Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Kuzgun Acar


Kaya Özsezgin
Kuzgun Acar’ın çağdaş Türk heykeline kendi kişiliği doğrultusunda eklediği dinamizmi iyi değerlendirebilmek için, heykelimizin yakın tarihine kısaca eğilmek ve bu alandaki estetik birikimlerin ulaştığı noktayı saptamak gerekecektir. Geleneksel Türk - İslam mimarlığında süslemeci bir nitelik taşıyan taş ve tahta oymacılığının batılı anlamda bağımsız heykele dönüşmesi, dünya görüşünün ve toplumsal yaşayışın batılı ölçülere paralel bir yol izlemesine bağlıydı. Bu yol ise kültür kurumlarının oluşmasını, sanat öğreticilerinin bu kurumlarda görevlendirilmesini, genç kuşaklarda sanat bilincini yerleştirecek yöntemlerin gerçekçi doğrultularla kurulmasını kaçınılmaz kılıyordu. — Daha onsekizinci yüzyılın sonlarında kültürel alanda bazı adımlar atılmış, yenilik hareketlerine bir ölçüde hız verilmişti. Ama dinsel baskıların ve toplum geleneklerinin, heykel heykel gibi “mücessem” yapıtları hoş karşılaması için daha uzun bir sürenin geçmesine, “Sanayi-i Nefisenin kurulup çalışma ya başlamasına gerek vardı. Oskan Efendi’lerden, İhsan Bey’lerden, Mahir Tomruk’lardan kalan, bir çeşit akademik natüralizmdi. Resme göre heykelin yayılma ve alıcı bulma olanakları daha kısıtlı olduğundan, akademinin çatısı altında biçimlenen ilk heykel denemeleri, öğretmen - öğrenci ilişkilerinin dışına pek taşmıyor, heykeltraşı muallimliği’ çevresinde pek sınırlı bir meraklılar kitlesini aşmıyordu. Heykel tıraşlığımızın bu ilk ve kurucu dönemini oluşturan yapıtlar daha çok küçük boyutlu büstlerdir.

Modernist eğilimlerin başlaması ve heykelin belirli ölçüler içinde de olsa bir çeşit işlev kazanabilmesi için Cumhuriyetin ilk yıllarını beklemek gerekecektir. Çünkü ilk kez bu yıllarda heykelin mimariyle ilişkileri, temel kaygılara konu olmuştur. Atatürk anıtları devrimin ilk yıllarda yönetici kadronun da teşvik ettiği bir kültür hareketinin, heykele yansıyan örnekleri olmakla beraber, sanatçının yaratıcı duyarlığına eşlik edecek ve temel işlevleri oluşturacak nedenleri bütünüyle içermiyordu gene de... Heykelin bir alıcısı olmalı, heykel, modern bir yapı içinde yerini ve değerini bulmalıydı.. Çağdaş heykelimizde yaratıcı ve kişisel motiflere öncelik vermek isteyen grubu ikinci kuşak sayarsak, Kuzgun Acar’ın da içinde bulunduğu sanatçılar topluluğunu, yukarıda sözünü ettiğim işlevsel heykele kuvvetle yönelen üçüncü kuşak diye tanımlamak doğru olur. Bu dönemde akademide heykel çalışmaları yabancı sanatçıların gözetimini gerekli kılmış, heykel bölümü ilk yıllara oranla gelişme göstermiştir. Alman asıllı olan ve genç yaşta Hitler rejiminin “tereddi etmiş(soysuzlaşmış) sanat” sloganına hedef olduğu için kara listeye alınan ve bu yüzden 1933’te vatanını bırakarak Türkiye’ye gelen Rudolf Belling, uzun yıllar, önce akademide, sonra Teknik Üniversite’de heykel hocalığı yapmıştı.

1928’de İstanbul’da doğmuş olan ve popüler bir aileden gelen Kuzgun Acar, 1948’de İstanbul Ticaret Lisesi’ni bitirdikten sonra akademinin heykel bölümüne kaydını yaptığında, karşısına bu Alman asıllı heykeltıraş, Rudolf Belling çıkacaktır.  Artık Belling’in öğrencisidir Acar. Heykel sanatında modernizmin başlıca birkaç temsilcisinden biriydi Belling. Klasik ve modern anlayışta birçok yapıt vermişti. Onun düşüncesine göre, çağdaş heykel, büyük bir hızla yeni bir rönesans’a doğru gitmekteydi. Heykelin gelişmesi, mimari ile işbirliği yapmasına bağlıydı. Heykelde bağımsız formun anlam kazanması yolunda öğrencilerini etkilemiş olan Belling’in düşüncelerinden, Kuzgun Acar’ın etkilenmediğini düşünmek yanlış olur.

Gerçi Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de heykel ve anıt yapmış olan başka yabancı sanatçılar da vardı. Aralarında Canonica, Thorak, Krippel ve Hanac gibi heykeltıraşların da yer aldığı bu yabancı sanatçıların heykel estetiği planında, Belling ölçüsünde bir etkinlikleri olmamıştı. Akademide atelyeler ayrıldığında Kuzgun Acar, öğrenimini bir süre de Ali Hadi Bara’nın yanında yürütmüştür. İhsan Bey’in öğrencisi olan Bara, uzun süre Türkiye’deki ilk heykel eğitiminin ilkeleri paralelinde yapıtlar vermekle beraber, özellikle son figürsüz yapıtlarında soyut heykelin olanaklarına yönelmişti. Kuzgun Acar’ın soyut-figürsüz çalışmalarında, hocası Hadi Bara’nın da payı bulunduğu kuşkusuzdur.
Kuzgun Acar’ın, yaşamının son günlerine dek büyük bir dikkat ve özenle kompoze ettiği metal heykelleri, soyut biçimlemede şiirin ve duyarlığın ön plana alındığı, yaratıcılığın her türlü kaygının üstünde tutulduğu çalışmalardır. Deyim yerindeyse bu çalışmalar birer ‘heykel için heykel” kaygısının ürünleridir. Metal bileşenlerin kaynaşması sonucunda ortaya çıkan kompozisyonlar, izleyicinin imgelem dünyasını zenginleştirici öğelere sahiptir. Çağdaş sanatın malzeme ye ve espriye ilişkin araştırıcı karakteri, belki de en yoğun biçimiyle bizim sanatımızda Kuzgun Acar’ın heykellerinde gerçekleşmiştir. Onca metal çubuk ve malzemenin ince bir işleniş biçimiyle bir araya gelişi, titiz bir işçilik doğrultusunda anlam kazanışı ve yapay öğelerden kesinlikle arınışı, dikkate değer bir olgudur. Bu açıdan Kuzgun Acar’ın heykelleri, her şeyden önce malzemeye hakim olma, malzemenin yaratacağı olanaklar çerçevesinde duyarlığı ve soyut mekanizmayı oluşturma sorunudur.
Gerek İstanbul Manifaturacılar Çarşısı duvarındaki kuşları konu alan demir rölyefi, gerekse şimdi İstanbul Resim-Heykel Müzesi’nde bulunan demir çivilerin konu oluşmuş soyut heykeli doğadan edinilmiş izlenimler bütününü yansıtır ama o izlenimler gene de bir uyarıcı niteliğinden öteye geçmez. Soyutlamacı biçim karakteri, heykelin bütününe egemendir.. Bu tür karakterler, kimi zaman doğasal izlenimlere de gerek duymaz, doğrudan doğruya kendi kişisel yaratma yeteneğine bağlı kalır.
Ankara Kızılay Gökdeleninin cephesini süsleyen ve yakın bir tarihte ne için yerinden alındığı belli olmayan bronz rölyef, bu tür çalışmalardan biridir. Metal malzemeyi bir heykel oluşumu içersinde değerlendirme sorunu, Özellikle heykelimizin son çeyrek yüzyılı için sanatçıları uğraştıran ve düşündüren bir konu olmuştur. Dündar Elbruz’da, Sadi Öziş’te ve İlhan Koman’ ın kimi çalışmalarında, Kuzgun Acar’ı kuvvetle anımsatan yönelişler vardır.

Cumhuriyetimizin ellinci kuruluş yıldönümü nedeniyle İstanbul’un çeşitli yörelerin de çağdaş heykeltıraşlarımızın yapıtlar yer verme programı, Kuzgun Acar’ı da değerlendirmiş ve Gülhane Parkına onun alışılmış kişiliğini anımsatan metal bir heykel konulmuştur. Bu heykel, metal çubukların ritmik bileşimini konu almaktadır ve Kuzgun Acar’ın incelikleri öngören üslübunu bir kez daha ortaya koymaktadır.
Acar’ın ilk kişisel sergisi, 1951de henüz akademideki öğrenimi sırasında İstanbul’da Maya Galerisi’nde düzenlediği sergidir. Bu tarihten sonra bazı karma sergilere ve bu arada devlet sergilerine katılmıştır. 1962’deki Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nin heykel dalında birincilik ödülünü almış, 1968’ deki Opera yarışmasında da mansiyon kazanmıştır.
Kuzgun Acar sınırsız yaratı yeteneğinin özgürlüğü içinde sadece heykel anlayışında değil, heykel malzemesinde de değişiklikler gerçekleştiriyordu. Geleneksel heykel malzemesi yerine gündelik ve sanat dışı sayılan araç-gereci heykele sokuyor ve daha sonra da dinamik bir üslup içinde temel çivileriyle boşluğun çizime dönüştürüldüğü demir heykellerinin yapımına koyuluyordu. Bildiğimiz gibi bu heykeller kendisine 1961'de Paris Gençler Bienali'nde heykel birincilik ödülünü kazandırmıştı. Böylece sanatçı gücünü uluslararası minderde kanıtlamış oluyordu. Adnan Çoker



Bunun yanı sıra yurt dışındaki yarışmalı sergilere de katılmıştır. Bunların başında Venedik ve Sao Paulo bienalleri (iki yılda bir düzenlenen sergi) gelir. Ama yurt dışında olumlu yankılar uyandıran en önemli kişisel sergisi ekim ve 5 kasım 1962 de bir ay Süreyle Paris Modern Sanat Müzesi’nde açık kalmış olan sergisidir. Acar bu sergisini, ikinci Paris bienalinde,  Paris kentinin ödülünü aldıktan sonra düzenlemiştir. Söz konusu sergi dolayısıyla hazırlanan k yazısında, güzel sanatlar yöneticisi Clovis Eyraud, Modern Sanat Müzesi’nde Kuzgun Acar’ın yapıtlarını göstermekten mutluluk duyduğunu özellikle belirtiyordu. Endüstriyel formlar. mekanik parçalar Acar’ı ilgilendirmektedir Eyraud’a göre. Sonra da bütün metal çeşitleri.. Eyraud o yazısında, bir rastlantı sonucunda gördüğü desenlerinden de övgüyle söz açıyor Kuzgun Acar’ın ve bu desenlerdeki kuvvetliliği, kolaylığı, rahatlığı ve dinamizmi övüyordu. Bununla da kalmıyor, Paris bienalinin ona verdiği ödül dışında, yabancı heykeltıraşlara ayrılan iki burstan birinin Kuzgun Acar’a ayrılması gereğinden de söz açıyordu.


Kuzgun Acar, Modern Sanat Müzesi’ndeki bu sergisinden dört yıl sonra gene Paris’te Rodin Müzesi’nde bir başka özel sergi daha düzenlemiş, bu sergi de çevrede ilgiyle karşılanmıştır.

Olgunluk çağında ve yoğun bir çalışma öneminde yitirdiğimiz Kuzgun Acar, çağdaş heykelimizdeki değişik malzemelerle yeni duyarlıklar yaratmanın, figürden çok soyuta yönelmenin ve heykelle mimari olanakları bağdaştırmanın gereğine gönülden inanmış, yetenekli ve kişilik sahibi bir sanatçıydı. Özel koleksiyonlara dağılmış çok sayıdaki yapıtını bir araya toplayarak anma sergisi düzenlenmeli ve Resim-Heykel Müzemizdeki yapıtlarını çoğaltmanın yolları aranmalıdır. Ama korkarım ve sanırım ki, bu dileğimiz de boş bir kuyuya atılan taştan farksız olmayacaktır. Bugünkü koşullarda iyimser olmaya bile hakkımız yok artık..
Kaya Özsezgin, Milliyet Sanat, 1976

Levent Çalıkoğlu da "Boşluğu Kanatan Formlar" başlıklı yazısında Acar'ın heykele bakışını şöyle değerlendiriyor: "Kuzgun'un heykeltraş olarak en karakteristik yönü bir yontucu değil inşacı olmasıydı. Kütlenin içerisine gizlenmiş olanı gün ışığına kavuşturmakla ilgilenmiyordu. Parçaları lehimlemek, tümlemek, onlara neden sonuç ilişkisine dayalı bir akış, bir devinim kazandırmak, dolayısıyla boşluğa yeni bir kütle armağan etmek onun fikirlerini billurlaştırabildiği bir yöntemdi."

Sanat üzerine görüşleri…
Önce sevmen gerek, sultanım.. Karşına bir malzeme çıkar. Ona sevgiyle yanaştıkça, sokuldukça tanırsın. Tanıdıkça da seversin. Bir kere sevdin mi, gönlünü vedin mi o malzemeye, nakış da olur, heykel de olur, mask da...
***
Biz, tiyatroda yabancılaştırma öğesi olarak mask kullanmayı, sokak tiyatrosu yaparken keşfettik. Ama öyle isteyerek ya da ukalalık olsun diye değil, zorunluktan. Oyuncularımız, (Oyuncularımız kim? Amatör gençler, öğrenciler, işçiler) Yüzlerini kullanmaktan, mimikten yoksundular. Biz de yüzlerini örtmek için mask kullanmak zorunda kaldık., Ancak, çok geçmeden maskın etkenliğini gördük. Usta (Mehmet Ulusoy) bu düşünceyi çok benimsedi ve sık sık kullanır oldu...



***
(Fransa’da Gerard Philip Tiyatrosu’ndaki çalışmaları üzerine) Provalar boyunca kapılar açık isteyen girebilir, bizleri izleyebilirdi. Nitekim 1200 kişilik salonun provalarda tıka basa dolduğunu gördüm. Mask yapışımı izleyenlerin beni azarladıklarını, bana çıkıştıklarını gördüm. Önce yadırgadım, sonra bayıldım. Soruyorlardı: Ne yapıyorduk? Kimin için? Neden? Şu ya da bu malzeme nasıl kullanılacaktı? Niye? Dolap çevirmeye, gizli kapaklı iş yapmaya olanak yok. Her şey apaçık oynanıyor. Böylece her gün , her an yeni baştan bir sınav ver Faydası mı? Sonsuz... - Önceleri yalnız mask yapmayı biliyorduk. Maskın nasıl kullanılacağını bilemiyordum. Oysa, o can insanların önünde sınav vere vere, şimdi daha iyi mask yapmasını, üstelik maskları nasıl kullanacağımı da biliyorum.
***
Neden hep tiyatro? Yok canım, hani “ Hobby” diyorlar ya, öylesine özel bir tutku değil... Yaşamın bir parçası. Tiyatro bana kollektif namusun ne demek olduğunu öğretti. Heykel, resim gibi bireysel bir sanatın kollektif olabileceğini, ortak amaç için nasıl kullanabileceğini öğretti.

***
Heykeli öyle de yapsan olur, böyle de... Taştan mermerden oyarsın, çividen demirden dökersin, çanak çömlekten bükersin. Hepsi de olur... Tepe noktaya bir yere. koyarsın, süs olur; fırlatır atarsın, çöp olur... Ama bir de işe yaradı mı, bir de işe yarattın mı, o zaman öpülesiye, okşanasıya güzel olur, doğru olur...

***
(“Kafkas Tebeşir Dairesi” çalışmaları üzerine): Mehmet özgürlük tiyatrosuyla, Tunus ve Cezayir’de turnedeyiz. Ancak, ne Tunus’u, ne Cezayir’i görüyorum. Gördüğüm, yalnızca Brecht. Işte sultanım, durum böyleyken, günün birinde deniz, kaplumbağaları çıkıverdi karşıma, kumun üzerine. Öyle bir yakışıklı öyle yakışıklı çıktılar ki, derhal Brecht’le ilintiyi kuruverdim. Bu deniz kaplumbağalarının kabukları egemen güçlerin giysisi olabilirdi olsa olsa... Sonra Paris Bitpazarı kazan, ben kepçe.... Ne kadar savaş artığı araç gereç varsa hep toparlayıp yoğurdum; oyundaki kiralık elemanların maskları oldu çıktı.

***
Kafkas Tebeşir Dairesi için 140 mask yaptım; 14 oyuncu, değiştire değiştire 86’sını kullandı. Zor iştir maskı oyuncuya sevdirmek... Kolay mı, adama “yok ol, silin” diyorsun malzemeyi ön plana çıkarıyorsun. Ancak, önce maskı istemeyen oyuncu, giderek, kollektif çalışma sonucu, bilinçlendikçe maskla korkunç bir şekilde bütünleşti. Öyle ki,’ açılış günü tiyatronun kapısına iki mask koymak istediği hiç bir oyuncunun elinden maskını alamadık...

***
(Sanatçı arkadaşları için):
Mehmet Ulusoy, hayatta gördüğüm cins atların başında gelir. Hani şu güzel Istanbul, heykeli alaşağı edilen meslekdaşım Gürdal Duyar, bir sürü işini görmediğimiz Namık Denizhan gibi... Bunlar, inanın, çatlayasıya koşarlar ve bize nal toplamak kalır...
.
Önce sevmek gerek... Karşına bir malzeme çıkar, ona sevgiyle yanaştıkça, sokuldukça tanırsın. Tanıdıkça da seversin. Bir kere sevdin mi, gönlünü verdin mi bu malzemeye, nakış da olur, heykel de, mask da...
Deneyen: Zeynep Oral 


Kuzgun’un yapıtları arasında benim en çok beğendiğim Ankara’nın Kızılay meydanındaki büyük iş hanının sağır duvarını süsleyen kabartma heykelidir. Bundan iki üç yıl önce, Londra’da bir yapı duvarında kabartma bir heykel görmüştüm. Orada uzmanlık öğrenimini yapan eski bir öğrencimiz, ünlü bir İngiliz heykelcisinin bu yapıtını çok beğeniyordu. Gözümün önüne Kuzgun’un yapıtı geldi. Genç sanatçımıza “Sen yurda döndüğünde gidip, Kızılay’daki iş hanında Kuzgun’un kabartmasını gör, yapıyla ne güzel uyuşmasına, sağır duvar üzerine ne olumlu yayılışına bak. Biz sanatçılarımızı değerlendirmesini bilmiyoruz” demiştim. Ne yazık ki bu genç arkadaş, o güzel yapıtı göremeyecek. Çünkü sökmüşler, kaldırmışlar yerinden.

Neden yaparlar bunu? Üzerinde çıplak kadın şeklide yoktu? Kim bilir hangi müdür beyin ya da başka bir yetkilinin hoşuna gitmemiş, “Kaldırın şunu” demiştir. Zamanında binlerce lira ödenmiş bir yapıtı “Kaldırın, hoşuma gitmedi” diyen kişiden, sanat açısından vazgeçtik, parasal açıdan hesap sorulmaz mı?

Zühtü Müridoğlu
“Kuzgun Acar'ın adı, sanat tarihimizde dramatik bir olayla hatırlanıyor. Sanatçının Ankara'da Kızılay Meydanı'nda bulunan, Türkiye'nin ilk ''gökdelenleri'' arasında yer alan ve bir dönem kentin simgesi gibi görülen Emek İş Hanı'nın ön girişinin üzerine 1966 yılında yaptığı, büyük boyutlu metal ''Türkiye'' heykeli, 1974 yılında sökülmüştü. Önce bir hurdalığa atılan heykel daha sonra kaybolmuştu. Eşi Fersa Acar, Kuzgun Acar'ın olayı duyunca, üzüntü içinde, ''Bekliyordum zaten. Benim hiçbir yapıtımı bırakmayacaklar. Ama ismimi de sökemeyecekler'' dediğini belirtiyor.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder