Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Hüsamettin Kaçan


Anadolu’nun tarihinin görsel yorumu.

Sayın Hüsamettin Koçan, önce açacağınız sergileri sayar mısınız. Nerde neyi sergileyeceksiniz?
Dört tane sergi gerçekleşecek. Ankara İş Bankası Galerisi’nde, ‘Anadolu Uygarlıklarının Görsel Tarihi Fasikül: 1’ sergisi, daha önce İstanbul Sanat Fuarı’nda sergilemiştim. İstedim ki, Ankaralılar da bunu görsünler. İkinci sergi, Yıldız Sarayı Silahhane’de 22 Mart’ta gerçekleşecek olan, ‘Anadolu Uygarlıkları Görsel Tarihinin 2. Fasikül’ü, yani Osmanlılar bölümü bölümü. 1 Nisan’da yeni açılan A4 Ofset Atölye Galeri’de ‘Fersudeler’ diye bir sergi açıyorum. Bu ‘Fersudeler’ ‘Anadolu Uygarlıkları Serisi’nin 1. Fasikülündeki yapıtların yeraldığı bir takvim yapılırken ortaya çıkan bozuk baskılara, ki bunlara matbaacılık dilinde ‘Fersude’ deniyor, müdahale edilerek yeniden geri kazanılmasından oluşuyor. Dördüncü sergi de, Mine Sanat Galerisi’nde 8 Nisan’da. O da, bu görsel tarih laboratuarındaki bütün ön çalışmaların yeraldığı bir sergi. Mine Sanat Galerisi’ndeki son sergi hariç hepsi için birer yayın yapıldı. İş Bankası, kendisi bir katalog hazırlıyor, Silahhane’deki sergi için ORSA sponsorluk yapıyor ve ‘Fersudeler’ için broşür-katolog arası bir yayın hazırlanıyor.


‘Anadolu Uygarlıklarının Görsel Tarihi’ne başladığınızda neyi amaçlamıştınız?
Benim Anadolu Uygarlıkları’yla Anadolu’da yaşanmışlıklara ilgim çok eskiye dayanıyor. Daha önce halk resimleri üzerine araştırmalar yaptım. Tezim odur. O konuda koleksiyonlar yaptım. Bir Anadolu ilgim var, herkesinkinden daha fazla bir ilgi bu. Araştırmaya yönelen bir ilgi. Postmodernizmin açtığı bir kapı var: Her olguyu, her bireyi kendi koşulları içerisinde saygıyla karşılama, onun kimliğine müdahale etmeden ve o kimlik farklarını aynı masa üzerine, aynı düzleme koymak. Yaşanmışları, bir kalburüstüne koyup, onun çözümlemesini yapmak istediğim zaman yerel kültürler önem kazanmaya başlıyor. Bir de artık dünyada kültür ve sanatın odağı olan merkezler parçalanıyor. Onun için, merkezdekiler, kanattaki değerler sistemine ulaşmaya çalışıyor. Orada birtakım değerler keşfederek, kendi merkezlerinin varlığını sürdürmeye çalışıyorlar. Benim bu ilgimle, belki bu son gelişmeler birleşince, doğrudan doğruya üretim açısından Anadolu uygarlıklarına yönelmek istedim. Ben, bir Anadolulu adamım, o kültürün içerisinden geldim; bu toprağı öğrenme, toprakla hesaplaşma, hem de o topraktan çağımıza ait bir anlam çıkartıp bugünün insanına sunma gibi bir sorumlulukla kendimi yüzyüze hissediyorum. Bu gerekçeyle Anadolu Uygarlıklarına ilgimi üretim bazında başlattım. Araştırma bazından üretim adımına geçtim. Üretim adımı, Sanat Fuarı’nda sergilediğim ‘Fasikül 1’ ile başladı; bu adım beni tarih yaratmaya ve tarihi sorgulamaya, kendi tarihimle hesaplaşmaya doğru götürdü. Bu proje, belki, benim yaşamımın sonuna kadar sürdüreceğim bir proje, Anadolu’da yaşamış bütün uygarlıklardan birer alıntı yaparak oluşturduğum bu fasikülün hemen arkasından Osmanlı, onun arkasından Selçuk, Bizans, Roma, İyon, yani tarihin derinliklerine doğru gidecek.
Sondan başa doğru gidiş var; Osmanlı, sonra Selçuk... Bu tarihe genel bir tematik çerçeve oldu ‘Fasikül 1’.
Tematik bir çerçeveydi. Ondan sonra tek teklere uzanacağım. Niçin Cumhuriyet ile başlamadın, Osmanlı ile başladın sorusu sorulabilir... Onu çok düşündüm; Cumhuriyeti yaşıyoruz. Yaşananın tarihini, oluşturmak çok zor. Çok subjektif bir nokta da duruyoruz.


Bu süreç nerede bitecek?
O kültürlerin içinden özel yaşamlara ineceğim. Diyelim ki, Bizans’tan özel bir yaşam resimleyeceğim. Özel hikayelere, özel hayatlara inmeye çalışacağım. Böylece Anadolu ürünüyle, yaşantısıyla bütünleşmeyi amaçlıyorum; yani bir bakıma kulağımı Anadolu toprağının göğüs kafesine koyuyorum. Bu ilişkiler ben de, sanatımda şunu getirdi: Benim resimlerim Selçukta, Osmanlı’da bir düş, bir imaj, mitos peşinde koşan resimlerdi. Anadolu mitolojisiyle bağlantılı geçmişi, geleceği ve bugünü olan o insanı yaratmaya çalışıyor idi. Onun içinde bir düşsellik vardı; şimdi resimlerimde düş gitti tarih geldi.

O düşsellik, acaba gene halk resimlerinden yola çıkarak içinde bir gerçekliği barındırmıyor mu? Anadolu masalları, mesela Ortadoğu, Arap masallarından daha gerçekçidir. Camaltı resimlerinde, halk resimlerin de, bu istediği kadar tabutunu taşıyan Ali olsun, içinde bir felsefe, realizm görülür.
Çok geniş ölçekte baktığımız zaman bir doğruluk taşıyor bu düşünce. Keloğlan, Köroğlu, Demir Pehlivanlar, hayatın içerisinde olabilecek kahramanlardır. Ama Şahmaran’a geldiğiniz zaman, hem hayatla bağlantılıdır, hem işin daha düşsel boyutuna uzanır... Benim bu düşsel olandan, tarihi olana gelişimde tek bağlaç noktası: Realite, gerçek. Çünkü ben, o düşsel alanda, gerçek olan bir insan imajı yaratmaya çalışıyorum. Mitos yaratmaya çalışıyorum ve bu gerçek olsun istiyorum. Tarih de, gerçek olanları düş boyutuna gönderiyor. Her ikisinin yakasını bir araya getiren, ortaklaştıran şey ve o ince kanal, bence gerçeklik kanalıdır. İkisinde de bir gerçekleştirme, gerçekle doğrudan bağlantı var. Bizde gelenekle ilişki kurmanın bir tuzağı vardır. Halk resimlerini araştırırken resimlerimi çok soyut bulanlar, niçin bunları araştırıyorsun, bunları yapıyorsun derlerdi. İnsanlar, halk sanatları karşısında iki tane bağnaz tepki gösterirler; birisi sorgulamadan ret, ötekisi sorgulamadan kabul. Sadece Anadolu folkloru değil, Anadolu kültürüyle doğrudan doğruya, daha büyük bir ölçekte, daha kucaklayıcı ve sadece İslam-Türk menşei ile değil, ama Anadolu’daki tüm uygarlıklara uzanan bir yelpazesi olan bir kanal açtım kendime. Asistanlarım, orayı burayı, tüm kitapçıları, kütüphaneleri taradı. Tüm görsel malzemeyi, her şeyi topladılar. Onlar üzerinde uzun bir çalışma yaptık. Ve bu çalışmaların ardından üretilmeye başlandı. Ön bir araştırması var; “ilham geldi ben yaptım” değil. Ciddi bir ön araştırma sonucunda sistem kendini üretti. Geri kalan kısmı, malzeme kendisini belirlemeye başladı. Örneğin ben resmimde çamur kullanmaya başladım.

Gelecekteki projelerde... Yaptığınız şeyle birlikte, malzeme ve teknikte değişecek mi?
Değişecek ve değişti de... Yani ‘Fasikül’de örneğin bütün resim zeminlerini çamurla sıvadık. O, tamamen, doğrudan doğruya yöneldiğimiz alanın önerdiği bir malzemeydi bu. Bu benim resmime yeni giren bir malzemeydi.
Kömür, pigment boya kullandık. Çamurun gelme nedeni gayet ilginçtir. Zeminleri çözemedik bir türlü, ne yapsak çözemiyoruz. Bir çamur elime geçti, Anadolu bir kara parçasıdır, yurttur, yurt da topraktır, o zaman niçin bu yurdu temsil eden bir resmin zemininde, geri planında çamur olmasın diyerek onu koydum. Şimdi o kanal içerisinde hayatları keşfedeceğim. Saptamalar yapacağım, belki, resmi tarihle çelişen sonuçlar da çıkaracağım. Bu görselleştirme çabamın bilinçaltında, belki, bizde görüntüye yönelik konmuş yasaklardan öç alma bile olabilir. Suret yasağına karşı, dönüp Anadolu’yu tümden resimlemek gibi birtakım ara parantezler de konabilir.

Tarihi görsel olarak yeniden yazmaya niyetlisiniz...
Tarih yazmak, bir piktogram dili üretmek denilebilir buna. Öteki yanıyla da, tarihi kendi subjektif ölçüleriyle yazmak denebilir. Orada bir sanatçının kendine tanıdığı özgürlük alanını kullanma eğilimi var. Yoksa standart, klasik gelenekçilerin yaklaşımıyla ben geleneğe ve tarihe yaklaşmıyorum. Kendimi sınırlamıyorum.

Bu iş çok uzun sürecek herhalde.
Hayatım boyunca sürecek. Artık yapacağım işlerim belli ve kolay projeler üretebiliyorum. Geleceği planlayabiliyorum. İkincisi bu iş bende bir başka boyut getirdi, bir kere her kültürü üretirken, biifiil o kültürün yaşandığı yerlerde yapacağım. O kültürü dinleyeceğim, ciddi olarak araştıracağım.

Nasıl çalışacaksınız oralarda, nasıl üreteceksiniz?
Biz Osmanlı serisini üretirken, oturup birkaç veriden yola çıkmadık, bu alanda ne kadar yayın varsa araştırdık. Ondan sonra, mesela oturduk eski kerpiç yapım tekniklerini öğrendik. Osmanlı serisinde yaprak kullanıyorum, çamur gene var. Kayak yaprağı förmu aldım; o da gene doğadan geliyor... Ben, doğa ile ilişkisi olan bir adamım. Yani belki insanlar hep karşıya bakarlar genelde... Ben, doğayla ilişkimde daha da dikkatle bakarım. Yapraklar topladım, mesela resimlerde yapraklar oluştu. Her tema, her ilişki, kendi malzemesini getiriyor. İleride hangi malzemeyi kullanacağımı bilmiyorum. Bu malzemeleri nasıl kullanacağımı da bilmiyorum, ama geleceğe yönelik tutması gereken tek hesabım şudur: Biliyorum ki, bu projeyi sonuna kadar götüreceğim. Öyle bir yenilenme, öyle bir yerelleşme, belki oradan yola çıkarak bir evrenselleşme söz konusu bu yaptığım işte.

Evrenselleşme demişken, tekrar başa dönmek istiyorum. Biraz evvel söz ettiniz... Sanat akımları çok ciddi bir şekilde kendini aramaya başladı. Siz kendinizi bu tartışmalar içinde nereye oturtuyorsunuz? Türkiye’de bu tarz eleştiri ve inceleme anlayışı yok. Yani şu ressam şu bağlamdadır diye bir yere oturtuluyor değil. Hüsamettin Koçan’ı nasıl bir sanat anlayışı içinde düşünüyorsunuz?
Ben kendi kararlarını yaşadığı toprağa, hasbelkader bulunduğum toprağa diken bir adamım. Ancak bunlarda tabii ki uluslararası akımlar, etkilenmeler rol sahibidir. Bizim aydınımız, bana göre, iki yanlış yapmıştır. Birincisi, doğrudan doğruya tarih ve gelenekle hesaplaşmayıp küçümsemiş; ikincisi ise, bu aydınların bir kısmı gelenek ile ilişki kurmaya kalkarken sadece onu taklit etmiştir. Biz sürekli olarak ufka bakıyoruz; ufuk dediğim de gelişmiş ülkelerin ne yaptığıdır. Bence, o ufuk bizim gözlerimizi fazla kamaştırıyor. O ufuktan gözümüzü alıp içimize, ve belki de toprağa bakmamız lazım. Bu benim seçtiğim yol. Herkes için aynı şey olacak demiyorum. Sanatçının kendine ait sözcük üretmesi lazım geldiğini düşünüyorum. Daha başka şeyler de var: Dünya’ kültürü herkesin ortak malı olduğu için, farklı bölgelerden gene kendilerine ait sonuçlar çıkartabilirler. Kendi iç tartışmamızı oluşturmamız gerektiğine inanıyorum. Bir çağdaş Türk sanatı olmalıdır ve o kendini tarif etmelidir gibi bir öneri çok fazla abartılı olabilir. Ama sanatçının en yakın malzemeyi kullanması kadar da doğal bir hakkı olmadığı düşüncesindeyim uluslararası söylemlerle de aramızdaki ilişkiyi mutlaka sürdürmek zorundayız. Ve mümkünse bu Dünyanın vatandaşı olarak, bunlara ilave önerilerde bulunmamız lazım; artık Dünyaya söylem üreterek katılmamız gerekir.

Bu sergiler bütününe baktığımız zaman böyle bir düşünce taşıdığı söylenebilir mi: Serginin yanısıra o serginin mutfağını, gelişim sürecini de sergilemeyi amaçladığınızı söyleyebilir miyiz? Bir yazarın taslaklarını yayınlaması gibi.
Ben, üç senedir sergi açmıyorum. Almanya’da bir sergim oldu, Türkiye’de açmadım. Çok sık sergi açan biri değilim. İlgi duyduğum alanın araştırmaları, belki, yirmi yıl öncesine dayanıyor. Ben bu yirmi yıllık süreyi, aşıp bugüne birden gelmedim. Malzemesi birikti, onunla ilgili fikirlerim, tartışmalarım, deneyimlerim oluştu ve en sonunda böyle bir noktaya gelindi. O mutfak olmadan bu zaten olamayacak; o mutfak kuruldu. Kenarları yumuşatmak da istedim. ‘Fasikül 1’, ‘2’, tek başına bağımsız değil, bağlantılı gelişim süreçleri var. Mutlaka sergilemem lazım. ‘Fersudeler’, bir ara süreç birdenbire çağrışım geldi ve aynı seriye yaslı zenginleştirici bir boyut diye düşündüm. Bu araştırmalar süreci içersinde buraya nasıl ulaştığımızın ayak izleridir. O ayak izlerini bir kenara ata ata, benim atölyemdeki depom taşmaya başladı. Bir araştırmanın ne olduğu, nereden nereye ulaşıldığını göstermesi acısından bunu da, doğrusunu isterseniz, sergilemeyi sakıncalı bulmadım.

‘Fasikül l’i sergilediniz ardından da ‘Fasikül 2’yi yaptınız... Birincisi oldu ve insanlar size bir şeyler söyledi ve ‘2’cisi için bunu düşünürken şunu yaptım diyebilir misiniz?
“Fasikül 1”i yaparken, aslında, diğerleri de kafamda vardı ama; sanatta atılan adım bir sonrakini netleştiriyor ya da seni oradan daha uzaklaştırıyor. ‘Fasikül 1’, izleyiciden son derece ilginç bir tepki aldı. Bizde oturulup mesele tartışılmaz. Yani nereden geliyor, nereye gidiyor tartışması yapılmaz. Bakarlar insanlar, “Bu iyi” derler ya konuşmazlar ya da pek ısınamadım derler; ortalama zevke sahip çevreler yadırgayarak baktılar.  Bu işin farkında olanlardan, uluslararası bazı çevrelerden, çok iyi tepkiler aldım. Fakat yaptığım iş, bu tepkileri almasa ne olacaktı... Ben gene bu işi yapacaktım. Çünkü yapılan iş devamlılığı olan ve sürekli kendini üreten bir iş. Onun için daha kararlı adımlar atmak zorundayım. Sanatçı, galiba biraz da, çevresinde söylenenleri çok da dikkate almak zorunda değil, almamalıdır da; çünkü sanatçının kendi dünyasına dönük halini paylaşamıyorsunuz. İzleyici, çoğunlukla, son derece onaylanmış şeyler bekliyor ve onu istiyor. Alışkanlıklarına sizi bir oranda, bir daha servis yapar görmek istiyor. Bunu uzmanlar ve eleştirmenleri ayırarak söylüyorum. Zaten o tür beğeni hiçbir zaman sanatçının önünü açmamıştır; sanatçının önünü tıkamıştır. Ne zaman ki, toplumla, yerleşik değer yargılarıyla çelişki yaşamıştır, o zaman sanatçı, çok daha kalıcılık şansı elde etmiştir. Çağının sözünü üreten bir noktada olmuştur. Bu nedenle çok önemli gelmiyor bana; pazar endişesi olmayınca, çok önemli gelmiyor.

Pazar endişeniz yok mu?
Bugüne kadar bir şansım oldu:
Resimden para kazanılacağı konusunda herhangi bir endişe taşımadım. O beni belki çok daha rahatlattı; yoksa eğer, resim para getirmelidir ve buna ihtiyacım var dediğiniz andan itibaren sanatınızı pazara göre yönlendirdiniz demektir. Belki beni bu kadar proje ölçeğinde hareket etmeye iten, resimden öyle maddi bir beklenti içinde olmamam ve buna da inanmamam oldu.

Görsel tarihinizi tamalayabilmeniz dileğiyle teşekkür ederim.
Hami Çağdaş, Gösteri Dergisi 1994






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder