Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Kant ile Schiller Estetiğinde Sanatın Özerkliği


(…) Felsefî disiplin olarak sistemli bir estetik ile özerk sanat mefhumu, ancak 18. yüzyılda ortaya çıkmıştır: Burjuva toplumunun yükselmesi ve ekonomik olarak güç­lenmiş burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmesiyle birlik­te. Felsefî estetikte, yüzyıllar süren bir sürecin sonucu kavramsallaştırılır. "Şiir, müzik, sahne sanatları, resim, heykel ve mimarîyi içine alan kapsayıcı bir kavram olarak, ancak 18. yüzyılın sonunda yerleşiklik kazanan modern sanat mefhumu"yla16 birlikte, sanat faaliyeti diğer tüm etkinliklerden farklı bir etkinlik olarak kavranır. "Çeşitli sanatlar gündelik hayatın bağlamından çıkarıldı, bir bütün olarak tasavvur edilmeye başlandı. ... Amaçsız yaratım ve çıkarsız zevk alanı olarak bu bütün ile toplum hayatı arasında kar­şıtlık kuruldu: Gelecekte bu toplum hayatının ussal bir şe­kilde, belirlenebilir amaçlara sıkı sıkıya uyacak tarzda dü­zenlenmesi gerektiği düşünüldü."17

Özerk bir felsefî bilgi alanı olarak estetiğin oluşturulmasıyla birlikte, bu sanat an­layışı doğmuştur. Bunun sonucunda, sanatsal üretim top­lumsal faaliyetlerin bütününden ayrılmış, bu faaliyetlerle soyut bir şekilde yüzleşmiştir. Helenizmden, özellikle Horatius'tan beri delactare ile prodesse ["eğlendirme" ve "yararlı olma"] birliği, sadece şiirin ortak bir özelliği olmakla kal­mamış, sanatçının kendine ilişkin kavrayışının temel ilkele­rinden biri olagelmiştir; ama amaçsız bir alan olarak sana­tın inşası, prodesse'nin kuramsal olarak estetikdışı bir etken olarak düşünülmesine, didaktik eğilimi olan eserlerin de eleştiride sanatsallıktan uzak diye değerlendirilmesine ne­den olmuştur.

Kant'ın, Kritik der Urteilskrafimda [Yargı gücünün Eleştirisi] (1790) sanatın pratik kaygılardan uzaklaş­masının öznel yanı yansıtılmıştır.18 Kant'ın incelemesinin nesnesi, sanat eseri değil, estetik yargıdır (beğeni yargısı). Kant estetik yargıyı, duyular alanı ile aklın alanı arasına, "hoş olana eğilim gösterme çıkarı"19 ile, pratik aklın çıkarı -ahlâk yasasının gerçekleştirilmesi- arasına yerleştirir ve es­tetik yargıyı çıkarsız diye tanımlar. "Beğeni yargısını belirle­yen keyif, her türlü çıkardan bağımsızdır";20 burada çıkar" arzulama yetisiyle ilişkili" olarak tanımlanır. Arzulama ye­tisi, özne açısından, kâr maksimleştirilmesi prensibi üzeri­ne kurulu bir toplumu mümkün kılan insanî bir yetenek ise, Kant'ın ilkesi, gelişmekte olan burjuva-kapitalist toplu­mun dayatımları karşısında sanatın özgürlüğünü de tanım­lar. Estetik, hayatın bütün alanlarına hâkim olan kâr maksimleştirmesi prensibine göre işlemeyen bir alan olarak ta­savvur edilir. Bu unsur Kant'ta henüz ön planda değildir. Tersine, demek istediği şeyi (estetiğin bütün hayat pratiği bağlamlarından uzaklaşmasını) iyice netleştirmek üzere, estetik yargının evrenselliğini vurgular ve bunu, burjuva top­lum eleştirmeninin feodal hayat tarzına yönelik yargısının özgüllüğüyle karşılaştırır. "Biri bana, karşımda gördüğüm sarayı güzel bulup bulmadığımı sorsa, sadece bakılmak için yapılmış şeylerle ilgilenmediğim yanıtını verebilirim. Ya da Paris'te en çok hoşlandığı şeyin aşevleri olduğunu söyleyen şu Iroka şefi gibi konuşabilirim. Hatta, daha da ileri gidip, halkın alın terini böyle yararsız şeylere harcayan büyükle­rin gösteriş merakına veryansın eden Rousseau'nun ağzın­dan da konuşabilirim. ... Bütün söylediklerim kabul edilip onaylanabilir; gelgelelim, mesele bu değil. [Soruyu soran kişinin] bilmek istediği tek şey, nesnenin temsilinin hoşu­ma gidip gitmediğidir."21

Bu alıntı, Kant'ın çıkarsızlıkla ne kastettiğini gözler önü­ne seriyor. Gerek "Iroka şefinin" dolaysız ihtiyaçlarının kar­şılanmasına yönelik çıkarı, gerek Rousseau'nun toplum eleştirmeninin pratik akıl çıkarı, Kant'ın estetik yargı için çizdiği sınırların dışında kalır. Estetik yargının evrensel ol­ması talebiyle, Kant, kendi sınıfının özgül çıkarlarını da reddeder. Burjuva kuramcısı, sınıfsal düşmanının ürünleri­ne karşı da tarafsız olma iddiasındadır. Kant'ın tezindekiburjuva unsur, tam da, estetik yargının evrensel geçerliliğe sahip olması talebidir. Evrensellik tutkusu [pathos], özgül çıkarları temsil eden bir zümre olarak feodal soylulukla sa­vaşan burjuvazinin karakteristik bir özelliğidir.22

Kant, estetiğin sadece duyusal alan ile ahlâkî alandan ba­ğımsız olduğunu öne sürmekle kalmaz (güzel, hoş olan ya da iyi olan değildir), kuramsal alandan da bağımsız olduğu­nu söyler. Beğeni yargısının mantıksal özelliği, evrensel ge­çerlilik iddiasında bulunurken, "kavramlar açısından man­tıksal bir evrensellik" taşımamasıdır,23 çünkü aksi halde "zorunlu ve evrensel onaylama, kanıtlarla mecburî kılmabi-lirdi".24 Dolayısıyla Kant için estetik yargının evrenselliği, bir tasarım ile, yargıgücünün herkes için geçerli öznel ko­şullarının uyuşmasına dayanır:25 Somut olarak, imgelem ile anlamanın [Verstand] uyuşmasına.26

Kant'ın felsefe sisteminde yargıgücü kilit yere sahiptir; çünkü kuramsal bilgi (doğa) ile pratik bilgi (özgürlük) ara­sında dolayım sağlar. "Doğanın amaçlılığı anlayışı"nı sunar bize: Bu anlayış, yalnızca tikelden genele doğru ilerlememi­ze izin vermekle kalmaz, gerçekliği pratik olarak değiştir­memize de imkân verir. Çünkü bütün çeşitliliğiyle doğa, ancak amaçlı diye tasavvur edildiğinde bir birlik şeklinde kavranabilir ve pratik eylemin nesnesi olabilir.

Kant estetiğe, duyusallık ile akıl arasında özel bir konum atfetmiş, beğeni yargısını özgür ve çıkarsız diye tanımlamıştır. Schiller, Kant'ın bu düşünümlerinden hareketle, esteti­ğin toplumsal işlevini belirlemeye çalışmıştır. Bu girişim paradoksal görünür, ne de olsa Kant, tam da estetik yargı­nın çıkarsızlığmı, dolayısıyla örtük olarak sanatın işlevsizli­ğini vurgulamıştır - en azından ilk bakışta öyle görünmek­tedir. Schiller ise, sanatın tam da özerkliği, dolaysız amaçla­ra bağlı kalmaması sayesinde, başka hiçbir yoldan gerçekleştirilemeyecek bir görevi yerine getirebileceğini kanıtla­maya çalışır: İnsanlığın ileriye götürülmesi görevidir bu. Schiller, Fransız Devrimi'nin terör döneminin etkisiyle "gü­nümüzün dramı" diye adlandırdığı şeye ilişkin bir analiz­den yola çıkar:
"Kalabalık alt sınıflarda kaba ve kanunsuz itkiler çıkar karşımıza - burjuva düzeninde bağların çözülmesinden sonra zincirlerinden boşanan, dizginlenemez bir öfkeyle tatmin arayan itkilerdir bunlar ... Devletin yok olması, ge­rekçesini kendi içinde taşır. Denetimsiz kalan toplum, orga­nik hayata doğru yükselmek yerine, köklerine doğru gerile­mektedir. Öte yandan uygar sınıflar, tembelliğin, ahlâksızlı­ğın damgasını vurduğu, daha da itici bir görünüm sunarlar - kaynağı kültür olduğu için, çok daha sarsıcı bir görünüm­dür bu. ... Toplumun tahsilli kesimlerinin, haklı olarak övündükleri zihinsel aydınlanma, bütününde, insan yaradı­lışını soylulaştırmak bakımından öylesine az bir etkiye sa­hiptir ki, daha ziyade'yozlaşmayı teşvik eden ilkelerin [ma­xim] önünü açar gibidir."27

Analizin burada alıntılanan aşamasında, sorunun çözü­mü yok gibi görünmektedir. "Kalabalık alt sınıflar", ey­lemlerinde itkilerinin esiridir. Dahası, "zihinsel aydınlan­ma", "uygar sınıflara" ahlâka uygun davranmayı öğretmemistir. Başka deyişle, Schiller'in analizine göre, ne insan doğasının iyi olduğuna, ne de aklın eğitilebilirliğine güve­nilebilir.

Schiller'in izlediği yolun belirleyici tarafı, analizinin so­nucunu antropolojik değil, tarihsel açıdan yorumlamasıdır: Bu sonucu, kesin ve değişmez bir insan doğasına değil, tarihsel bir sürece bağlar. Kültürün gelişimi, diye açıklar Schiller, akıl ile duyuların birliğini ortadan kaldırmıştır -oysa eski Yunan'da mevcut olan bir birliktir bu. "Tek tek bireylerin değil, sınıf sınıf insanın, kabiliyetlerinin yalnızca bir kısmını geliştirdiğini, diğer kabiliyetlerininse, susuz kalmış bitki misali, gelişemeden kaldığını görüyoruz. ... Sonsuza dek bütünün tek bir parçasına zincirlenmiş olan insan, ancak bir parça olarak gelişir; kulağında durmaksı­zın döndürdüğü tekerin tekdüze sesiyle, varoluşunun ahengini asla geliştiremez ve kendi yaradılışına insanlığın damgası vurmak yerine, işinin, biliminin damgasını ta­şır".28 Etkinlikler birbirinden ayrıldıkça, "mevkilerde ve mesleklerde daha güçlü bir ayrım" zorunlu hale gelir. Sos­yal bilimlerin kavramlarıyla ifade edersek, işbölümünün kaçınılmaz sonucu, sınıflı toplumdur. Ama işbölümü, Schiller'e göre siyasî bir devrimle ortadan kaldırılamaz; çünkü devrim de, işbölümünün damgasını vurduğu bir toplumda insanlıklarını tam anlamıyla geliştirememiş in­sanlar tarafından gerçekleştirilecektir. Schiller'in analizinin ilk aşamasında ortaya çıkan, duyusallık ile akıl arasındaki çözülmez çelişki, ikinci aşamada yeniden kendini gösterir. Gerçi bu artık ebedî değil, tarihsel bir çelişkidir, yine de aynı ölçüde çözülmezdir; çünkü toplumu hem ussal hem de insanî kılacak her değişim, kendilerini böyle bir top­lumda geliştirmiş insanları gerektirir.

Schiller tam da bu noktada sanatı devreye sokar ve sa­nata, insanın birbirinden koparılmış "iki yarısını" tekrar birleştirme görevi yükler. Yani sanat, işbölümünün dam­gasını vurduğu bir toplumda, bireylerin faaliyet alanları içerisinde geliştiremedikleri insanî olanakların gelişme imkânını sağlamalıdır. "İnsan, herhangi bir amaç uğruna kendini ihmal etmeye yazgılı olabilir mi? Doğa, kendi ta­sarıları aracılığıyla, Akıl'ın kendi tasarılarıyla buyurduğu bir tamamlanmışlığı bizden alabilir mi? Tek tek güçlerin pekişmesinin, bu güçlerin toplamının feda edilmesini zo­runlu kıldığı görüşü yanlış olmalıdır; ya da, doğa kanunu her ne kadar bu yönde bir eğilim gösterse de, daha yüksek bir sanat aracılığıyla, sanatın tahrip ettiği bu bütünlüğü yeniden tesis etmek elimizde olmalıdır".29 Bu pasajın bu kadar zor olmasının nedeni, kavramların sabit olmayıp, düşünme diyalektiğine tâbi olması, karşıtına dönüşmesi­dir. "Amaç", öncelikle bireyin sınırlı görevine, daha sonra tarihsel gelişme ("doğa") içinde kendini gösteren (ayrı ay­rı insanî güçler şeklinde kendini açan) erekselliğe, son olarak da akim buyurduğu topyekûn insanî gelişmeye işa­ret eder. Aynı şey doğa kavramı için de geçerlidir: Doğa, bir yandan bir gelişim yasasıdır, öte yandan da bedensel-ruhsal bir bütün olarak insana işaret eder. Sanat da iki farklı anlama sahiptir: Öncelikle bir teknik ve bilgi, sonra da modern anlamıyla, hayat pratiğinden uzaklaşmış bir alan ("yüksek sanat") anlamına gelir. Schiller'e göre sanat, tam da gerçekliğe her türlü dolaysız müdahaleyi reddetti­ği için, insanın bütünlüğünü yeniden tesis edebilir. Her bireyin yetilerinin tamamen gelişmesine izin veren bir toplumun kurulabilme imkânını kendi çağında görmeyen Schiller, bu hedeften yine de vazgeçmez. Ama, ussal birtoplumun kurulmasını, sanat yoluyla gerçekleştirilecek bir insaniliğe bağladığı da doğrudur.

Burada, Schiller'in düşüncesini ayrıntılarıyla serimlemek gibi bir amacımız olamaz - sanatsal faaliyetle özdeşleştirdiği oyun itkisini, duyusal itki ile form itkisinin sentezi olarak tanımlayışını; spekülatif bir tarih içerisinde duyusallığın büyüsünden kurtulma imkânını güzelliğin tecrübe edilme­sinde arayışını burada anlatamayız. Bu bağlamda vurgulan­ması gereken nokta, Schiller'in, tam da hayat pratiği bağla­mından uzak olduğu için sanata atfettiği kilit nitelikli top­lumsal işlevdir.

Özetlemek gerekirse, sanatın özerkliği, burjuva toplu­muna ait bir kategoridir. Sanatın hayat pratiği bağlamın­dan uzaklaşmasını, tarihsel bir gelişim olarak betimleme­mize izin verir - yani, hayatta kalma mücadelesinin baskı­larından zaman zaman da olsa muaf olabilen sınıfların mensupları arasında, araçsal rasyonaliteden bağımsız bir duyusallığın gelişmiş olduğunu görürüz. Özerk sanat ese­rine ilişkin söylenenlerin hakikati de burada yatmaktadır. Ama, bu kategori, sanatın hayat pratiği bağlamından uzaklaşmasının tarihsel bir süreç olduğu, yani toplumsal olarak belirlenmiş olduğu gerçeğini içermez. İşte kategori­nin doğru olmayan yanı, her ideolojiye damgasını vuran çarpıtılmışlıgı da buradadır - ideoloji kavramını, Marx'ın ilk dönem eserlerinde ideoloji eleştirisinden söz ederken kullandığı anlamda kullanmak kaydıyla. "Özerklik" kate­gorisi, göndergesinin tarihsel olarak gelişmiş olduğunu kavramamıza izin vermez. Burjuva toplumunda sanat ese­rinin hayat pratiği karşısındaki görece uzaklığı, böylece, sanat eserinin toplumdan mutlak şekilde bağımsız olduğu yolundaki (yanlış) fikre dönüşür. O halde, kelimenin tam anlamıyla özerklik, doğru bir unsur (sanatın hayat prati­ğinden uzaklığı) ile yanlış bir unsuru (tarihsel olarak gelişmiş bu olgunun, sanatın "esası" diye görülmesini) bir­leştiren, ideolojik bir kategoridir.
Notlar:
15 Rituelle iç içe olan bir sanat hizmete alınamaz, çünkü bağımsız bir alan olarak mevcut değildir. Sanat eseri burada ritüelin parçasıdır. Ancak (nispeten) özerk hale gelmiş bir sanat hizmete alınabilir. Bu nedenle sanatın özerkliği, daha sonra özerkliğini yitirme olasılığının önkoşuludur. Meta estetiği özerk bir sa­natı öngerektirir.
16 H. Kuhn, "Ästhetik", Das Fischer Lexikon. Literatur 2/1, (ed.) W.-H. Fried­rich/W. Killy (Frankfurt, 1965) s. 52, 53.
17 A.g.e.
18 I. Kant, "Kritik der Urteilskraft", Werke in zehn Bänden, (ed.) W. Weischedel. (Darmstadt, 1968) cilt VIII. (eşdeğer yayım: Kant-Studienausgabe. Wiesbaden 1957, Bd. V); bundan böyle kısaca KdU.
19 KdU par. 2; s. 287.
22 Kant'ın argümantasyonunda bu unsur, anti-feodal unsura kıyasla daha önem­lidir: Warneken, Kant'ın zevk verici olmakla birlikte güzel olma iddiasını öne süremeyecek sofra müziğine (KdU par. 44; s. 404) ilişkin yorumlarına dayana­rak göstermiştir bu unsuru {Autonomie und Indienstnahme, s. 85).
23 KdU par. 31; s. 374.
24 KdV par. 35; s. 381.
25 KdU par. 38; s. 384 vd.
26 KdU par. 35; s. 381.
27 Schiller, "Über die ästhetische Erziehung des Menschen", Samtliche Werke, ed. G. Fricke/G. H. Göpfert (Münih, 1967) s. 580 (5. mektup); aşağıda kısaca: Ästhet. Erz.
Avangard Kuramı, Peter Brüger, Çeviren: Erol Özbek, İletişim Yayınları, 2003

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder