Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Mahmut Cüda


Atelyelerin İçinden
Erhan Karaesmen

Mahmut Celalettin Cûda’yı, bu büyük sanatçıyı, Türk resminin seksenine yaklaşan bu ezeli gencini, bu renkli simayı bir dergi makalesi sınırında özetlemek olanaksız.
Mahmut Cûda ile atelyesinin balkonundaki özel kuş yuvasında ötüşen, kanat çırpışan, konup yeniden kalkan kumruların arasında söyleşiyoruz. (…)

Mahmut Cüda, Aynalı Çeşme Yokuşu’ nun 69 no arka cephesi Haliç’e bakan bir dairede oturuyor. Yarım asra yakın zamandır. Yüksek tavanlı ve spekülatörlerin yıkıp yerine bir yapmayı henüz akıl edemedikleri az rokoko, yarı rum sitili çok eski Beyoğlu apartmanlarından. Haliç’e bakan balkonlu odayı üstad, atelye olarak kullanıyor. Küçücük, mütevazi, oda’nın stilini almış, sevimli, hafif düzensiz, hafif şakacı görünüşlü bir oda.
Kitaplar, dergiler, eskizler. Üstat sağda, solda atılan kırpıntılardan pek hoşlanmıyor. Bunları, kalın karton kapaklı albümlerde saklıyor. Bir de iyi gün ve kara gün dostu sazı var, ortalıkta. Kütüphanenin bir köşesinden dikine sallanıyor. Türk sanatçısının değişmez kaderine uyarak, Cûda bağımsız bir atelye mekanına sahip olamamış. Maddi güç açısından, hiç bir zaman sahib olamayacağını kestirdiği için, aslında, fazla da çabalamamış. Balkon kapısından girip bazan resim yaparken omuzuna konan kumrular dekoru içinde, bu küçük, mütevazi ev köşesini atelyeleştirmiş. Duvar diplerinde henüz çerçevelenmemiş, ya da çerçevesiyle duvara asılmış fazla resmi yok. Bir iki natürmort. Bir kaç portre ve karikatür. Ünlü ressamlarımız arasında, elinin altında kendi yapıtlarından bulunduranlar araştırılsa, en az sayıda tabloyla Mahmut Cüda listenin en üstünde (ya da en altında) gelir. Ekonomik zorlamalarla sıkışınca hiç olmayacak fiyatlara elden tabi o çıkararak, gönlünün sevdiklerine hediye edip dağıtarak başkalarını mutlu etmiş. Günümüzde, resmi gerçekten seven ve bu işten gerçekten anlayan koleksiyoncuların elinde Cûda’nın ölü doğaları yüksek spekülasyon araçları ve en fazla aranan çerçeveler haline geldi. Ama üstad’da çok az birşeyler kalmış. En güzeli de, bir kaç yıl önce birlikte oturdukları kızı ve damadıyla bir müzayedeye gidip, kendi sevdiği resimlerinden birini satınalma zorunda kalması olmuş. Bir başka meraklının daha fiyatı artırıp durmasıyla, üstadın yüreği ağzına gelmiş. Ama, kırışa kırışa kendi tablosunu satın almış, sonunda.
Mahmut Cüda ile, bu yazı dizisinin, amaçlarından biri olarak aydınlığa çıkarmayı tasarladığı 1920-35 dönemi anektodlarını bir süredir Ankara’daki ve İstanbul’da evindeki görüşmelerimizde deşmeye çalışıyoruz. Üstadın parmak ısırtacak dimağ uyanıklığı, hafıza gücü... ve renkli, esprili anlatım gücüyle, bu deşme çok keyifli söyleşiler biçiminde sürüyor.
“Batı dünyası, batı sanat kültürü ile ilk temasımda neler mi hissettim? Ah, siz gençler, imtiyazlı bir kuşağın çocukları, en azından biraz meraklıysanız batı kültürüne o kadar kolay ulaşıyorsunuz, öylesine kolay dışarı gidip gelebiliyorsunuz, kitap bulabiliyor ve getirtebiliyorsunuz ki, bu soruyu böylesine rahat bir eda bir cümlede özetleyip sorabiliyorsunuz. Biz can çekişen Osmanlı İmparatorluğu’nun, İttihadı Terakki yırtılışlarının ve Milli Mücadele çığlıklarının kuşağıyız. Dikkatimiz sanat ve kültüre yoğun olarak hiç bir zaman yönelemedi. Batılı bizim için İstanbul işgalcisi zalim subaydı. Gerisini düşünemezdik. Sonra kurtuluş, sonra rahatlama ve sonra Türk kültürünün gelişmesi yolundaki ilk hamlelerin öncüsü kendimizi Paris’te buluyoruz. Bilgi ve görgü düzeyimiz, ya da kendi adıma konuşayım çocukluğunun bir bölümü taşrada ‘geçmiş Osmanlı genci olarak bilgi ve görgü düzeyim öylesine düşüktü ki,’ sokaklardaki ışıklar, şık giyimli insanlar alabildiğine gözümüzü kamaştırıyordu. Daha önce kısa bir süre için gidip geldiğim Münih’te de böyle olmuştu. 1926’da bir gün Paris Operası’na gittim. Samson Dalila oynuyor. Hayatımda ilk kez opera görüyorum. 100 kişilik bir orkestranın olabileceğini hayal dahi edemiyorum. Paris Operası’nın görkemli kubbesi, ışıldayan avizeler üzerime yıkılacak gibi oluyor. Şık tuvaletleriyle, pırıldayan mücevherleriyle güzel kadınlar. Hepsi hayal alemini zorluyor. Rüya gibi geliyor. Ve zaten sonraki iki üç ay boyunca da rüyalarımda yeniden görüyorum, bunları. Diyeceğim şu ki, ilk batı temasında dış görünüş unsurlarıyla çok ezildik, büzüldük. Ya resimde. Louvre’da ya da Münich. Pinakotek’te o dev boyutlu Rembrandt’ları, Rubensleri, Velasquezleri, Tizianoları falan gördüğümde ufalıp, küçülüp toz oluyordum; Hemen resmi de, o diyarları da bırakıp Türkiye’ye kaçmayı kaç kez’ düşündüm. Ama Cumhuriyet Türkiyesi- ne bir misyon borcumuz olduğunu da düşünürdük. Biraz rahatlardık.”
Almanya’ya’ ilk giden Ali Çelebiler kuşağının ve ilk Paris yolcularının Cevatlar, Cemaller, Zeki Faiklerin, Mahmut Cûdaların, daha sonraki yolculardan Hadiler, Eşreflerin yurt dışı izlenimlerinden bir çeşit bir ortak kesit buluyoruz bu anlatılanda. İzlenimcilik, kübizm, gerçeküstücülük, soyutçuluk karmakarışık yeni akımlar olarak devam ederken 20-25 yaşlarındaki genç Türk ressamlarına gerçekten, kültür dünyamız için bir misyon yükleniyor gibiydi. Bu kuşak olağanüstü verimliliğiyle bu görevi yerine getirmiştir. Bir çok doğumlar 1920-35 arasında çözülmüş ve Türk resminin sürekliliği sağlanmıştır. Yurt dışı tecrübe ve temas kazandırdığı, kişisel iç dünya sentezleriyle Türk resmine akmıştır. Bireyin kendi kendisiyle hesaplaşmasının en özlü ve güçlü örneklerinden birini Mahmut Cûda’da buluyoruz.
“Hans Hoffman, Lucien Simon, Lhöte Atölyeleri hepsi iyi, hoş. Ama 1925’den 1929’a dört uzun sene. Yaşça yirmiden yirmibeşe gelerek ve fikirce kendim büyüyorum. Asıl önemlisi, bu. Kopyayı, kopyacılığı sevmiyorum. Paris denen genç adam yutucusu, ejderha kente alıştıkça, lisanına hakim oldukça rahatlıyorum. İlk günden beri içimden yükselen, beni gerçekçi resme çeken, figüratifte tutan sesi daha iyi değerlendiriyorum. Bir bilince dönüşüyor, bu. Realizmde kesinleşiyorum. Cisimler, eşyalar bunların gerçek biçimleri ve renkleri, beni tutkuyla sarıyor. Ölü doğa, ayni zamanda doğadır da. Çiziyorum, boyuyorum; beğenmiyorum bozuyorum. Yeniden, doğaya daha yakın, daha gerçek.”
Mahmut Cûda bilinen olağanüstü renk ustalığını ‘ne zaman yakalamıştır? Bunu tam kestiremiyoruz. Kendi renklerine atfettiğimiz olağanüstülük niteliğini büyük bir alçakgönüllü geçiştiriyor. Ama kendisi de tam kestiremiyor, galiba.
Kendi kuşağınızın birçok sanatçısı gibi, belli akademik disiplinlerin ve doğasal eğilimlerin içinden geldiniz. Bu anlayışınızdan, bugüne kadar da herhangi bir ödün vermediniz. Gene de resminizin çağdaş ve güncel akımlarla, eğilimlerle oldukça anlamlı bir ilişkisi var. Nasıl açıklıyorsunuz bu ilişkiyi? (Kaya Özsezgin)

Tüm sanat anlayışları ve üsluplar, hem objektif hem de sübjektif doğrultudadır. İzlenimci resimle, ışık altındaki nesnelerin volüm (hacim) ilişkisi kayboldu. Kübizm, işte kaybolan bu ilişkileri yeniden canlandırmak üzere bir tepki olarak gelişti. Kübizm sonrası işlerin herbiri birer deneydir. Bunlar da kadar sübjektif oluyor ki, yapan ‘kişi sanatçı mıdır, yoksa bir şarlatan mıdır, doğrusu pek belli olmuyor. Ölçü yok çünkü. Ben modern sanatı Kristof Kolomb’un yumurtasına benzetiyorum. Öyle bir şey bulmalısınız ki, bu “yeni” olsun, denenmemiş olsun. Bence doğa güzeldir, ancak onun estetik bir düzeye erişmesi, sanatçının görüş süzgecinden geçmesiyle mümkündür. Ben, gölgeyi ışıksız kabul etmiyorum. Çok ince bir işçilik içinde çalışıyorum zannederler beni. Oyna ben volümle ilgiliyim ama, diyelim ki elmanın üzerindeki detaya inmiyorum. Her şey fotoğraftan yapılmış duygusunu verebilir, oysa gerçek öyle değil. Fotoğraf ile resim arasındaki bağıntı, sanıldığı kadar sıkı değil. Çünkü biri fizik, Öteki psikolojik bir olaydır.


Cûda’nın realizminde, biçim mükemmelliğinde ve renk ustalığında her şeyin yerli yerine fazla’ oturmuş olduğunu, yürek çırpıştıran bulunmadığını düşünen resim meraklıları vardır. Mahmut Cûda’nın tablolarının önünden süratle geçilirse gerçekten özel bir coşkuyu, bir yürek çırpıntısı duymakta zorluk çekebilirsiniz. Bir saydam perdenin arkasında bir ‘dünya anlatılmış gibidir. Kara kalem portrelerinde de, renkli peyzajlarında da, ustası olduğu ölüdoğalarında da. O perdeyi yırtmak için izleyicinin özel bir çabası gerekebilir. Kolay görünüşlü zor bir resimdir, bu. Bu yüzdendir ki sanat eleştirmenlerimiz ve sanat adamlarımızın ağzından hep “gizem” sözcüğünü duymuşuzdur, Cüda’nın resminden söz edilirken. Tam bir gönül uyumu sağlamak için zor resimlerdir Cüda’nın resimleri. Ama bir de bu uyumu’ yakaladınız mı, tutsak olursunuz. Karakalem portre bir kaç tanesi beni tutsak almıştır, örneğin.


Bu kolay görünüşlü zor resimleri Cûda da çok büyük uğraşı vererek bitirir. Eli ağır değildir. Ama mükemmeliyetçilik endişesi taşıyanların çoğu gibi, aksak çalışır. Sık sık ara verir, çok gözler. Yeniden ele alır. İyi bir elmayı birkaç ayda bitirir. Doğa da olgun bir elmayı altı yedi ayda, hazırladığına göre. Arada okurken, saz çalarken, olağanüstü bir parmak hüneriyle becerdiği küçük ev işlerini yürütürken dikkat yoğunluğu hiç bozulmaz. Aklı ve gönlü’ elmasındadır, vazosundadır portresinin saç ya da burun detayındadır. Zamanla hamurlaştırır bu işleri. Ve bitirir.


Üstadın karikatürleştirilmiş portre tutkusu şakacı, muzip karakterinin mi ürünüdür, yoksa, ciddi ressamların karikatür yapmasının yadsınmadığı ülkeler den aldığı, ilk gençlik etkilenmesine mi bağlanabilir?
“Karikatürü hep sevdim ve yaptım. Öyle ciddi incelemeler falan yapmadım. Gromaire’leri falan fazla etüd ‘etmedim. Ama güldürü unsurunu içeren afiş, kitap ve dergi kapakları ta Paris’ten beri ‘beni ilgilendirdi. Gülmek doğanın bir parçası gibi gelirdi bana. Hala geliyor ya.”
Cüda’nın kapak ressamlığı ve, az bilinen bir yönüyle alfabe resimleyiciliği ise gerçekçilik tutkusunun bir ürünü. Ama sosyal boyutları da bulunan bir gerçekçilik sözkonusu burada.

‘Büyük iyiniyet ve coşkuyla hazırladığı, altı yedi yaşındaki göze ve dimağa doğa sevgisi, cisim sevgisi aşılamak için yalınlaştırarak çizdiği ve boyadığı o nefis küçük baş yapıtların basılmamış olması üstad için bir üzüntü kaynağı. Bu alfabe resimlerinin özel bir baskıyla sınırlı sayıda çoğaltılarak ya da özel bir sergilemeyle sanat dünyamıza ulaştırılması da bizim dileğimiz oluyor. İnşallah gerçekleşir. Mahmut Cüda'nın resim akımları hareketçiliği, polemikçiliği’ çok bilinen yönleridir. Kabına sığamayan, espri cıva gibi bir adam. Batı kültürüyle döğüşüp, uzlaşıp, kendi iç sentezini yapmış ve 1929’da Paris’ten İstanbul’a dönüyor. Benzeri deneyimden geçmiş bir iki yaş büyükleri Ali Çelebi, Kocamemi, Şeref Akdik ve kendi yaşıtı Nurullah Berk de dönmüşler. Elif Naci ile Turgut Zaim zaten İstanbul’da. Akşamları hararetle tartışıyorlar. Akımlaştırmak gerekiyor, Yeni ‘ Türk Resmini. Ve “Müstakiller Grubu” doğuyor.
“Çevreden bakanlar şımarık çocuklar diye adlandırırlardı bizi. Galiba en şımarık da beni bulurlardı. Doğruyu bulalım diye çok tartışır, şakayla karışık ağzıma geleni söylerdim. Sonra arkadaşların bir bölümü anlaşamadı. Grup bölündü, kalanların ağırlığı azaldı.”
Daha sonra, Nurullah Berk’in yeniden bir süre Paris’te ‘kalıp döndükten sonra “D” hareketini başlattığını biliyoruz. Müstakiller hareketi, D Grubu hareketinin kaynağı olmuş gibidir. D hareketi de, kendisine bir antitez gibi sunulmuş olmakla’ birlikte Yeniler’in bir ölçüde kaynağıdır. Grup hareketleri, çağdaş dünya resminde önemli yer tutan faaliyetlerdir. Batı ‘sanat tarihleri sayfalarca yer ayırır. Bizde 1920-30’ların bu önemli kaynaşması üzerine projeksiyon yeterince tutulmamıştır. Cûda bu hareketleri ve hareketler içindeki kendi yerini şöyle anlatıyor:.

“Kendi ölçülerimize göre hepimiz iyi niyetliydik. Canlıydık. Ele avuca sığmıyorduk. Resim tutkusu ve toplumun kültür yaşamına bir ucundan da olsa hizmet etme sevinci ortak bir bilinç yaratıyordu. Sonradan ortaya çıkacak, bazı arkadaşlarda üzüntüyle izleyeceğim bireysel çıkarcılık endişeleri de henüz su yüzünde değildi. Sadece katı kuralcılık ya da esnek kuralcılık taraftarı olmanın getirdiği küçük görüş ayrılıklarımız vardı. Ben çok yerleşik, katı kurallardan yana değildim. Yaşımız küçüktü. Türk resminin yaşı da küçüktü. 19. yüzyıl ortalarından itibaren Türk resmi daha doğarken bazı kliklerin yerleştirdiği kurallar beni rahatsız ediyordu. Neymiş o, İtalyan Valeri kardeşlere bir resmi beğendiremezsen, kimseye beğendiremezsin. Böyle yapay süzgeçlere hiç gerek yoktu. Emekleyen bir hareketti, Türk resmi. Çocuğu oyun odasına kapatmak yerine, özgür bırakmalıydık. Salonda, bahçede dolaşsın. Girip çıkarken düşer kafasını yarardı, ama hemen iyileşirdi. Özgür ve ferah ortamda büyümeliydi. Yeni sanat akımı hareketleri canlılığı örgütlerken, aşırı kurallaştırmayla özgürlüğü kısıtlamamalıydı. Ben bunun tartışmasını verirdim. Hala veririm. Akademizm düşmanlığı atfedilmiştir, bana, bu yüzden.


Ben sanatta özgürlük yanlısıyım, O kadar. Ha, tartışmacılığımı, polemikçiliğimi akademizme karşı broşürler yayınlamaya kadar götürmedim mi? Götürdüm. Daha da götürürüm, gerekirse. Ama geçmişi bu kadar taze, henüz belleklerimizde ve anılarımızda yaşayan Türk resminin filizlendiğini görmekten en çok biz eskiler mutlu oluruz. Kimsenin şüphesi olmasın. Ama bir avuç ressamla ve yüzyılı bulmayan geçmişiyle yürüyen Türk resmine kimse ipotek koymamalı. Akademizm adına da, sosyal politika adına da. Ben bunların hepsine karşı çıkarım.”

Mahmut Cûda bazı kesimlerce bireysel savaşım çığlığı olarak adlandırılan iki polemik kitabında (Kılavuz”un Böylesi ve Bir Bardak Yağmur Suyu İçiverin Gitsin ) plastik sanatlar eğitimi ve bunun, felsefesiyle ilgili olarak bireysel polemik endişesinin çok ‘ötesine taşan, önemli savlar yer alıyor. Yazarken ve konuşurken alabildiğine lezzetli ve arı bir Türkçe kullanışı da bu seksenlik gencin, sürekli uyanıklığının ve dimağ canlılığının ürünü. Bu canlılığın dile getirdiği sanat eğitimi tezleri çağdaş ve güncel bir çerçevede ele alınmış. Polemik ötesi görüşler, bunlar. Bu kitaplara kızanlardan çok, onları sevenlerin bulunması da buradan kaynaklanıyor.

Cüda’nın Müstakiller Hareketi doğrultusunda yıllar sonra (1942’de) Türk Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliğini kurduğunu, daha sonra Ressamlar Birliğinin kurulmasına ön ayak olduğunu biliyoruz; Mesleğinin gün be gün sorunlarının da içinde yaşamış. Hâlâ yaşıyor. Sayısı çok artmış galerilerin, sanatçının ekonomik sorunlarını çözmede yardımcı olduğunu düşünüyor. Bu alandaki sözlü, yazılı tartışmalara katılıyor. Yıllar sürmüş kendi resim öğretmenliği deneyimine dayanarak ressam - resim öğretmeni ikilemi üzerinde kafa yoruyor. Anlatıyor.


Resim dendi mi, fırçasıyla, kalemiyle sözüyle, hareketlerin içinde, hareketlerin eleştiricisi, olabildiğince canlılığıyla Mahmut Cûda’yı buluyoruz. Altmış yıldır köşebaşlarında. Köşebaşlarını kendisi için tutarak değil, sağlam ve düzgün tutulmasını gözeterek. Aslında ekonomik ve manevi çilelerle dolu bir yaşamı olmuş. Çok sevdiği eşi, ressam Nazıma ‘Hanımın uzun süren hastalığı boyunca ve ölümünden sonra, resim satım - alım işlerindeki istismara da bir tepki olarak, yıllarca fırça eline almamış, üstad. Öğretmen maaşı, emekli maaşı; beş kuruşla geçinmiş. Tabloları günümüzde altı rakamlı bedellerle bir elden diğerine geçiyor. Kendisi bütün alçakgönüllülüğüyle, çile çekip dayanmış. Ergin sanatçı hoşgörüsüyle, yakınmaksızın yoluna devam ediyor. Çakmak çakmak bakan ışıltılı, parlak gözleri doğayı daha çok gözleyecek... Hünerli parmakları daha, çok resmedecek o doğayı. Milliyet Sanat, 1973


Resimde Mahmut Cûda’nın Usta Payı
Sezer Tansuğ

Türk resminin yaşlı ustaları arasında çok önemli bir yeri olan Mahmut Cûda (1904), Akademi eğitiminden sonra Münich’te Hoffmann atelyesinde çalışmıştı. Aynı atelyede Zeki Kocamemi (1900-1959) ve Cemal Tollu (1897-1967) gibi sanatçıların da çalışmış olduklarını biliyoruz. M.Cûda da yurda dönüşünden sonra’ sanatını ve yaşamını bir Akademi atelye hocası olarak sürdürme olanağını bulamamıştır. 1930’lardan hemen önce Batı’dan dönen ve Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar adı altında bir dernek kuran sanatçılar arasında, dayanışma zorunluluğuna en çok inananlardan biriydi Cûda. Fakat Müstakiller bir süre sonra Anadolu’nun çeşitli illerine lise resim öğretmeni olarak gitmek zorunda kalınca bir anlamda mücadeleyi İstanbul geleneği içinde yürütmek amacı da taşıyan “dayanışma” aksamaya başladı.. Öyle sanıyoruz, böyle bir işbirliğinin en sağlam örneğini” D” grubunu 1933’de oluşturanlar vermiş ve çoğu Akademi hocası olarak ilgi çekici, ilişkileri güçlü bir grup oluşturmuşlardır.

M.Cûda nasıl uzun yıllar yalnız kalmaktan ve yaşamını Edebiyat Fakültesi’nin kartografı olarak sürdürmekten yakınmasın. Kaldı ki” D” grubu kurucularından Elif Naci bile, geçenlerde bir yazısında ima ve sitem yollu yakınmaktaydı, Akademi hocası olunmadı ve yeterince değeri bilinmedi diye. M.Cûda’nın resimde üstün bir özen ahlaka sahip olan sanatçı karakteri, elbet giderek “D” grubuna, karşı tavır almasına, ressam ve heykelciler için asla gereği olmayan profesör vb. gibi ünvanları istihzayla karşılamasına yol açacaktı.

M.Cûda da, Cumhuriyet döneminin etkinliği su götürmez sanatçılarından biri olarak, 1975’den bu yana açtığı kişisel sergiler, kendisi hakkında yayınlanan, bir kitap, koleksiyonlarda  aranan yapıtları, üstüne açılan değerlendirme tartışmalarıyla zihinlere nakşolundu.


M.Cûda’nın yurda dönüşünde Bursa’ da resim öğretmenliği yapan Hale Asaf’a İstanbul’da Akademi’deki görevini becayiş, suretiyle’ devretmiş olması dikkat çekicidir. Kimbilir, belki ilerde bu görevini zaten kaybedebileceğini düşünmüştür. M.Cûda sanat yaşamı içinde bazı devlet adamlarının ön ayak oldukları, resim sanatçılarını yurt gezilerine gönderme programına katılmıştır.
Çağdaş Türk resim, tarihinin ilgi çekici bir aşamasıdır bu. Birçok sanatçılar gibi M.Cûda’nın da bu gezilerden duyarlı manzara resimleri getirdiğini biliyoruz. Fakat M. Cûda natürmort temalarına karşı özel ilgi ve sevgisi olan bir sanatçıdır. Güçlü kompozisyon duygusu ile nesneye hakim olmak isteğinin açık bir belirtisidir bu. Aynı zamanda bileğine ve gözüne güvenen bir portretist olarak da görürüz Mahmut Cüda’yı. Geçtiğimiz yıllarda şöyle küçük bir skandal olmuştu: Tıp Fakültesi, Emekli Profesör Dr. Süheyl Ünver’in artık, rahmetli olduğundan bahisle, bir portresini kim yapar, kaç para ister şeklinde bir yazı ile Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne başvurdu. Dr. Süheyi Ünver gibi dünya ölçüsünde bir tıp tarihçisinin sağ olduğundan haberleri yokmuş, iyi mi? Sonuçta bu sorun, Mahmut Cûda ‘nın yaptığı bir Süheyl Ünver portresi ile doğruya bağlandı.
Mahmut Cûda sevecen, zinde hoş- sohbet bir yaşlı dost olarak, harıl harıl çalışıp yapıtlar oluşturmayı sürdürüyor. Doğayı seviyor, doğada varolan her şeyi zihninde plastik bir biçimlendirme ile kavrıyor, her nesneyi tümüyle detayı arasındaki, yaşamın ve sağlığın bir göstergesi olarak o şaşmaz ilişkiyi de, ebedi bir yaşam Soluğu doldurulan gezgin yüzeylerde sürdürüp duruyor.
Gösteri Dergisi



Cûda’nın özgün yapısı
1930’lardan bu yana Dünya sanatı ve doğal olarak ona bağımlı, olan Türk resmi bilinen önemli akımlardan başka genel olarak teknik değişimlere uğramış ve böylece sanatçılar da bu tekniklere yönelmişlerdir. Bu değişimler içinde Cûda incelendiğinde o ne modern olma hevesine ne de geri kalma kaygısına kapılmadığı hemen farkedilmektedir. Bu yüreklilik onu bugüne getiren başlıca güç kaynağıdır. Bu kişilik belirleyici kaynak yapıtlarına nasıl yansımaktadır? Doğa hareket noktasıdır. Seçim, rastlantısal bir görünüm yaratan düzenlenmemiş bir objeler grubuna bakış gibidir. (Objeler diyorum çünkü sanatçının  özgün kişiliğini yansıtmada durgun doğa resimleri belirleyici ve en nitelikli olanlarıdır. Rastlantısal görünümü sağlayan öğe  Cûda’nın konuyu hazırlamada gösterdiği uzun süreli titizliğidir. Bu kılı kırk yarma işlemi, konuyu hazırlamaktan, yapıtın bitimine kadar sürüp gitmektedir.

Sanatçı son yılları kapsayan döneminde kendini gittikçe dozunu arttıran bir ışık tutkusuna bırakmaktadır. Heykelli durgun doğalardan bu yana gölge yerine de artık ışık egemen olmaktadır.

Sanıyorum ki Türk Primitifleri  diye isimlendirdiğimiz grubun yapıtlarında o bilinen, fakat nedeni pek irdelenmemiş gerilimi yaratan ağırbaşlılık ve özellikle o sessizlik geleneği bazı sanatçılarda ve Cûda’da sürmekte ve hatta doruk noktasına varmaktadır. Sanatımızdaki ‘bu özel yanın dikkatle incelenmesiyle bazı önemli bulgulara varılabileceğini sanırım. Bu, görsel sanatlardaki hareketin karşıtı olmayan bir sessizliktir. Yücelik duygusu ve saygınlık, seyirci karşısında özel ve önemli bir yer alan bir tür ayrıcalığı içeren sanatsal bir öğedir. Çok az yapıtında Cûda rengi teker teker ve adını söyleyerek kullanır. Örneğin 1980 tarihli Mandalinalar keskin sarıları turuncuları her yapıtında göremezsiniz. Cûda  böylece “renkçi” derken yanılmış olmamayı garanti altına almak için “ışıkçı” demek daha geçerli olacaktır. Sonuç olarak bütün bunlar lŞlK ve sessizlik birliği diye tanımlanabilir. Bu yüzden bünyesinde hareketi içermesi gereken veya bu olasılık ön planda olan doğa görüntüleri, hele ağaçlar, gök bu birliğe ayak uyduramamaktadır.

Sanatçı, hacimleri belirleyen renkli değer geçişlerini ve dış sınırların başlama ve bitim noktaların, yumuşatılmış boyayla, temiz bir fırçayla okşayarak keskinliklerini almakta ve her ayrıntıya bu konuda aynı hakkı tanımaktadır. Yani bu teknik, perspektifin oluşmasına dönük olmayan bir amaç için kullanılmaktadır. Ön, arka, uzak ve yakın için özel bir işlem uygulanmamaktadır.

Yapıtlarının teknik açıklamalarına da girebildiğimiz bu yazıda sonuç olarak Cûda’nın özgün kişiliği ve ödünsüz tavrını ortaya koymaktayız. Ancak, asıl bu özellikler sanatçının Türk resminin kısa süreli baskılara karşı çok zayıf olduğu bir dönemde gösterdiği sağlamlığı belirtmede örnekler olmalıdır kanısındayım. Özdemir Altan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder