Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

İllüzyon, Yitirilen İllüzyon ve Estetik



[…]Yeniden sanata dönecek olursak, günümüzde sanat ve resimden söz edebilmek oldukça güçtür çünkü onu görebilmek, varlığını tespit edebilmek pek kolay bir iş değildir. Sanat ya da iletişim araçları bağlamında çoğunlukla bakmamız istenen şeyler kendilerine bakılmasını değil, görülmek, görsel anlamda yutulmak ve hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmak isteyen şeylerdir. Bu tür bir resim bir anlamda (düşünsel, duygusal) değiş tokuş olanaksızlığının basitleştirilmiş bir biçiminden başka bir şey olamayacağı için, bu resim konusunda çekilecek söylevin de doğal olarak söyleyebilecek bir şeyi olmayacaktır —bu üzerinde görülecek bir şey olmayan bir resim demektir. Bu bir nesne olmayan ya da artık bir nesne olma özelliğini yitirmiş bir nesnedir. Üzerinde bir şey olmayan nesne, olmayan bir nesne değildir. O içkin ve hiçbir şey ifade etmeyen, maddi özelliklerini yitirmiş varlığı, o anlamsız kendinden geçmişliğiyle peşimizi bırakmayan bir saplantıya benzemektedir. Bütün sorun bu boşluğun sınırların en uç noktasına kadar götürerek onu maddeleştirebilmektedir. Bu boşluğun sınırları içinde boşluğa ait ip uçlarını yakalayabilmektir. Bütün sorun, duyarsızlığın (aynı zamanda dünyanın) en uç noktasına kadar giderek bu duyarsızlığın gizli kurallarını, bir başka deyişle, zavallılık ya da hiçliğe özgü yolları bulmaktan ibarettir.

Bir hiçlik parodisine benzeyen ya da bir hiç olduğunu iddia eden sanat bütün bunlardan giderek uzaklaşmaktadır.

Sanat asla dünyadaki olumlu ya da olumsuz koşulları mekanik bir şekilde yansıtma aracı olmamıştır. Sanat, dünyanın oldukça abartılı bir illüzyonu, onu deforme eden bir ayna gibidir. Duyarsızlığa mahkûm bir dünyada sanat da, düşünce gibi bu duyarsızlığa duyarsızlık eklemekten başka bir şey yapamaz. Sorun bu duyarsızlığın sona erdirilmesi ya da farklılığın yeniden yaratılması değildir. Çünkü artık ne o eski sahne vardır, ne de eskiden var olan o sanata özgü büyüleyici illüzyon. O halde yapılması gereken şey imge adlı boşluğun çevresinde dönmekten ibarettir. Sinema alanında da böyle yapılmaktadır. Wenders, Antonioni, Altman, Godard, Warhol gibi yönetmenler anlamsız bir dünyayı imgeler aracılığıyla sorgulamakta ve ürettikleri imgelerle bu anlamsızlığa katkıda bulunmakta, bir anlamda onu dönüştürmektedirler. Bu isimler dünya adlı gerçek ya da hipergerçek illüzyona bir şeyler katarken: en iyiler arasında yer alan pek çok başka yönetmenin high-tech ağırlıklı, özel efektlerden ibaret, eklektik bir imge ve düşsellik çılgınlığı sunmaktan başka bir şey yapmadıkları görülmektedir. Bu sonuncular imge adlı boşluğu doldurarak, estetik bir illüzyon yitimine de katkıda bulunmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar -tıpkı simülakrın yerine bir başkasını koyan simülasyonist ressamların aslında resmin yerine değeri koymaları gibi. Bir başka deyişle kendi kendiyle boğuşan bir makinenin  sonuçta kendi kendini yok etmeye mahkûm olması gibi.
[…]

Sorun bu simülasyonun sonsuza dek sürüp sürmeyeceğidir? Güncel sanatın büyük ölçüde imge ve düşselliğin ölümüne ağlayıp, sızlama (yas tutma) sürecine katılmayı sürdürdüğü görülmektedir. Çoğunlukla başarısız olan bu estetik yas tutma sürecinin, resmi, estetik evrene özgü çok daha genel bir melankoli içine soktuğu söylenebilir. Bu arada sanatın olumsuz sona mahkûm olmuş tek alan olmadığı düşüncesiyle avunabiliriz. Çünkü politika, ekonomi, tarih ve ahlak konusunda da daha önceden yaşanmış olan bir şeyleri yeniden yaşamaya mahkum edilmiş gibiyiz. Sanat neden ayrıcalıklı bir konuma sahip olsun ki? Böylelikle resim alanındaki devinimin bütünüyle gelecekten, geçmişe doğru yer değiştirdiğine tanık olunmaktadır. Yeniden sahiplenme, atıfta bulunma, kısaca simülasyon her yere egemendir. Güncel sanat tüm geçmiş hatta çağdaş (Russel Connor’un “modern sanatın gasp edilmesi” dediği şey) biçimleri az çok oyunlaştırıp, az çok kitsch’leştirerek kendi hesabına geçirmektedir. Doğal olarak bütün bu yeniden kazanım işlemi (recyclage) ironik olmaya çalışırken, bir tür fosilleşmiş ironiden başka bir şeye benzeyememektedir. Bu bir tür pişmanlık, bir kültürün kendi kendine karşı hissettiği ironi duygusudur. Bu fosilleşmiş ironi sanat tarihinin en son aşamasını oluşturmaktadır. Tıpkı Nietzsche’ye göre düşmanlık ya da kin duygularının ahlaka ait soy ağacının en üst aşamasını oluşturması gibi. Bu olay aynı zamanda kültürün kendi kendinin parodisi ve kendi kendini yadsıması, belki de yitirilen illüzyondan kaynaklanan bir tür intikam şeklinde değerlendirilebilir. Sanki sanat da, tarih gibi, kendi çöp kutularını karıştırarak, atıklar içinde kendi kurtuluş yolunu arar gibidir. Bu da bana, bundan birkaç yıl önce olup biten tuhaf bir olayı anımsatmaktadır. On yıl kadar önce Beaubourg'da temizlik grevi yapılmıştı. Kültür merkezi öbek öbek yığılmış çöp yığınlarıyla dolmuştu. O tarihte merkezde çöpleri konu alan bir sergi vardı. Doğal olarak Beaubourg'a ait çöp miktarı devasa bir boyuta ulaşmış ve içeride sergilenmekte olan kültürel çöp miktarını çoktan aşıp geçmişti. Doğal olarak burada gerçek sanatçıların grevci temizlik işçileri oldukları söylenebi­lir. Çünkü onlar bu kültür merkezini, kültürün somut bir atığa dönüştürüldüğü bir alan hâline getirmişlerdi. Bütün bu olayların aynı zaman dilimi içinde olup bittiğini ve yanına fazladan grevin yol açtığı yinelenme olayının vahşi ve fantastik boyutunu da eklemeyi unutmayın.

Buradan hiçlik ve zerre kadar değeri olmama sorunsalı üzerine eğilerek açıklamalarımızı sürdürelim. Çağdaş sanat eserlerinin pek çoğunun zerre kadar değere sahip olmayan bir görünüm arz ettiği, hiçbir değere sahip olmadığı, gerçekten de zerre kadar değeri olmadığı söylenebilir. Bu sanat anlayışındaki karmaşanın temelinde yatan şey de zaten, çeşitli şekillerde dile getirilen, bir salt değersizlik talebidir. Günümüz sanatçılarından hiçbirinin anlamsal bütünlük ya da imge ve biçim arasında bir uyumdan (Beaubourg'da yakın bir geçmişte sergilenen "özgün bir biçimden yoksun olanın" [informe] kavramsallaştırılmasına bakınız). Bütün bu sanatçıların esin kaynağı anlamsızlık, saçmalık ve sıradanlıktan ibarettir. Anlamsızlık içinde yüzdüğümüz bir dönemde saçma olmaya çalışanlar vardır. Yüzeysel terimlerle yüzeysel olunmaya çalışılmaktadır. Açıkça yoksul göstergeler sunan bu yoksul düşüncenin başına da benzer şeyler gelmiştir.

Her yeri aynı türden büyüleyici gizli sözler sarmış gibidir: ben bir hiçim, bizler birer hiçiz, dünya bir hiçlikten ibarettir. Ters ya da kötü denilebilecek bir yorumlamayla hiçlik onaylanmış bir değere dönüştürülmektedir. Bunu anlayabilmek için sıradanlığı modern dünyanın referansı olarak kabul etmek, onu yansıtmaya ve görüntülemeye, ticaretini yapmaya ve kurallarını koyma­ya çalışmak yeterlidir. Oysa hiçlik asla somut bir nitelik olmamıştır. Hiçlik her zaman için gizli ve herhangi bir kimsenin üstünde herhangi bir hak iddia edemeyeceği bir niteliktir. Anlamsızlık çok nadir görülen şey ya da yapıtlara özgü istisnai bir niteliktir. Kesinlikle, hiçlik üzerinde hak iddia etmeye kalkı­şanlara ait bir nitelik değildir. Zira her şey üzerinde hak iddia edilebilir ancak hiçlik, zerre kadar değersizlik, anlamsızlık üzerinde herhangi bir hak iddia edilemez, bunlar yeniden canlandınlamaz ve kendileriyle ilgili kurallar konu­lamaz. Hiçlik pazanyla, reklam denilen hiçlik (ki bu hiçlik gizli ve öğretiye dayalı hiçliği) insanları kendilerine rağmen, kendilerine sunulanlara değer vermeye zorlamaya çalışan bir blöf ve şantajdan ibarettir. Çünkü, ben bir hiçim dediğinizde aslında karşınızdakilerden duymak istediğiniz şey hayır, siz bir hiç değilsiniz yanıtıdır. Ya da insanlar gördüğüm şey bu kadar değer­siz ve anlamsız olamaz, bunun gerisinde muhakkak gizlenmeye çalışılan bir şeyler olmalı diyeceklerdir. Çağdaş sanat bu kararsızlık üzerinde oynamakta ve bunu etkin bir stratejiye dönüştürmektedir. Estetik değer yargıları konu­sunda içine düşmüş olduğumuz bu terim karmaşası sayesinde, inanılmaz miktardaki bir artı-değeri cebine atmaktadır. Bu sanat konusunda hiçbir fikre sahip olmadıkları için kendilerini kötü hisseden insanları, anlaşılacak hiçbir şey yok gibisinden bir boşluğun içine sezgisel bir şekilde çekerek etkilemeyeçalışmaktadırlar. Ben böyle bir duyguya önce (1993) Venedik Biennale'inde, daha sonra da Kopenhag'da gerçekleştirilen bir dizi performans sırasında kapıldım. Bu sonuncu etkinlik sırasında az çok bildik sadomazoşist senaryo­lar çerçevesinde hacamat edilen beden üzerinden bir artı-değer elde edilmeye çalışılmaktaydı. Burada insan bedenine bir işkence ve beğeni nesnesi olarak sahiplenilmesi, vücut üzerinde her türlü zapping olasılığının denenmesi ve bir güdümleme nesnesi olarak vücudun estetik anlamda şeyleştirilmesinden söz ediyoruz.

Bütün bunlardan edindiğim izlenimse sanatın bir komplo olduğu ve biz izleyicilerin de bu bilinçli tezgahın kurbanları olduğumuzdur - kusursuz bir cinayete çok benzeyen bir olayın kurban ve suç ortaklarıyız. Bütün bunlar insanda umutsuzluğa yol açmamalı ve bütün bu metaforları o kadar da ciddiye almamalıdır. Bütün bunlar commedia dell 'arte'den başka bir şey değildir. Büyük bir olasılıkla bizler de, kolektif düzeyde, bu sanat komedisi denilen gösterinin oyuncularıyız. Tıpkı politika ya da cinsellik komedisinin oyuncuları olduğumuz gibi. Dünya ya da cemaat tarafından üretilen şu ironik varsayımı da asla gözden kaçırmamak gerekiyor. Artık öznel ironi yani şeyler ve yeniden canlandırma konusunda ayna işlevini gören eleştirel ben diye bir şey kalmamıştır. Bugün daha çok şeyler ve olayları kapsayan, bir tür sözünü etmiş olduğumuz tersine çevrilmiş entropi büyüsünü andıran, nesnel ironi vardır. Günümüzde artık ne sanat ne de başka bir alanda iyiyi kötüden, hakikiyi sahteden, simülakrı gerçeklikten ayırabilecek bir durumda değiliz. Ancak özneye özgü eleştirel işlevin yerini bir tür nesneye özgü ironik bir işlevin almış olduğu söylenebilir. İmal edilmiş nesneler, yapay nesneler, göstergeler, malların varlığından söz edilmeye başlandığı andan itibaren şeylerin yalnızca mevcudiyetlerinin bile yapay, ironik bir işleve sahip olabilmeleri konusunda yeterli olduğu görülmektedir. Bütün bu anlamsız, basit nesnelerdeki sıradanlık ironik bir işleve sahip olmaları için yeterlidir. Sanki şeyler bir tür tersine çevirme gücüne sahiplermiş gibi. Artık özne dünyayı kendi ürettiği aynada yansıtmaktan vazgeçerek, gerçek dünyaya dair ironiyi yansıtma görevini bırakmış gibidir. Zaten bu da bir yeniden canlandırma sistemine ait büyüleyici bir fanteziden başka bir şey olamazdı. İçinde yaşadığımız bize ait evren kendi ikizini, kendini yansıtan aynayı yutmuş gibidir. Kendini yansıtan aynayı yutmuş olan bu dünya saydam ve hayalî bir şeye dönüşmüş, gölgesini yitirmiştir. Zaten nesne, imge ve göstergelerden oluşan evrenimizin her bir parçacığında her an karşımıza dikilen şey de bu yutulmuş yansıma ya da gölgeye özgü ironidir.

Bizim dünyamız bir anlamda ironinin en üst aşamasına ulaşmış gibidir. Aksi takdirde böyle bir dünyaya tahammül edebilmek mümkün olamayacağı gibi, bu dünyanın şeffaflık ve müstehcenliğine tahammül edebilmek de mümkün olamayacaktı. Bizzat bir simülakra dönüşmüş olan dünya, bir tür üst düzey ironik işlev, en azından bizim özneler olarak yapabileceğimizden çok daha üst düzeyde ironik bir işleve sahip olmayı beceremeseydi, cinayetin kusursuz olduğu söylenebilirdi.

Nesneler, göstergeler, kurumlar, iletişim araçlarını başka türlü yorumlamaya kalkışmak yeldeğirmenlerine karşı savaşmak gibi bir şey olacaktır. Hâlâ sürüp giden gerçeküstücü bir dönem, anlam değişimine uğramış işlevsellik, gerçek dünyaya özgü her türlü nesnelliğin anlamsızlaştığı bir dönem yaşadık. Günümüzde nesnelere gerçek-üstü bir görünüm kazandırmaya çalışmanın bir anlamı yoktur. Zaten istesek de artık böyle bir şey yapamayız zira nesnel bir işleve sahip olmadıklarından ve gerçek-üstü görünümle nesnel işlev arasındaki sınır çizgisi de ortadan kalktığından, nesneler bu belirsiz ve gücülleşmiş (sanal) ortamda ortadan kaybolmaktadırlar. Gerçek-üstü görünümleri hiper-gerçek bir görünüm kazanmıştır. İronik bir şekilde kendi kendilerini ifade ederlerken, aynı zamanda hiç zorlanmadan bu anlamların elinden kolaylıkla sıynlabilmektedirler. Sahip oldukları anlamlardan kurtulmalarını sağlayan şeyse bizzat sistemin kendisidir. Zira sistem bizden çok daha hızlı bir şekilde hareket ettiğinden, asıl sollayarak geçilmesi gereken varlık da odur. Anlam ve değerlere yeniden eski görünümlerini kazandırma ve onları geri kazanma gibi umutsuz bir politikaya başvurmak yerine, asıl yapılması gereken şey, sistemi olabilecek en çılgın aşamasına, gidebileceği en uç noktaya kadar götürmemize olanak sağlayan, onu, beterden beter etmemizi sağlayacak bu inanılmaz politik fırsatı sonuna kadar değerlendirmekten ibarettir. Sistemin inanılmaz bir kolaylıkla ürettiği, bizim de söylev düzeyinde üretmeye çalıştığımız, şeylere özgü bu hiçlik ve saçmalık adlı belki de şiirsel sayılabilecek bu zahmetli uğraşı daha üst düzeylere taşımak gerekiyor. Yapılması gereken tek şey, aynı yönde olma koşuluyla, sistemden daha hızlı gidebilmek ve onu kendisi için hayatî tehlike arz edecek bir konuma doğru itebilmektir.

Bu noktadan itibaren artık rasyonel bir evren, şeylere özgü doğal bir evren ya da metafizik bir eleştiri ve yeniden canlandırma sisteminden çok nesnelere özgü (patafızik) düşsel bir evren, ticarî malın yanı sıra, göstergeler ve işlemselliğe özgü düşsel bir evrende yaşamakta olduğumuz söylenebilir.
Her şeyin görünür, saydam, kendini beğendirme, varlığına, bilgisine inandırmaya mahkûm edilmiş olduğu bir ortamda şeylerin özü reklamcı bir görünüm kazanmaktadır. Ancak bu reklamın hangi yönde ilerlediğine bak­mak gerekir. Belki de iletişim araçları ve çeşitli teknolojiler aracılığıyla şey­ler ve nesneler kendi reklamlarını yapmaya ve kendilerini beğendirmeye çalışmaktadırlar. Dünya, gücül/sanal olan bizi düşünüyor dediğim zaman buna benzer bir şeyler söylemeye çalışmıştım. Bu tersine çevirme oyununu, bu nesneye özgü muhtemel stratejiler içinde yer alan özneye özgü tüm strate­jilerin ters yüz edilme olayının çözümlenmesi gerekiyor (Öznenin bakış açı­sından). Bizim bir yabancılaşma şeklinde nitelendirdiğimiz dünyaya özgü bu reklamcı öz, çılgın bir düzeye ulaşmış bulunan bu değer ve kendini beğen­dirme olayı ile bu karmakarışık, rastlantısal bir şekilde hareket eden dünya­nın kendisine dayattığımız teknikler aracılığıyla ortaya çıkmasına yol açan belki de nesnel bir ironi vardır. Bu olay aslında dünyaya özgü saydamlığın kendisi demek olan kötülüğün saydamlığına ait görünümlerden biridir.

Sanki şeylerin içine gizlenmiş bir tür kötülük perisi bizimle dalga geçiyor gibidir. Bizim oyunumuza ikili bir oyunla yanıt verir gibidir. Artık oyunun efendisi olmamak gibi bir düşünce canımızı sıkabileceği gibi büyüleyici ve baş döndürücü de olabilir. Bu düşünce bizi hakikaten bir yandan başka bir büyüleyici dünyanın içine sokarken, diğer yandan da ötekiliğin bu noktada devreye girmesini sağlamaktadır. Bu bir anlamda artık bizden hiçbir şey beklemeyin demektir. Olaylar ve dünya ironik ve rastlantısal bir şekilde zaten hep var olmuşlardı. Çünkü ironi günümüzde gerek dünya gerekse öteki açısından, sahip olduğumuz anlam ve değerler sistemini ele geçirmenin tek yoludur. Anlama gerek duymadan bir biçimden diğerine geçebilen ve böylelikle de biçimleri simgesel düzeyde yönlendirebilme olanağına sahip başka kültürler için böyle bir şey söz konusu değildir. Onların ironik olmalarına gerek yoktur. Oysa bizim için ironi, özne adlı formül, hakikat ya da kendini beğenmişliğin ötesine geçerek, dünya ve nesneleri büyülü bir süreklilik düzeni içine yerleştirebilecek tek çözümdür.

Bu durumdaki nesne hakikaten tuhaf bir çekim gücüne sahip olmaktadır. Oysa -zaten estetik serüvenin de, estetik açıdan dünyaya egemen olan özne­nin de ulaşabileceği en uç nokta burasıdır- bir çekim gücüne sahip nesne, estetik nesne olma özelliğini yitirmiş demektir. Çünkü kökenlerinden kopar­tılan bu nesne, özne ve yorumlarından oluşan, yörüngeden kurtulmuş model­ler tarafından üretildiğinden salt görünür bir nesneye yani bir tür saf nesneye, saf olaya benzemekte ve günümüzde bizim açımızdan gücül anlamda yitir­miş olduğumuz biçimlerin içkinlik ve biçimsel dönüşüme uğrama olanağıyla yeniden bir büyüleme gücüne kavuşmalarını sağlamaktadır. Artık simülakrlara simülakr diyemeyeceğiz çünkü onlar artık maddi bir görünüme sahipler. Biz de zaten aynı maddi evrende yaşıyoruz. Yeniden bir fetiş görü­nümüne kavuşan simülakrlar, fetişlerin (feiticho:. yapay) o yapay gücünü de yeniden ele geçirmektedirler. Bir başka deyişle maksimal yoğunluk ve sıfır değere sahip nesnelere dönüşmektedirler. Nesne fetişin herhangi bir anlamı yoktur. O doğrudan bir aracı rolü oynamaktadır (iğdiş edilmenin yerine geç­tiğinden, ona göndermede bulunmamaktadır: burada da araç bizzat mesajın kendisidir). Ancak aracın mesaj üstündeki egemenliği göz önünde bulundu­rulacak olursa, ki burada modernleşmenin bir tür yazgısallığmdan bile söz edilebilir, bunun aynı zamanda olağanüstü bir fırsat olduğu görülebilir. Tam da bu noktada bize ait en yüzeysel, en sıradan nesnelerin bile kurban törenle­rinde kullanılan maskeler kadar güçlü bir büyüleme gücüne sahip oldukları görülmektedir. Başka kültürlere ait maskelerin dansçı ve seyircilerin kimlik­lerini emip, yutarak ortalığa bir tür korku saçmaları gibi; modernleşme ürü­nü reklamlardan elektronik eşyalara, iletişimsel olandan gücül/sanal olana, tüm imge ekran ve ağları da dahil olmak üzere, bizi sarıp sarmalayan bütün yapay nesnelerin de, iddia edildiği üzere iletişimi sağlamak ve haber üret­mekten çok, bir tür emme, yutma ve korkutma işlevini yerine getirdikleri söylenebilir. Özne, önce protezler (Mc Luhan) ve kendi sahip olduğu gücün uzantıları, sonra da onlardan çok daha üst düzeyde olduğu söylenebilecek bir kendi yok oluş sanatını icra etmekle meşguldür. Özdeşleşme ve ayna evresi­nin ötesine geçerek ortadan kaybolmak için İnternet'ten daha ideal bir şey olamaz. Böylelikle bu nesneler öznenin kendini kanıtlamasını sağlayan birer yeniden canlandırma (mimicry) ve yarışma (mücadeleye dayalı) oyunu olma­nın ötesine geçerek, Caillois'nın raslantısal (aléa ) ve korkutucu (ilinx) ola­rak tanımladığı oyun kategorileriyle birleşeceklerdir. Yeniden canlandırma ve yarışma olaylarının belirlediği bir simülakrlar döneminden sonra modern simülakrların ortaya daha arkaik bir öfke ve şeytan kovma nöbetleri biçimin­de çıktıkları ve sonuç olarak bunların, kendi korkutucu gerçekliğini emen ya da onu aynı şiddetle reddeden bir toplumun temel özellikleri olduğu görül­mektedir.

Modern sanatçılarımızın ne yapmaya çalıştıklarına daha yakından bakalım. Dini eserler yaptıklarını sanan Rönesans dönemi sanatçıları aslında birer sanat eseri yapıyorlardı. Sanat yaptıklarını sanan sanatçılarımız ise belki de bambaşka şeyler yapıyorlar. Belki fetişler üretiyorlar ama ne yazık ki büyüsünü yitirmiş fetişler üretiyorlar. Caillois'nın dediği gibi bunlar tamamen abartılı (hyperboliques), tamamen dekoratif ve geçici bir süre kullanılmak üzere üretilmiş ve sanata özgü o yüceltici doğaya sahip olmayan nesnelerdir. Sanata derinlemesine bir inanma ya da bir esinlenmenin ürünü sayılamayacaklarını bile bile birer yine de birer batıl inanç nesnesi olmaya çalışmakta ve bu arada batıl inancı (fikir ve ideoloji şeklinde) akla gelebilecek her şekilde' sürdürmektedirler.

Böyle bir fetişist ve dekoratif ideolojiye mahkûm edilmiş bir sanat ger­çekten var olamaz. Bu bakış açısı doğrultusunda özgün bir etkinlik biçimi olarak sanatın ortadan kayboluşuna tanık olduğumuz söylenebilir. Bununla birlikte söz konusu olan şey bir sönüp gitme olayı değildir (tam tersine sanat sonu gelmeyecek ikinci bir varoluş sürecine mahkûm edilmiş gibidir). Politikanın ya da toplumsalın sonu gibi, burada da söz konusu olan şey sanatın bulaşıcı bir hastalık virüsü şeklinde yaygınlaştırılması, genelleştirilmesi, estetiğin evrenselleştirilmesi aracılığıyla yok edilmesidir. Her şeyin estetiğin alanı içine sokulduğu bir ortamda sanat diye bir şey olamaz. Bu arada bir başka sahne yaratmak yerine gerçekliği ele geçirmeye çalışan bir sanatın illüzyon gücünü tamamıyla yitirmiş olduğu ve geçici bir süre lüks bir nesne olmayı başarmış olduğu söylenebilir. Ancak temel sorun: Hâlâ estetik bir illüzyon şansına sahip olup olmadığımızdır. Aksi takdirde geriye dönüşü olmayan bir illüzyon yitimi sürecine girmiş olduğumuzu kabul etmemiz ge­rekiyor. Bunların bizi ayartabilecek, büyüleyebilecek bir yolun, yöntemin varlığından hâlâ söz edilebilir mi? Bu hipergörünürlük, saydamlık dünyası­nın o en kuytu köşelerinde -dünyayı yepyeni bir şekilde algılama şeklinde bile olsa- hâlâ imge, bakış, muamma ve bir biçimselliğin varlığından söz edilebilir mi ?

Herhangi bir sonuca varmaktan çok modernleşmeyle birlikte, analitik mantık terimlerine başvurarak, tüm sonuçlarıyla birlikte hakikatin özgürleştirilme illüzyonunu içeren özgürleşme fikrinin de ötesine geçmemiz gerektiğini söyleyeceğim. Özgürleşme adlı bu modern batıl inanca karşı biçimler ya da figürlerin özgürleştirilmesinin söz konusu olmadığını -bunun olumsuz bir illüzyon olduğunu- tam tersine onların zincire vurulmuş olduklarını ve onları "özgürleştirme" konusunda başvurulabilecek tek yöntemin kendilerini zincire vurmak olduğunu, bir başka deyişle birbirleri ardı sıra ortaya çıkmalarına, birbirlerinin biçimlerini almalarına (metamorfoz), onları birbirlerine bağlayıp, birbirlerini doğurmalarına yol açan'silsileyi yeniden keşfetmek gerektiğini söylüyoruz. Zaten bu imgeler kendiliklerinden birbirlerini üretip, birbirleri ardı sıra ortaya çıkmaktadırlar. Burada sanat bu ortaya çıkışın nasıl gerçekleştiğini anlamak yani onun sırdaşı olmak ve sırlarını ele geçirmekten ibarettir. Ömer Hayyam: "Özgür bir insanı ikna yoluyla köle yapmak, bin köleyi özgür bırakmaktan evladır" demişti.

Yeniden canlandırmanın tuzaklarından kaçmanın iki yolu vardır. Ya onu bıkıp usanmadan yapısal unsurlarına indirgeyerek çözümlersiniz -ki bu bizim içinde yaşamakta olduğumuz sürece uygun bir yaklaşımdır çünkü bir ayna olma işlevini yitirmiş olan resim geriye kalan ayna kırıntıları üzerinde kendi ölümünü izlemeyi sürdürmektedir. Görüldüğü gibi bu aşamada bile yitirdiği o ayna olma özelliğini korumaya çalışırken, yitirdiği anlam ve öyküsüne de yeniden kavuşmak istemektedir. Ya da her türlü yorumlama ve çözme işine boş vererek, anlam ya da zıt anlam üretimine özgü eleştirel şiddeti unutur ve bin bir kılığa bürünerek ölmeye başladıkları bir sırada, şeylerin, ortaya çıkış ve ortadan kayboluş şablonunu çıkartırsınız. Nesnenin nasıl kendi hayale dönüştüğünü açıklar ve çeşitli görünümlere (biçimler) bürünerek ortadan nasıl kaybolduğunu gösteren bir şablon oluşturursunuz. Sırlarının sahip ol­dukları anlamlar ya da dışa vuruluş biçimlerinde değil; merkezkaç bir devinimle önce bir araya getiriliş sonra da biçimsel dönüşüme uğrayarak çoğal­ma döngüsü içinde gizlendiği nesneler bulursunuz. İllüzyon (illudere: oyuna dönüştürmek) işte böyle bir şeydir.


Düşünceler ve biçimler (aynı şekilde biçim ve değer) arasındaki derin ve radikal farkı ön plana çıkartarak durumu açıklığa kavuşturabilmek de mümkün. Bir düşünceyi aşıp geçmek demek onu yadsımak ve diyalektik anlamda öte yanına geçmek demektir. Bir biçimi aşıp geçmekse bir biçimden diğerine geçmek demektir. Birinci durum eleştirel bir entelektüel konumun (resmin düşüncelere karşı mücadelesiyle, düşüncelere ya da usul usul referans modellerine dönüşmüş eski biçimlere mahkûm oluşu) tanımlanmasına denk düşmektedir ki, bunun temelde umutsuz ve illüzyondan yoksun bir konum olduğu söylenebilir. İkinci konumda sorun illüzyon ilkesinin kendisidir. Bu ilkeye göre biçimin biçimden, imgenin imgeden başka çözümü yoktur. Bu anlamda bize illüzyonistler gerekmektedir. Yalnızca sanat alanında değil düşünce alanında da sanat ve resmin birer illüzyon olduğunu yani bunların entelektüel eleştiriden de en az estetik kadar uzak ve her şeyden önce bir göz yanılsaması, gerçekliği ya da yaşamı bir yanıltma biçimi olduklarını bilen birilerine ihtiyacımız var. Resim ve sanatın dünyayı bir şekilde dışa vurma ya da yansıtma biçimi olmayla pek fazla bir ilişkisi bulunmayan, çok saftoron denilebilecek bir gerçekliğe istediğini yaptıran; tuzaklar, kandırmacalar üretmekten ibaret şeyler oldukları söylenebilir. Tıpkı düşüncenin bir anlam yanıltma biçimi olması ve fikirlere sahip olmaktan (herkes fikir üretmektedir) yani hakikatle flört etmekten çok anlama isteğini yaptırabileceği tuzak ve kandırmacalar üretmekten ibaret bir şey olması gibi. Özetle bir ayartma biçimi keşfetmek gerekiyor. Oysa yitirdiği nesnenin geçmişte kalmış büyüleyiciliğine kapılmadan, estetikten çok kandırmaca ve büyüleme düzenine ait, sanat geleneğiyle kendininkileri hiç birbirine karıştırmamış ritüel bir geleneğin mirasçısı olan resim, bu hassas çizgiyi korumakla yükümlüdür.


Sanat ve sanat tarihine özgü boyutun dışında; bir de her dönemde var ol­muş, sanatsal ve estetik aşkınlıktan çok şeylerdeki bilmecemsi içkinliğe, onlardaki anlaşılması olanaksız belirginlikler ve "hiçbir şey olmayanın" ses­siz sedasız gücüne tanıklık etmiş olan bir boyut vardır. Estetik illüzyonun ötesine geçmiş olan, çok daha önemli bir biçimle (bir tür antropolojik bir illüzyonla), dünyaya özgü genel bir işlev ve onun ortaya çıkışıyla ilgili bir boyuttur bu. Dünya bir anlam ve anlamsal bir güce sahip olmadan, bir gerçe­ğe dönüşmeden çok ama çok önceki dönemlerden bu yana (gerçeğin dünyanın yerini almasının oldukça yakın bir tarihte gerçekleşmiş olduğu söylenebi­lir. Herhalde o da çok kısa bir süreliğine!) var olan bir boyuttur bu. Bir başka dünyayla ilgili batıl inançlar üzerine kurulu bir illüzyon değil, nesnel, içkin bir "bu dünya illüzyonu". Bu Nietzsche'nin sözünü ettiği görünümler üzerine kurulu yaşamsal illüzyondur. Burada illüzyon estetik sahnesinden çok daha önce ortaya çıkmış ve çok daha önemli ilkel bir sahne ve simgesel bir işlem­den ibarettir.

İllüzyon, Yitirilen İllüzyon ve Estetik-Baudrillard, Jean- Çeviri: Oğuz Adanır- Doğu Batı Dergisi,  Sayı: 19, 2002

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder