Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Malik Aksel


Atelyelerin İçinden
Erhan Karaesmen
Ayna karşısında kadınlar, hamamda kadınlar, sokakta kadınlar. Sedirde sere serpe uzanmışlar, üryan melekler, beşik sallayan müşfik annelerin kadınsı inceliği, tüller arkasındaki Osmanlı kadınlarının zarafeti, narin genç kız bilekleri, ince uzun parmaklar. Koltuk altı görünmüyor; ama kolunu öyle havalı kaldırmış ki içinizi ürpertiyor, yüzük oyunu oynarken şuh kahkahalar basan bu tazeler. Suluboyanın ülkemizdeki gelmiş geçmiş en büyük ustası Malik Aksel’in bu malzemenin esnekliği ve yumuşaklığıyla insan türünün dişisinden doğanın bu en ince yaratığından yakaladığı davranışları birleştirmesi çok mutlu bir olay.

Malik Aksel’in resimlerini az sayıda ve uzun zaman aralıklarıyla gördüğünüzde sanatçının kadın ruhu ve kadın bedeninin zarif ayrıntıları üzerindeki üstün gözlem gücünü ve bunları resmedişindeki olağanüstü rahatlığı algılamanız kolay olmayabilir. Benim için de kolay olmamıştı. Ancak yakınlarda Aksel Hoca ile yaptığımız görüşmelerden birinde, evinde, çok sevdiği, yurtdışındaki bilimsel başarılarıyla gurur duyduğu ve ince sanat beğenisine çok güvendiği oğlu Nuri Aksel’in aile kolleksiyonları (ilerde müze kolleksiyonları) için seçip ayırdığı resimleri ardarda görme fırsatım doğdu. Nişantaşı Cumalı galerisinde açtığı kişisel sergisindeki resimleri doya doya incelemem de aynı döneme rastladı. Aksel’in sanatında 1920’lerderı 1980’- lere gelen bütünsellik çizgisine, özgünlüğüne ve yazıya girişte sözünü ettiğim kadın temasını işleyişindeki inanılmaz rahatlığına saygım arttı.

Balkan Savaşı göçmeni bir memur ailesinin 1319 ya da 1317 doğumlu (Aksel Hoca ikincisini benimsiyor ve yuvarlak hesap sekseni bulduğunu söylüyor) oğlu Malik Efendi, çocukluğunda Bakırköy’deki komşu evlerine gidip eşin dostun portresini yaparak resme başlamış.
“Ah maşallah ne kadar da güzel yaptı, nasıl da benzetti” diye sevinç çığlıkları atarlardı, komşu teyzeler. Ama sonra “tövbe tövbe kimseler görmesin” diye yırtar atarlardı. Dinsel geleneği kuvvetli, köklerine bağlı bir aileden geliyordum. Namaz, dua bilirdim. Ama islamın insan tasvirini kısıtlayıcı ve yanlış yorumlardan kaynaklandığını sonraları araştırarak gördüğüm bu yönüne kanım kaynamazdı. Habire insan tasviri çizerdim. Portre ve hareket halindeki insan figürleri tutkum on yaşındayken başlamış, demek. Fazla bir gösteren eden de yoktu. Cansız cisim, vazo, çiçek falan gözüm görmezdi. Hep insan desenleri yapardım.

Yıllar sonra, kurucularından olduğu Gazi Terbiye Enstitüsü Resim Bölümünde Resim bölümünde en anlı şanlı hocalık döneminde de Malik Aksel’i öğrencileriyle birlikte ve onlardan fazla canlı model desenleri çiziktirirken buluyoruz. Kırkında böyle, altmışında böyle ve sekseninde yine böyle. (…)
Batı resmi yağlıboyaya dayalıdır. Büyük ustaların kalıcı eserlerinde suluboya örneği az görürsünüz. Süslemeler de falan kullanırlar. Ama, bu hareket halindeki insanın fiziki ve ruhsal ayrıntısını yakalama tutkuma suluboya o kader elverişliydi ki, ben çokca suluboya kullandım. Hep saygıyla anarım, bana çok emeği geçmiştir. Rahmetli Şevket Dağ daha çok yağlı boya yapmam için beni teşvik ederken, “yahu bu senin suluboyalar pek de fena değil. Dur ben de deneyeyim” diye suluboya kullanmaya başlamıştı. Ama sonradan yağlı boya da yaptım epeyce, biliyorsunuz.
Aksel Hoca’nın yağlı boya yapamaması diye bir olay düşünülemez zaten. (…)


Malik Aksel’in son üç beş yıldır yağlı boyayı daha da seyrek kullanıyor oluşuna gelince, sözünü ettiğimiz göz arızasının ve sıkışık ev-atelye düzeninin zorlanmasıyla ortaya çıkmış bir durum bu: Gerçek anlamda resim atelyesine ne gençliğinin Kumkapı evinde, ne Ankara da, ne ilk evlilik dönemlerinin Cağaloğlu evinde ne de on yıldır oturdukları Nişantaşı evinde ulaşabilmiş, Malik Hoca. Çileli ve özverili 1920 kuşağının ortak kaderine uyarak. Ancak, yüksek öğrenim kurumları hocalığı ile ressamlığı kişiliğinde birleştirenlere özgü bir kolaylıktan yararlanarak Ankara’da Gazi ve İstanbul’da Çapa ve Kadıköy Eğitim Enstitülerindeki öğrenci atelyelerinde yetiştirdiği gençlerle birlikte kendisi için de biraz çalışmış.

Malik Aksel’in 1920 kuşağı içinde rahmetli Abidin Elderoğlu ile birlikte Sanayi-i Nefise ekolü dışından yetişmiş en önemli ressamlarımızdan olduğu bilinmektedir. Sanatçı yeteneğine sahip bir babadan edindiği görgünün, Muallim mekteplerinde aldığı resim derslerinin, o dönemlerin çağdaşlık ve teknik düzey doruğu sayılan Çallı-Namık İsmail atelyelerinin sağladığı kolaylıkları tam dengelemesi olanaksızdı. Ancak, engin bir iç dünyaya sahiboluşu, çocuk yaşlarında kendini gösteren kitabiliği, olağanüstü bir İstanbul gözlemcisi oluşu ve hepsiyle birlikte ateşli resim tutkusu adım adım yırta yırta genç Malik Efendiyi bugünkü büyük Malik Aksel yapmıştır. Burada İstanbul gözlemciliği kavramı üzerinde biraz durmamız gerekiyor.

Osmanlı İstanbul’unun geometrik ve entellektüel merkezi Şehzadebaşıydı. İstanbul manzaralarını severdim. Kumkapı’dan, Üsküdar’dan Kadıköy’den peyzajlar gözlemişim ve yapmışımdır. Ama Şehzadebaşı’nın kahveleri, direklerarası, orta oyunları, gramofon ve bisiklet gibi modemlik timsali araçlarla hırdavatı yan yana satan tıkışık dükkanları, işportacıları, aktarları ve bu tatlı hercümerc içindeki insan tiplerini çok daha severdim. Onları sadece gözlemiyordum. Birlikte yaşıyordum. Onları resmederken kendimi resmediyordum. O uğurlu 1921 bahar akşamında uğursuz kara işgal bayraklarıyla alay edercesine gökyüzünde ay ve yıldız yanyana gelip de çocuklar, kadınlar bayrağımız diye ağlaştığında, erkekler kahrolsun işgalciler diye bağrıştığında, o asırda bir yaşanacak coşkulu hayat tablosunun içinde ben de vardım. Bir masum okullu jimnastikciler yürüyüşü halkın da katılmasıyla işgal aleyhtarı protesto hareketine dönüştüğünde ben oradaydım. Kumkapı’da ahşap kafesli cumbaların içinden gelen şuh genç kız seslerine de orta oyunundaki zennelerin zoraki cırlamış sesine de, rap rap asker yürüyüşünün patırtısına da kulağım duyarlıydı. Bevvaplarla okula giden çocukları, Kel Hasan’ı kahkahalarla izleyen seyircileri, tulumbacıları çok yakın bulurdum kendime.
Görünüşte Batı tipi modernizmden henüz nasibini almamış, Osmanlı İstanbullusu, Doğulu genç bir muallimin izlenimleri gibi bunlar. Ama, kök ve benlik unsurlarının Akse nasıl yeşerip pekiştiğini gösteriyor. Gencecik yaşındayken daha.
Sağlam kök, bir dönemin yaşantısına nostaljik bile olsa anılarla bağlılık sanatçı duyarlılığının besinidir. Tek besini değildir, doğal olarak. Aksel’de diğer besin kaynaklarının da eksiksiz ve dengeli biçimde nasıl oluştuğunu izleyelim.
Şehzadebaşından, fısıltı ve giz dolu cumbalar, aktarlar, hırdavatçılar dünyasından çıktık. Cumhuriyet Türkiyesi fikrinin ateşli savunucu genç öğretmenliği tam yürütüyorduk ki kendimizi Hayrullah Efendi ve Hakkı Efendi gibi diğer genç çalışkan meslekdaşlarla birlikte Berlin’de Ihlamurlar Altı Caddesinde bulduk. Büyük Atatürk, 1920 sonlarında her meslekten genç, kabiliyetli insanları tahsil, bilgi, görgü, ihtisas için Almanya’ya göndermişti. Dönüşte vatan bizden büyük hizmetler bekliyordu. Yeni okullar, müesseseler kuracaktık. Cumhuriyet bizim omuzlarımızda yükselecekti. Büyük sorumluluktu bu. Nasıl heyecanlıydık. Ama korkmuyorduk. Batının akıl tarafını, bilgi tarafını, uzmanlık tarafını yutar gibi alıyorduk.

Batı batı deneni yutar gibi almak. Hizmet sorumluluğuyla kendinden geçmek. Bir başka meslek dalında, yurda dönüşte yeni çağdaş kurumlar oluşturma sorumluluğu içinde bu 1928-32 Almanya’ sında uzmanlık deneyimini ve coşkusunu yaşamış bir babanın oğlu olduğum ve çocukluğumda büyük hazla dinlediğim aile içi öykülerini bana çağrıştırdığı için Aksel Hoca’nın bu izlenimlerinden özellikle duygulanıyorum. Ama kişisel duygusallık payı bir yana Atatürk’ ün mühendisin, ziraatçinin yanı sıra sanat adamı yetiştirme ve çağdaşlaşmayı sadece tekniğe değil sanata ve kültüre de dayayarak sağlama yolundaki olağanüstü liderlik sezgisi önünde bir kez daha saygıyla eğilmemek olanaksız.
Alman expressionistlerinin, Kirscher’ ler, Nolde’lerin falan rüzgarı devam ediyordu, o dönemde. Besbelli güçlü adamlardı. Resimlerini anlamağa çalışıyordum. Ama adaptasyon için değil. Kendi toplum ve yetişme koşullarında kendi ifadelerini nasıl bulmuşlardı? Bunu keşfetmek daha önemliydi, benim için. Otuz yaşıma geliyordum. Kişiliğim yeterince gelişmişti. Kendi birikimimce uygun ifade bulmalıydım. Ayrıca, sadece İstanbul yaşantısına değil, İstanbul mimarisine, Türk çinilerine, minyatürlerine aşinalığım ve bağlılığım vardı. Okuldaki atelye çalışmaları resim tekniği yönünden yararlıydı. Ama, atelye dışında kahvehane, dans salonları gibi yerlerin yaşantısında rastladığım yeni insan tiplerini, yeni hareket biçimlerini de çalışıyordum. (Hoca, bu çalışmaların bir bölümünü saklamıştır ve bunlar öğrenci çalışmasının çok ötesinde eksiksiz olgun yapıtlardır.) Kandinsky’nin modası geliyordu. Sergileri açılıyordu. Gidip anlamağa çalışıyordum. Ama epey kapalı kutu geliyordu, bana. Müzelerdeki büyük klasikler Rembrandt’lar, Vermeer’ler daha öğreticiydi.
Türkiye’ye dönüşle birlikte otuz küsur yıl sürecek Eğitim enstitüleri hocalığı başlar, Aksel’in. Ressamlığı gelişirken, bir yandan başarılı bir öğretici olarak ün yapar. Bu konuda Hoca çok alçak gönüllüdür.
Bazı büyüklerimiz, sağolsunlar, benim eğiticiliğimin sözünü etmişlerdir. Efendim ben resimi seviyordum, seviyorum. Sevdiğim şeyi sevdirtme, kavratma çabası içindeydim. Başka konuda eğiticilik yapabilir miydim? Bilemiyorum.
1930’larAnkarasından itibaren Aksel’ in bir başka yönü ağırlık kazanır. Kalem ve yazı ustalığı. Özgür bir düşünce adamıdır. Doğu kökü ve Batı bilgisinin bireşimini yapmaktadır. Yalnız çininin ve minyatürün değil, küçük yaratıcı buluşlara dayalı halk sanatının araştırılmasından yanadır. Bu konuda sözle, yazıyla sanat dünyamızı uyarıcı çıkışlarda bulunur. Ama asıl önemli Türk resminin benliğini ve özgürlüğünü yakalayabilmesi yolunda takındığı ödünsüz tavırda kendini gösterir. Düşünce adamı ve sanat araştırmacısı Malik Aksel’in bu alanda yüzlerce makalelik, sekiz on ciltlik yapıtlarının kültür dünyamıza katkısı gerçekten önemli boyuttadır. Son yıllarda aşırı yorgunluk dolayısıyla yazmayı bırakmış oluşu kendisi için bir üzüntü kaynağı oluşturuyor.


Ama resim vardı, herşeyden önce ve resimle bitireceğim ben bu işi. Yine benzersiz zerafette kadınlar yapıyor. İşgal İstanbul’unda, özgürlük özlemi içindeki kalabalıkları ansıyor; onları yapıyor. Aktar dükkanı yapıyor. İlaç kutularının üzerine eski harflerle isimlerini yazıyor. Birlikte okuyoruz. Zencefil, tütsü, güzel avrat otu kakule, mahlep vb. Hiç biri uydurma değildir, bu ilaç isimlerinin. Hafifçe müstehcen gibi gözükenleri, dahil eski Istanbul’da dolaşırken not etmişimdir, vaktiyle.


Esprili, güngörmüş ve çelebi bir adam. Büyük adam. Saatlerce konuşuyoruz. En küçük bir zihin deformasyonu yok. Ayna gibi parlak, su gibi berrak. Kolkola sokakta yürürken de konuşuyoruz. Istanbul’un çeşitli yerlerindeki değerli çinilerin Avrupa’ya kaçırılış öykülerini anlatırken üzülüyor. Günümüz Türkiyesinde ve dünyasında kültür değerlerine gerekli önemin verilmeyişine hayıflanıyor. Düzensiz kentleşme denen canavarın tarihi kültür mirasını yok eden, bir Bursa’nın benzersiz güzellikteki perspektiflerini parçalayan vahşetinden yakınıyor. Ama resim yaparken mutlu oluyor, yeniden güç kazanıyor. Resim konuşurken de mutlu...
Elli beş küsur yıl önce bir resmimi üç buçuk liraya sattığımda dünyalar benim olmuştu. Resmin gerçek değerinin parayla bir bağlantısı yoktur aslında. Ama günümüzde genç ressamlar sergileyip sattığında memnun oluyorum.
Resim denen bu çok ağır çileli ve dayanıklık isteyen uğraşının para ötesi bir mutluluğun kaynağı olduğuna gönülden inanmış, Aksel Hoca. O mutluluğu yakalamak için resim yapıyor hâlâ.
Malik Aksel’le ilgili yoğun izlenimlerimi sınırlı dergi sayfaları disiplini içinde özetlemekte zorluk çekiyorum. Bir bitiriş cümlesi: Suluboyanın ikincil malzeme olduğunu insana kesinlikle unutturan ve bu pompalanmış erotiklik çağında, kadın temasını neredeyse Botiçelli-Vermeer, Fragonard’ları  çağrıştıracak bir klasik güzellik düzeyine ulaştıran değişik bir güç var, bu büyük adamda.


Resmin Büyük Ustalarından:Malik Aksel
Sezer Tansuğ
Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nün 1931’de açılan resim şubesinde Almanya eğitim görüp geldikten sonra hoca olarak görevlendirilen Malik Aksel, 1903 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Gerek ressam kişiliğinin ilgi çekici boyutları, gerekse gerçek bir resim sanatı araştırmacısı olarak piri fani sanatçılarımız arasında, doğrusu bu ya Malik Aksel’in yanına varabilecek bir babayiğit daha yoktur. Malik Aksel’in 1940’larda pedagojik resim eğitiminin bir ustası olarak İsmail Hakkı Baltacıoğlu tarafından dikkatle değerlendirilmiş olmasının yanısıra mesleğinde emsalsizce derinliği deneyimleri olan ve hiçbir zaman tadını tuzunu yitirmemiş bir kişilik olduğu içtenlikle belirtilmelidir. Çok kimsenin farkına varmadığı olgulardan biri de, Malik Aksel’in suluboya tekniğine en dramatik gücü katabilen sanatçıların başında gelmesidir.

Son yıllarda resim sanatının iyice egemen bir rol oynadığı Türk çağdaş sanat çevresinde Malik Aksel’i gündeme gelişin kökenindeki sağlam ve yön verici eğilimlerin en hakikisine dokunmaktır. Çağdaş Türk resminin ilginç bir etkinlik alanı olan yıllık devlet resim ve heykel sergileri konusunda yayınlanmış en ilgi çekici yazıların da M.Aksel’in resim sergisinde 30 gün, Ankara 1943 adlı kitabında toplanmış olduğu görülür.  Sanatçılar arasındaki tartışmaların, seyircilerin gösterdikleri tepkilerin çok canlı bir dille anlatılmasının yanısıra, bu kitabın bir bölümünde kitabın yazarı olan Malik Aksel’in, Almanya’da 1928-1931 arasında eğitim gördüğü sırada edindiği izlenimler yer  almaktadır. Sanatçı, yabancı bir sanat eğitimi kurumunda bir Türk öğrencinin tutumu ve iç dünyasını, diğer öğrenciler, canlı modeller ve hocalarla ilişkilerini içtenlikle anlatmaktadır. Türk resim sanatçıları arasında sanat bilimi araştırmalarına, özellikle halk ve tekke resimleri konusunda büyük emeği geçmiş olan Malik Aksel’in Anadolu Halk Resimleri Ede. Fak. Yay. No 868 İstanbul 1960) ve “Türklerde Dini Resimler, Elif Yay., İstanbul 1966” adlı kitapları olağanüstü önem taşıyan çalışmalardır.

Malik Aksel, Resim Sergisinde 30 Gün adlı kitabını (Ankara 1942), resimsatışı ve benzeri konularda ilgisizliğe karşı bir tepki olarak yazmıştır. Bu kitapta sergi sırasında Ankara’da bulunan ressamlar hayli alaya alınmaktadırlar. Kitapta hiç isim vermeyen Aksel, kimseyi incitmek niyetinde olmadığını belirtir, ancak çelişik düşüncelerini yansıttığı ressamları oldukça gülünç göstermiştir. Malik Aksel, yaşıtı olan sanatçılardan çok, Şevket Dağ, Sami Yetik, Halil Paşa gibi eski kuşaktan yaşlı asker sanatçılara sempati duyar. Aksel, Sami Yetik’in İstiklal Harbi’nde Bursa cephesinde ateş altında resim yapan tek sanatçı olduğuna ayrı bir önem vererek, bu sanatçının aynı zamanda geniş kültürlü bir kişi olduğunu başka bir yazısında belirtir ve bu sanatçının 1. cildi 1940’da yayınlanmış olan, “Ressamlarımız” adını taşıyan kitabına önemle eğilme gereğini duyar. Malik Aksel, hazır olduğunu bildiği 2. cildin, sanatçının 1945’de ölümünden sonra kayboluşuna da dikkati çeker.

Malik Aksel bu tek nüshalık kitap metninin kaybı olayını esrarengiz olarak nitelemekte ve gerisini getirmemektedir. Ancak rahmetli Sami Yetik’in yakını olan felsefe profesörü sayın Bedia Akarsu bu olayın içyüzünü bana anlattı. Bu araya da birkaç yıldız koyarak, bu meseleyi de sayın Bedia Akarsu’nun açıklayacağı aşamaya bırakıyorum.
Malik Aksel, kartpostaldan manzaralar büyüten babasının, Osman Hamdi Beyin üst düzeyde yöneticisi olduğu Düyunu Umumiye idaresi memurlarından olduğunu da belirtir. Düyunu Umumiye idaresi hakkındaki düşünceleri olumsuzdur. Bu idarenin afyon, ipek, tütün vb. gibi birkaç üretim alanında ekonomiyi kalkındırıcı bir politika izlediği, fakat bunu yabancı ülke çıkarları uğruna yaptığı ve Kolcu adı verilen silahlı güçlerle üretici üzerinde ağır bir baskı kurmuş olduğunu anlatır. Malik Aksel asker ressamlardan mevki sahibi olan paşaların resim satmalarının ayıp sayıldığını, saraya hediye edilen bu resimlerin, eski Osmanlı çağlarında Olduğu gibi içine altın konulmuş keselerle ödüllendirildiğini belirtir.
Malik Aksel Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüs 1931-1950 arası resim öğretmeni olarak çalışmış ve Ankara izlenimlerini kitaplarında dile getirmiştir. M. Aksel, kendisinin de yazdığı Ülkü, Varlık, Sanat-Edebiyat gazetesi gibi periodiklerde Nahit Sırrı Orik, Suut Kemal Yetkin, Ratip Tahir Burak, Cemal Tollu. Eşref Üren vb. gibi yazar, estetikçi ve ressamların tartışmalarından söz ederek, bu tartışmaların bazen kişisel ikbal amaçlarına kadar yönelişi üzerinde durur. Malik Aksel 1933’den sonra resim alanında ve sonradan devlet sergilerinde de egemenlik kuran D grubu sanatçıları bazılarından hiç de olumlu söz etmez. Bu sanatçılar arasında özellikle B.Rahmi Eyüboğlu ve Cemal Tollu vardır. Bu sanatçıların yazar olarak da etkin çabaları olmuştur, fakat kıyasladıklarında bu yönden de Malik Aksel’e erişmeleri imkânsızdır.

Malik Aksel’in Ardından
(…)
Ressam Malik Aksel
1925 yılından sonra Galatasaray, İnkılap sergileriyle 1939-1943 yılların da CHP’nin düzenlediği Anadolu Resim Gezileri’ne ve devlet sergilerine katılan ama kişisel sergi açmayan Aksel’in ilk retrospektif sergisi 1969’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nce düzenlendi. Onun sanat anlayışını oluşturan, Berlin’deki öğrenim yıllarında, Alman ressamları başlıca iki görüşün etkisi altında bulunuyordu. Bunlardan bir bölümü Paul Klee, Max Ernst, Hans Hartung’un öncülüğünde yenilikçi, dışavurumcu ve soyut akımları izlerken bir bölümü de Liebermann, Lovis Corinth gibi klasik beğeniye bağlı ustalara yöneliyordu. Millet’nin öğrencisi ve Alman izlenimciliğinin izleyicisi olan Liebermann halk yaşamından sahneler, peyzajlar ve portreleriyle tanınmıştı.

Kompozisyonlarında mitolojik ve dinsel konuları işleyen Corinth ise gerçekçilikle akademizmi bağdaştıran güçlü deseni, yumuşak, özgür, taze renkleriyle ilgisini çekiyordu. Tekniğinde bu iki ustadan esintiler taşımakla birlikte, Aksel’in yabancı akımlara karşı Türk resmini bağımsız ve ulusal bir kimliğe ulaştırmak, özellikle kendimizi resim diliyle anlatmak ko nusundaki çabasıyla önemli bir yeri vardır.

Çağdaş bir resim ortamı yaratmak, insan, doğa ve yaşam ilişkileri nifl Somut düzenlerde “yeni ölçüler, yeni orantılar, yeni beğenilerle” çözümünü öngören 1930 kuşağının et kinliğine, izleyicinin de ortak beğenilerle katılabileceği ulusal ve yerel bir resim akımının, oluşmasında büyük katkısı oldu. İstanbul’un yakın geçmişteki görenek ve yaşam biçimlerini, Anadolu yaşantısı ve tiplerini yerel motif ve renklerle, gerçekçi bir duyarlıkla saptayan Aksel’in resminde ılımlı, ölçülü, aşırılığa kaçmayan bir içtenlik, gösterişten uzak bir dürüstlük izlenir. Yağlıboya,.suluboya, desen ve gravürlerinde olgun ve tok renk değerleri, gevşek, rahat, yumuşak ama sağlam bir çizgi örgüsü görülür. Kimi resimlerinde naif bir üslüba yaklaşan duruluk ve yumuşaklık, yaradılışındaki özdenlik ve alçak gönüllülüğün kendi olanaklarını dürüstlükle değerlendiren tutumunun resimlerine yansımasıdır.

Akademide düzenlenen toplu sergisi için yazdığı tanıtma yazısında Nurullah Berk, onun sanatını şöyle tanımlamıştı: “Gerçekçi bir ressamdır Malik Aksel, ama bu gerçekçiliğinde zaman zaman bir çeşit yumuşak ‘ekspresyonizm’ sezilir. Ve de bir çeşit empresyonizm, yeni deyimiyle izlenimcilik. Kimi yapıtında Lovis Corinth’den, Liebermann ‘dan esintiler görmüyor değilim, özellikle eskilerinde. Sonra gevşek ve rahat fırça vuruşlarıyla kendini buldu, damgasını vurdu resimlerine. Alçakgönüllü bir sanat ve üsluptur onunki. Şaheserler yapmıyor Malik Aksel. Braque’ın deyimiyle yapabildiğini yapıyor ve öyle yaptığı için ders vermiyor kimseye, parmak ısırtmak istemiyor. Alçakgönüllü yapıtların modası geçer gibi göıllnürse de asıl modası geçmeyenler içten yapılanlar dır.” (1969).

Son yıllarda özel galerilerin eski ustalar üzerinde yoğunlaşan girişimleriyle l977’de Tiglat, l982’de Cumalı ve Ankara’da Pedil Galerisi’nde Aksel’in genellikle eski İstanbul yaşamı ve göreneklerini, geleneksel yaşam sahnelerini konu alan suluboyaları gün ışığına çıkarıldı. Eski kültürümüze ilişkin izlenimlere, yakın geçmişin sosyal yaşantısına gittikçe kaybolan otantik özellikleriyle tanıklık eden bu suluboya resimlerde, folklorik türün tekdüzeliğe yönelen kalıplaşmış biçimleri yerine görsel inceliğe, yaşam duyarlığına açık çok doğal, rahat ve değişken uygulamalarını buluyoruz. Bunlar arasında yer alan modelden gerçekleştirilmiş çıplak figürlerde ise, yaşayan bir sanatın, çağdaş resim dilinin izlerini seçkin bir leke anlayışı ve özümsenmiş bir beğeni düzeyinde ustaca ortaya çıkarıyordu.
Ahmet Köksal, 1987, Milliyet Sanat

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder