Ortaöğrenimini Edirne’de tamamladı. 1941’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümüne (bugün Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) girdi; 1942’de Heykel Bölümüne geçerek Rudolph Belling’in öğrencisi oldu. Akademiyi bitirdiği 1946’da Avrupa sınavını kazanarak bursla Paris’e gitti ve orada beş yıl heykel çalıştı.
1948’de Realités Nouvelles (Yeni Gerçekler) sergisine katıldı. 195l’de Türkiye’ye döndü ve akademinin Heykel Bölümü’nde asistan oldu.
1951-58 arasında heykel çalışmalarını sürdürdü. Ayrıca Şadi Çalık ve Sadi Özişle birlikte metal mobilya üretimine yönelik “T Galeri” adlı atölyeyi kurdu.
1955’te mimar Tarık Carım ve Hadi Bara ile “Grup Espas”ın kuruluşuna katıldı.
1957’de akademide metal atölyesi öğretmenliğine getirildi. Bu yıllarda Zühtü Müritoğlu ile birlikte Anıtkabir’in doğu kanadındaki kabartmaları yaptı.
Bu dönem yapıtlarından bazıları 1956 Venedik ve 1957 Sao Paulo bienallerinde sergilendi.
1959’da akademideki görevinden ayrılarak İsveç’e gitti. 1967’de Stockholm Uygulamalı Sanatlar Yüksekokulunda öğretim üyesi oldu ve ölümüne değin bu görevi sürdürdü.
Gene 1967’de Sundsvall’daki meydan düzenlemesi yarışmasında birincilik kazandı ve projesi l971’de uygulandı.
1970’te “Leonardo Anıtı” adlı yapıtı Orehro Belediye Binası’nın önüne konarak heykel yarışmasında birincilik ödüllerinden birine (mimar Çetin Kanra ile) değer görüldü ve sonradan İsveç hükümetince satın alınarak Stockholm Mimarlık Yüksekokulu’nun önüne kondu.
1981’de Sedat Simavi Vakfı Görsel Sanatlar Odülü’nü ressam Yüksel Arslan ile birlikte kazandı. 1986’da Danimarka’daki Grönningen Grubu’nun sergisine konuk sanatçı olarak katıldı.
Evrensel sanatçı kişiliğiyle çağdaş sanata önemli katkıları olan Koman, daha öğrenciyken yeni arayışlara yöneldi. Fransa’dayken çağdaş sanat akımlarını yakından inceleyerek geometrik-soyut anlayışı benimse di. 1963-64 yıllarında dışavurumcu-soyut çalışmalar yaptı.
1965’ten sonra ise yapıtların da lirik-soyut bir anlatım görülmeye başladı. Taş, demir, çelik, bakır gibi malzemeyi büyük bir beceriyle biçimlendiren Koman 1970 lerin başında, geometrik biçimler üzerinde deneysel çalışmalar yaptı. Tümüyle geometrik-soyut heykellerin yanı sıra figüratif ve geometrik biçimlerin bir bireşimı olan “Sonsuz” adlı bir dizi heykel gerçekleştirdi. Bu yapıtlarında sarmal bir düzenleme ile dinamik bir kurgu oluşturdu.
1980’de metal çubukları birbirlerine vidalayarak, antik Nike heykellerini anımsatan bir dizi anıtsal heykel yaptı. Bunlardan 4 tonluk “Akdeniz” (Yapı Kredi Sigorta Binası, İstanbul) 12mm kalınlığında 112 metal levhanın yan yana getirilmesiyle oluşturulmuştu. Batı sanat çevrelerinde de kendine önemli bir yer edinen Koman’ın yapıtları dünyanın önemli modern sanat müzelerinde sergilenmektedir. Ana Britannica
Güneş Karabuda
Yaşamöykünü anlatır mısın?
Edirne'de doğmuşum. Ailem Edirne'nin eski ailelerinden biridir. Baba taraf mı Mohaç Savaşı'ndan sonra Konya'dan Yugoslavya'ya yerleştirilmiş Türk köylüler indendi. Bunlara evlâd-ı fatihan denirdi. Osmanlı işgal ettiği yerlere, nüfus dengesini korumak için Anadolu'dan gelme Türkleri yerleştirirdi. Amcam I. Dünya Savaşı sıralarında Edirne'de nüfus müdürü idi, o anlatmıştır bunları. Bugün hâlen güney Yugoslavya'nın Makedonya yöresinde Komanova kasabası vardır. Daha sonraları Karlofça Antlaşması'ndan sonra ters yönde göç başlayınca ailenin bir kısmı Romanya ile Bulgaristan arasındaki Lofça'ya, bir kısmı da Filibe'ye gelmişler. Son göç de 1880'lerde olmuş ve gelip Edirne'ye yerleşmişler.
Dedem 103 yaşma kadar yaşamış iri yan bir adamdı, hâlâ anımsarım, sırtına karpuz çuvalım vurur dipdinç yürür giderdi. Babam doktordu. İyi bir doktor olup, işlerinin de güzel gitmesine rağmen, ufak bir çiftlik satın alıp daha çok onunla uğraşmayı tercih etmişti. Toprak çeker derler ya...
Yazları, İstanbul'a dedemi (anamın babasını) ziyarete giderdik. En hoşlandığım şeylerden birisi de Haliç'te vapurları seyretmekti, hele baca kırıp, köprü altından geçen çatanalara bakmağa doyamazdım. Böylelikle beş, altı yaşlarında gemi modelleri, maketleri yapmağa başladım. Sonraları lise yıllarında düşündüğüm meslek de gemi inşaatçılığı idi, sanatla uğraşmayı hiç aklıma getirmemiştim, ilkokula başlamadan önce sekiz, on tane ince ayrıntılı kartondan, tahtadan gemi modelleri yaptığımı hatırlıyorum. Ben çocukken biraz aptal çocuk denilen tiplerdendim. Bilya ve top oynamaya yanaşmazdım, kardeşim gibi "cevval" değildim. Bir köşede oturur vida ve civatalarla uğraşır dururdum. Okula başladığımda kara kalemle sınıfta en iyi resim çizen öğrencilerden biriydim.
Annenden hiç söz etmedin, ilginç bir kadındı bildiğim kadarı!
Anlatayım: Halide Edip hanım için, ilk çarşafı atan kadın derler, herhalde doğrudur ama anamın da ondan aşağı kaldığım sanmam. Annemin babası jöntürklerdendi. Kızını Edirne'de misyoner okullarında hem Damdösiyon, hem de Alman okulunda okutmuş. Kendisi, Fransızca, ve Almanca'yı iyi bilirdi. Balkan savaşından önce, Avrupa tipi giysilerle dolaşan bir genç kızdı.
Sanatçı bir yönü var mıydı?
Çok güzel el işleri yapardı, bugün tek tük elimizde kalanlara bakıyorum da, şaşıyorum bu ne sabır, bu ne göz nuru, nefis şeyler...
Sanatla uğraşmaya başlaman nasıl oldu?
Sanatla ilk ilişkim biraz da rastgele oldu: On yedi yaşındaydım, hastalandım tüberküloz oldum. Durum epey ciddi idi, anam öleceğimi sanmıştı. Tedavi için İstanbul'a, Numune Hastanesi'ne giderdim. Askere almıyorlardı. Uzun süren bir tedavi devresini değerlendirmek istedim. Aklıma iyi resim yaptığım geldi. Akademiye başvurdum. Resimlerimi gösterdim ve kabul edildim. Yani Akademiye resim öğrencisi olarak girdim. Resim Kürsüsü Profesörü Leopold Levy idi, asistanları ise Bedri Rahmi ve Sabri Berkel'di. İlerde yakın dost ve arkadaş olduğum bu değerli sanatçılar, benim ilk hocalarımdı. Bir de modlaj dersimiz vardı. Bu kısmın hocaları da Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu idi. Antik kopya ve omeman kopyalarım iyi yaparmışım ki, hocalarım, "Yahu senin elin bu işlere pek yatkın, senin aslında resim değil heykel ile uğraşman gerekir" dediler. Bizim heykel macerası da böyle başlamış oldu!
Avrupa'ya ilk gidişin nasıl oldu? Eskiden Akademiyi birincilikle bitiren öğrencileri ödül olarak Paris'e staja yollarlardı. Araya ikinci Dünya Savaşı girdiğinden bir süredir bu tatbik edilmiyordu. Tekrar bu hak verilince yeni bir yarışma yapıldı ve ben böylelikle 1947 yılınd Paris'e gittim. Savaş sonrasının Paris'inde, renkli ve hareketli bir üç yıl yaşadım. Bize belirli atölyelerde çalışmamız gerektiğini söylemişlerdi. Akademi Julien, Akademi Grande Chaumière gibi... Akademi Julien'de, Marcel Jumont hocalık 'ediyordu o zaman. Üç, dört ay gittim daha fazla dayanamadım. Bizim akademinin son sınıfında abstre çalışmalara başlamıştım. Model module ederek çalışma hiç içimden gelmiyordu. Beni rahat bırakın, istediğim gibi çalışayım, dedim. O zamanlar, Paris'te öğrenci müfettişi Ahmet Kutsi Tecer idi. Ben kendisi ile pek anlaşamazdım. Benim bu değişik tutumum üzerine, kıyamet koptu. Neyse, uzun tartışmalardan sonra, Zühtü hocanın aracılığı ile beni kendi halime bıraktılar. Zaten Hadi ve Zühtü hocalara benim borcum pek büyüktür, kendileri dostlukları ile benim medenî olma çabamda da bana hocalık etmişlerdir. Çok kavgalarımız, tartışmalarımız olmuştur ama işin güzeli de, fırtaınadan sonra arkada hâlâ müşterek olan bir şeyin sapasağlam kaldığını sezmektir. Bu da medeniyetin bir tarifi değil mi?
Paris'te biz üç-dört arkadaştık. Neşet (Günal) resim, Sadi (öziş) tiyatro tarihi üzerine çalışıyorlardı. Üçümüzün, Grande Chaumière'de, Modigliani'nin eski atölyesinin üstünde bir yerimiz vardı. Arkadaşlarım ayrı okullara gittiklerinden ben bu atölyede yalnızdım çoğu zaman. Desen çizerdim, aslında desen çizmekten kurtulmak için desen çizerdim. Anekdottan, doğa taklidinden kurtulmak için binlerce desen çizmişimdir. Bu desenlerin bir de küçük hikâyesi vardır: Neşet'in ve Bedri Rahmi'nin ısrarı üzerine, bir gün benim desenlerden bir tomarım koltuğumuzun altına alıp, Fernand Leger'nin Porte de Clichy'deki atölyesinin yolunu tuttuk. İçerde öğrencileri vardı, işi başından aşkındı. Neşet benim desenleri gösterdi. Üstad ilgi ile teker teker desenlerimi yorumlar yaparak inceledi ve bazılarım övdü, bu iyi, bu fena değil, bu şöyle de olabilirdi gibi... Yarım saatten fazla sürdü bu inceleme... Birden aklına yeni gelmiş gibi, kafasını kaldırıp, "Siz benim öğrencim misiniz?"dedi. Hayır dedik ama, fikrinizi almak istemiştik... demeye kalmadı, üstad bizi yaka paça kapı dışarı atıverdi. Biz merdivenlerden inerken, hâlâ bağırıyordu: "Siz ne hakla gelir de benim kıymetli vaktimi alırsınız" diye!
Genç bir sanatçı olarak ilk kez Paris seni nasıl etkiledi, özellikle kendi daim olan heykel alanında?
Beni ilk etkileyen Louvre'daki eski Mezopotamya ve Mısır sanatı oldu. Ondan sonra da Rodin tabiî. Rodin Rönesans'tan sonra heykelde en büyük olay... Zaten öğrenciyken de Rodin hepimizin pîri idi. Başka heykeltraşlar da vardı ama biz gençlik romantizmi içinde Rodin'e hayrandık. Hümanizma cereyanında edebiyatta Balzac'lar, Zola'lar ne idiyse, heykelde de Rodin oydu. Rodin'den başka kim vardı heykel dalında?
Aklıma Rodin, sonra Brancusi geliyor. Büyük kişiliği olan bir heykeltıraştı. Hep arzu etmişimdir, bir gün gidip de kapısını çalayım, kendisim tanıyıp çalışmasını göreyim diye, ah bu Osmanlı terbiyesi mahcubiyeti, rahatsız etme korkusu yok mu! Bu isteğimi bir türlü yerine getiremedim. Ama Brancusi kendisi cesaret edip Rodin'in kapısını çalmıştır. Hikâye ünlüdür: Brancusi, Rodin'e hayran Romanyalı genç bir heykeltıraştır. Bir gün meteliksiz, Romanya'dan yürüyerek Paris'e doğru yola çıkar. Sanatın merkezi sayılan bu büyük kente varır. Doğru Rodin'in kapısını çalar ve; "Üstad işte ben geldim" der! Rodin bu garip adamı bir süzer ve: " İyi halt ettin" der! Ama sonraları Brancusi ile çalışmıştır.
Bir de Giacometti vardı değil mi?
Tabiî, kendisini hem Paris'te hem de daha sonra Venedik Bienali'nde tanımıştım. İçine kapanık, az konuşan garip bir insandı. Dünya çapında bir heykeltıraş olmasına rağmen, "Ben elli yıldır heykel yaparım heykelin ne olduğunu hâlâ anlamadım, anlamaya çalışıyorum" derdi. Çok önemli bir sanatçı idi. Heykel sanatına çok değişik bir yorum getirmiştir. Heykeltıraşlar eski Mısır ve Yunan medeniyetinden bu yana, geriye bırakacakları eserlerin ölümsüz olması endişesi içinde sağlam, yıpranmaz heykeller yapmışlardır.
Giacometti ise bunun tam tersine, insanın ne kadar narin, kırılır ve ölümlü olduğunu gösteren heykeller yapmıştır. Figürleri Nazi esir kamplarında, bir deri bir kemik kalmış insanlara çok benzer. Yani adam ortadan malzemeyi, materyali kaldırıyor ve böylelikle geriye vibrasyon, yani hayatın titreşimi kalıyor...
Bence Giacometti egzistansiyalizmin heykeltıraşı idi.
Fransa dönüşü, Akademideki öğretim üyeliği süresi nasıl geçti?
Asistan olarak başladım ve sonra da maden atölyesini kurdum ve orada da hocalık yapmaya başladım. Devir, Menderes devri idi, sanatçı olarak yurt dışına çıkmak resmen yasak idi. Milletvekilleri, bakanlar, büyük işadamları için böyle bir kısıtlama yoktu tabiî. Aldığımız maaş, geçmiş gün tam hatırlamıyoruz, üç yüz, üç yüz yirmi beş lira idi galiba, hiçbir şeye yetmezdi. Helva ekmek, çay veya peynir ekmeğe talim ederdik her gün. Baktık olacak gibi değil, ne yapalım, ne e-delim derken, koltukçuluğa başlamaya karar verdik. Dört arkadaş, Sadi, Şadi, Mazhar ve ben metalden mobilya yapmaya başladık. Koltuk, iskemle gibi... Adını da dört kişi olduğumuza göre Kare metal koyduk. O malzeme zorluğunda su borularım "Haddeden" çekip incelterek modern mobilyayı ilk kez memleketimizde yapmaya koyulduk. Yani, biz o devirde sanatımızla insanların kafasına hitap edemediğimizden kıçlarına hitap etmeye başlamıştık!
Kısa bir süre önce yitirdiğimiz heykeltraş Şadi Çalık yakın dostundu, kendisini biraz anlatır mısın?
Şadi aslında çok yetenekli , çok da çalışkan bir insandı. Fakat ara sıra haylazlığı tutar, bir süre avare dolaşır canı hiçbir şey yapmak istemezdi. Hepimizin başına gelmiştir bu ya! Yıl ya 1951 ya da 1952 idi, İstanbul'da Belediye Galerisi'nde bir sergi açacaktık, birkaç genç heykeltıraş. Günler geçiyor, sergi günü yaklaşıyor, hepimiz bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, Şadi ise haylazlığa berdevam... Birgün dayanamadım
—Yahu, dedim, sen fizikteki en az gayret (cehit) kanununu (la loi d'effort minimum) bilir misin?
— Hiç duymadım, dedi.
Bir masaya düşen su damlasının en kestirme yoldan kenara doğru aktığını, bir derenin, bir ırmağın en kolay yoldan yatağını bulup denize döküldüğünü, buna da minimum gayret kanunu dendiğim anlatmaya çalıştım ve sonunda, "İşte sen bu kanuna yüzde yüz uyan bir adamsın" dedim. Hiç lafımı kesmeden dinledi, "Çok ilginç" dedi ve gitti.
Sergiye bir gün kala elinde 2 metrelik uzun, üç tane de kısa demir çubukla geldi. Ben o sırada kaynak yapmakla meşguldüm, İlhancığım, dedi. Şunları bir zahmet bana kaynak yapar mısın? Üç kısa demir çubuğun üstüne bir uzun çubuğu diklemesine kaynak yaptım. "Bak işte" dedi, "Senin minimumizm dediğin herhalde bu olacak!"
Ertesi gün bu da sergilendi. Onbeş, yirmi yıl soma Amerikalılar sanatta minimumizmi ortaya attılar. Amerikalılar bunu gördü mü, duydu mu, yoksa tamamen bir rastlantı mı, orasını bilemiyorum ama, Sadi'nin minimumizm hikâyesinin aslı budur, tanıklık ederim.
Bundan biraz sonra da Espace grubunu kurdunuz, neydi bu olay?
1953'de Hadi hoca, ben, mimar Târik Carım, Espace grubunu kurduk. Fikirlerimizi bir kâğıda döküp Fransa'ya "Synthèse Des Arts" grubuna yolladık, onlar da bunu bir bildiri haline getirip bir sanat kongresinde okuyup kabul ettirmişlerdi. Art'd'Aujourdhui dergisi yazmıştı bunu o zaman.
Ne idi bu bildirinin içeriği?
İlginçtir, çünkü bugünün önemli konularından birisi olan çevre sorununun çekirdeğidir bu aslında. Tüm şekil sanatları, yani resim, heykel, mimari elele verip insanoğlunun yaşadığı çevreyi, doğayı gözönünde tutarak beraber kurmalı, beraber inşa etmeli tezi idi. Bu sorun beni her zaman ilgilendirmiştir.
1958 Brüksel Dünya Fuarı sana bu fırsatı vermiş oldu galiba?
Bir anlmda öyle... Brüksel Fuarı'ndaki Türk pavyonunun önüne bir heykel yapmamı bizim hükümet kararlaştırmıştı. 33 metre boyunda büyük bir heykel idi bu. Bu nedenle memleketten ayrılmış oldum. Brüksel'de altı ay kadar kaldıktan sonra bazı tanıdıklarımı görmeye İsveç'e geldim ve geliş o geliş, hâlâ buradayım!
Sanat nedir sence, tarifini yapar mısın?
Sorunu biraz değiştireyim, bir nesnenin sanat olması için ne olması gerekir dersen, has, öz, gerçek olması gerekir derim. Sanatta tek ölçü budur. Sanatın kopya, özenti, taklit olmayan, kendi kendine bir olay olması gerekir . Bu küçük veya büyük de olur, objet de, eşya da olur, figüratif veya non-figüratif de olur. Bütün sorun, tek ve gerçek olmasıdır. Dostum Ferit'in sanatı şöyle bir tarif edişi vardır: insanoğlunun bakıp da göremediğini zorla gördürmektir, bu sağlam bir tariftir. Ferit Edirne'den gençlik arkadaşımdı. Tüm yaşantım boyunca bu kadar insan gördüm, Ferit kadar kültürlü, bilgili, kafalı insan ender görmüşümdür. Çok şey borçluyumdur ona, çok şey öğrenmişimdir ondan... Akademide öğrenciyken bize Durkheim, Adam Smith, Marx'i anlatır ve yorumlardı. Biz de, gençlik bu ya, gider diğer arkadaşlara caka satardık, Sait Faik'ler, Rıfat İlgaz'lar çok yaka silkmişlerdi bizden!
Nerede kalmıştık? Sanatın tarifini yapıyorduk sanırım... Evet, bir de Racine'in sanatı tarifi vardır. Sanat hiçbir şeyden, bir sey yapmaktır. Ben bazen çalışmamdan memnun olmayınca, kendi kendime küfür ve alayla Racine'in lafını tersyüz edip, şimdi bir şeyden hiçbir şey yaptın be mübarek adam! derim. Aslında sanat bence insanın bilinmeyene doğru çıktığı bir serüvendir. Sanatçı devamlı kendisini yenileyebilmelidir. Edebiyat Fakültesinde Hilmi Ziya Bey bir dersinde "Şu empresyonistleri herkes sevmiş, hayran kalmış da resim sanatı niçin orada durmamış? Ne halt etmeye başımıza abstre sanatı çıkardılar "diye hayıflanniıştı. Böyle şey olmaz tabiî, örneğin herhangi bir ilim kolunda, şimdi en iyi teoriyi bulduk, burada kalalım demeye benzer bu! Filozof Allain'in bir sözü vardır: En ileri teori, herkesin diline düştüğü an geçerliliğini yitirir. Bu sanat için de böyledir. Herkes empresyonistleri sevdi, anladı, bundan sonra hep böyle resim yapalım dedik mi, sanat arka kapıdan sıvışır gider... Bana kalırsa, sanatın en büyük düşmanı, peşin pazarlıklı sanat yapmaya kalkışmaktır. Picasso neden ve nasıl sanatçı olduğunu soranlara, "Elimden bir şey gelmediği için" derdi. Bizim akademiden hocam Rudolff Belling'in aklımda kalan bir cümlesi vardır, bana bir gün,, "Değişik sanat türleri arasındaki ilişkileri anlamaya çalış" demişti.
Peki bizde Batılılaşma ve yozlaşma nasıl olmuş?
Bizim Rönesansa ayak uyduramamış olmamız, yani ilmin, sanatın gelişmesi, yeni düşüncelerin yayılması, ilerlemesinde geri kalmamız Tanzimat'ı getirmiştir .Tanzimat bu uçurumu kapatabilmek için doğmuştur. Böylelikle de Batılılaşma eğilimi başlamıştır. Bu aslında doğru bir şey, yalnız bunun nasıl gerçekleştiğine bağlı... Avrupa ile hararetli ve hareketli kültür alışverişinin başlaması ile, taklitçilik de başlamış oluyor.Biz çoğunlukla işin dış tarafını, kılıfım almışız. Bu yalnız sanatta değil, diğer alanlarda da böyle olmuş. Birtakım sahte kıymetlerin ortaya çıkmasına neden olmuş bu akım. Biz taklitçilikle uğraşırken, Batı her alanda almış yürümüş...
Milliyet Sanat
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder