soruyordu Görele. Onun anlayışı buydu.

Cumhuriyet daha ilk yıllarında Paris’e varışından, son günlerini yaşadığı birkaç hafta öncesine kadar, inandıklarını kendi mantığı içinde savundu. Karşısında başka düşünceli kişiler de buldu. Bu doğaldır da.  Ancak, ayrıca, ihmal edildiği kanısındaydı. Doğal olmayan ve olmaması gereken budur. Önce, hastaydı. Kendine bakacak parasal olanaklardan yoksun sayılmazdı, ama gene de sağlık konularında devletin elini sırtında duymaya hak kazanmıştı. Sanat üstüne söyleyeceklerini, vakit geçmeden, görüntüsüyle birlikte, televizyona aldırmak istiyordu. Bu önerisine gelen ilk yanıtın olumsuz oluşu, hele bunca yıl sonra adının bile yanlış yazılmış olması onu pek üzmüştü. Ve o zamanki Kültür Bakanı adına sekreterlerinden birinin yanlış buluşma saati verişi onu şaşırtmıştı. Ben büyük Hamit Görele’yi bu olayların içinde Ankara’da neredeyse ne yapacağını bilemezken, bir rastlantı sonucu tanıdım.


Hastalığını baktırmak, TRT ile temas ve yeni Kültür Bakanıyla tanışmak amacıyla, sessiz sedasız sıradan bir otele gelip yerleşmişti. Bildiğim kadarıyla, pek az ülkede bu yaşında bir sanatçı böylesine kendi başına bırakılabilir. Onun burada oluşunu benim Türk resmiyle ilgili kitabımı Romenceye çevirmekte olan ve o sıralarda Ankara’da bulunan Corneliu Boureanu haber vermişti. Ne devletin ilgili daireleri, ne de sanat dostları. Ama Görele bu üç amacına — biraz geç de olsa — ulaştı. Hele TRT’nin sonraki ilgisi, özellikle Nursen Türkkan’ın sabırla hazırladığı fili onu duygulandırmış, memnuniyetini, o hasta durumunda bile, bana birkaç kez yazmıştı.
Ancak, yılların acımasız davranışından ötürü kendini talihsiz sayardı. Belki haklıydı da. Öğretmenlikten yeni bir emeklilik yasasından galiba bir gün önce ayrıldığı için çok küçük bir ikramiye almıştı. 1973’de Cumhuriyetin ellinci yılı nedeniyle açılan resim sergisinde, Hamit Görele’nin bir resmi bile yer almıyordu. Bu olay hakkında bir mektubunda diyor ki: “Her ressamdan yapıt var, benden yok. Türk resminde sözü olan bir ressam olarak ömrümü harcadığım Türk resminden beni kim yok ediyor, Türk ressamı olmaktan beni kim azlediyor? Bu yetkiyi kimden, nereden alıyor?” Bu durumlarda, kendi gibi ressam olan eşi Şükran Görele birkaç dayanağından biriydi.
3 Eylül 1978 tarihli “Cumhuriyet”e “Hamit Görele’yi Düşünürken” başlıklı bir yazı yazmıştım. Yazı, Görele ‘nin orijinalliğine ve değerine dikkati çektikten sonra, resmi çevrelerin gereği gibi ilgi göstermeyişini eleştirerek şöyle sona eriyordu: “Ama gün gelir, Görele’nin ve daha nicelerinin yalnız yapıtları değil, mektupları ve fotoğrafları da köşe bucak aranır”. Bir gün böyle olacağını düşünmek fazla iyimserlik mi? Oysa Görele, o günlerde, hakkın da böyle bir yazı yayınlanabilmesine bile şaşırmış görünüyordu. Kendisine dostça davranmadıklarına inandığı kişilerin hakkında iyi duygular beslediklerini gösteren birkaç mektubunu ona gönderdim. Daha önemlisi, Hamit Görele, Kültür Bakanı eliyle “Devlet Onur Belgesi” aldı.

Bu zincirleme olaylardan sonra yazdığı bir mektubunda diyor ki: “Yıllardır tepemde biriken kara bulutlar birer birer dağılıyor...” Giderek şu dizeyi akla getirip şöyle bir ekleme de yapıyordu: “güzel günler göreceğiz çocuklar/ Güneşli günler göreceğiz/Motorları maviliklere süreceğiz. Yaşlı olmasaydım ben de bu ozanla aynı türküyü söylerdim.”
Ve geçen yıl, “bu dünyadan geçer olduk, kalanlara selam olsun” diye başlayan bir mektup aldım. “Her geçen gün daha fenayım. Bir iki yıl daha yaşayabilir miyim?” diyordu. Ankara’da Prof. Dr. Necati Kölan’a hastanın bir ulusal değer olduğunu telefonda söylediğimde, hiç duraklamadan kabul etti, yakın ilgisini esirgemedi. İstanbul’daki hastahanede de tıbbın olanakları kullanıldı. Ve sanatçımızı kaybettiğimizde, en başta Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Haluk Bayülken’in ilgisi sonucu, ona son görevlerimizi de yapabildik...

Türk resminde bir Hamit Görele vardı... Ve sanırım, bu yerini koruyacak. Onu tanıdığım, bir derece yakını olduğum ve ona karşı bazı görevlerimi yaptığım için mutluyum.
(..,)
Son yıllarda köy ve köylü resmi yaparak yerel bir san’at yaptıklarını sananlar var, bu yanlış bir sanıdır. Eğer doğru olsaydı, Türk köy ve köylüsünü konu alan yabancı ressamların resimlerini de Türk resmi saymamız gerekirdi.

Şeker Ahmet Paşaları, Zekai Paşaları, Seyit Beyleri, Hoca Ali Rıza’ları Türk ressamı saymıyacak mıyız köy ve köylü resmi yapmadılar diye? Delacroixlar, Ingres’ler, Monet’ler Fransız köyünü ve köylüsünün resimlerini yaptılarda mı Fransız ressamı oldular?
Önemli olan ne yaptığı değil, nasıl yaptığıdır. Bu da duyuşta bakışta ve yapıştadır, konu almada değil. Sanat sanat için olmalıdır. Köy için sanat değil.

“Ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca” yerine, rahmetli Bedri “Ben güzele güzel demem güzel yararlı olmayınca” demişti... Yararlı olsun olmasın gerçekten güzelse ben niçin güzele güzel demeyim? Resimde, müzikte, yarar arama bir yana onun “gece kondu” diye yaptığı resmin gece kondulukla ne ilgisi var adından başka?.. Kar taneleı gibi kırpılmış beyaz kağıt parçalarından bir kar yağıyor, arkada belirsiz bir leke, işte o kadar... Bu resmin ne gibi bir yarar sağladığını bir türlü anlayamadım, ama gecekondu değil de onun edebiyatını yapmak istemişse buna ne diyebiliriz. Ben onun resimde yaptıklarını değil yapmak istediğini beğenirim... Ve onun şiiri bırakıp resmi seçmesiyle edebiyatımızın büyük bir şairden yoksun kaldığına inanırım.


Son günlerde Salvador Dali’nin Picasso’yu eleştiren bir yazısını okudum. Picasso’ya inanmayanların ellerinde ve ceplerinde dolaşan bu yazı dikkatle incelenirse, Picasso’yu kendine benzetmek istediği sezilir. San’atıyla değil de gariplikleriyle ün salmış olan Salvador Dali’nin Picasso için söyledikleri uygulansa Picasso, Picasso olmaktan çıkar kendine benzerdi. Zaten zor katlandığımız bir Salvador Dali varken ikinci bir Salvador Dali’nin, Picasso ile aynı ayarda olduğunu sanarak, yüzyılımızın bu büyük dehasını eleştirmeye kalkması, dudaklarımızda bir gülümseme ve içimizde bir acıma uyandırmaktan öteye bir nitelik taşımıyor.
Yalnız bu eleştirisini Picasso hayattayken değil de ölümünden bu kadar zaman sonra yapması da ayrıca çok ilginç ve düşündürücü.
Şimdi de gelelim kendi san’atım üstüne söyleyeceklerime... Ben bu işi (bir sanatçı kendi kendini eleştiremez sözümüze dayanarak) bir “critique d’art”a bırakmayı yeğlerim ama, beğeni ve övünmeye kaçmadan birkaç söz söylemeliyim:
Önceleri doğadan abstraction’a gitmeye çalışırdım... Sonraları abstrait’den doğaya varmayı daha olumlu ve başarılı buldum... Eskiden sadece renk ve desene önem verir, biçimi imal ederdim... Sonra, sonra anladım ki biçim de hele “teinte plate” resimler de renk kadar önemli.
Figüratiften non-figürati geçmem çok zor oldu. Resmin geometrik bir anlayışa dayandığına olan inancım yüzünden (mühendis mektebinde okumaklığımın da etkisiyle) son yıllarda geometrik bir non-figüratiPe kaptırdım kendimi, ama abstre figüratiften de bir türlü vazgeçemiyorum.
(...)
Hamit Görele 
Argos, Şubat 1992





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder