Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Matisse, Henri

Henri Matisse
Yüzyılımızın kilometre taşları
Erhan Karaesmen
Matisse’ imparatorluğu
Picasso çok daha ünlüydü. Kişiliği daha renkliydi. Çağdaş sanata gölgesi daha yaygın düşüyordu. Ama, büyük klasiklerin 1990lardaki gerçek uzantısını galiba Matisse oluşturdu. Kamuoyunun pek az tanıdığı, adı, spektaküler öyküleri aşk maceralarına karışmamış bu sakin ve beyaz sakallı ihtiyardan kalan olağanüstü mirasın görkemli yoğunluğu gittikçe daha fazla anlaşılıyor. Kandinsky, Braque, KIee, Miro gibi öbür büyüklerin hiçbirinin ulaşamadığı ve hatta Picasso ötesi bir noktada Tanrının bu yüzyıldaki en büyük evladı Matisse’e de alkış tutuluyor.
Geçen sonbahardaki New York gösterisinde olduğu gibi şimdilerdeki Paris sergilerinde insanlar saatlerce kuyrukta bekliyor. Yağmur, çamur, kış soğuğu, yaz sıcağı demeden. Uluslararası sanat dünyası olabildiğince Matisse konuşuyor.
Bu satırların yazarı, sözü edilen sergilere yolunu düşürme şansının yanısıra, başta Hermitages çeşitli müzelerdeki Matisse koleksiyonlarına yakınlarda yeniden büyük dikkatle bakma zevkini ve fırsatını buldu.
Matisse bu işe geç girişmiş. Taşra noterliğine götüren yolun tatminsizliği kendisini Paris’in çalkantılı sanat yaşamına sürüklediğinde yirmi üçüne geliyor ve Güzel Sanatlar Okulunun giriş sınavlarını da bir türlü kazanamıyor. On üçünde sergilenebilecek ayarda resim yapabilmiş ve okullardan atölyelerden uçarak geçmiş bir Picassoya oranla çok gecikmeli ve sönük bir başlangıç. Ayrıca, biliniyor ki, Matisse yaşamı boyunca Picasso’nun eşikleri aşabilme rahatlığına ve olağanüstü üretkenliğine hayranlığını gizlememiş. Öte yandan, yağmurlu ve sisli bir kuzey kasabasından, girintisiz - çıkıntısız düzayak bir gençlik öyküsüyle yola çıkış Matisse’i baştan zorlamışa benziyor. Yüzyılın ilk on beş yılının tüm anlamlı, hareketli ortamları kendisinin yaşça epey küçüğü gençler tarafından şekillendiriliyor. Matisse geride duruyor biraz. Picasso’nun yanısıra Braque, Kandinsky, Nolde, Klee... 19. yüzyıl son çeyreğinin sorumlusu ve kendisinden az büyük ustaların henüz hayatta olan bir bölümü de gecikmeli gelmiş bir ünü sürdürüyorlar. Kuzeyli sakin adama ekoller, akımlar fırtınasında önde bir yer kalmamış. Ancak, Matisse, arkadan arkaya bu akımlara biraz katılırken büyük ağabey Renoir’a çok dikkatli bakıyordu. Klasik anlamdaki bir renk akışkanlığı Matisse’in özel duyarlılık alanına giriyordu.
Kübizmin olağanüstü beyin zorlayıcılığıyla; non-figüratif soyutun imgelem dürtücülüğüyle, gerçeküstücülüğün saf görünüşlü hınzırlığıyla ve daha geriye gidişle Cezanne’daki doğaya, ölü doğaya ve insanlara bakışın yenilikçi derinliğiyle, hepsiyle haşır neşirdi Matisse. Ama köşeler tutulmuş ve yarış pistleri paylaşılmıştı. Peki, Matisse’e ne kalıyordu? Akışkanlığın billurlaştırılması. Hareketin ve dinamizmin şiirselleştirilmesi. Ooo; çok çetin bir iş. Neredeydi bu işin zorluğu? Renkleri tamamen avucuna almış olacaksın. Klasik, daha az klasik ne varsa. Kafanda, gözlerinde, gönül denen cici ve soyut organ neredeyse orada bu renklerle oynayacaksın; okşayacaksın; hamur olacaksın onlarla. Sonra en doğal akışıyla şırıldayacak bunlar.



Aslında İzlenimcilerin renk çeşitliliği de olağanüstüdür. Ama gün ışığı vurur her tarafa. İzlenimcilerin zamandaşı, dostu ama tam onlardan olmayan Manet ve Cezanne dışındakilerde bu ışık bazen neredeyse fazlaca vurur. Aydınlık fazlası, biraz gölge düşmesi gibidir. Renkler cıvıltılıdır ama tek bir kromozomdan çıkmış etkisini yaratabilirler.


Oysa, yarışa geç girmiş bir Matisse kendinden öncekilerin aşırı gün düşmüşlüğünün ve bir ara yakınlarında dolaştığı fauve’cuların kontrast ağırlıklı, renkliğinin çok ötesinde olmalıydı. Ve çabucak oldu. 1992 - 1993 Uluslararası sergilerinin de ortaya koyduğu gibi, 1910’a bile varmadan artık kendi renkliliğindeydi, Matisse. Cıvıltısız ama hiç donuk değil. Yeterince kontrastlı ama bazen de komşu ve türev renklerin sadeliğini taşıyarak. En önemlisi olağanüstü bir akışkanlık içinde. Dereler gibi, ırmaklar gibi bir renk dökülüşü.


Bin Dokuz Yüz Doksan Küsur yıllarında, görsel sanat ortamı renkle falan hiç ilgili değilken, Matisse’in seksen yıl önce yakaladığı renk dengelerine övgü düzmek garip gibi oluyor, belki. Ama tutkulu sanat meraklısı için günümüzde olup bitenlerin bir bölümü üç ay sonra unutulmaya mahkum denemeciklerdir. Bu arayışçıların en küçük yaratıcı zekâ ya da hüner kıpırtısı taşıyanlarına bile yetenekli çocuklar diye övgü yağdırırken bırakın da cüceler dünyasındaki bir eski Güliver’e büyük alkış tutalım.
1910’lar ve sonrası.
1910’un sanat dünyası nasıldı?
Hatırlayalım: Batı Avrupa üstünlüğünde bir devinim. Debussy, Ravel hayattalar. Diziselciler henüz tam patlamamış ama Stravinsky ve Bartok gözükmüşler ufuklarda. Görsel sanatlara gelince; neredeyse herşey bitti denecek kadar çok şey sığmış 1905 - 1910 arasında: Alışılmış “... izm”li betimlemelerle Kübizm, Ekspressionizm başta olmak kaydıyla fovizm, konstrüktivizm ve hatta non—figuratif abstre ile ilk oynaşmalar. Dizinin sonraki bölümlerinde yer yer genişletilerek değinilecek ‘akım’ adı taşıyan bu gelişmelere ek olarak bir de klasik çizginin yükünü taşıyanlar ortalıkta. Bonnard adlı bir adam var. Ayrıca yukarıda değinilen koca Renoir’in yanısıra Degas henüz hayatta. İzlenimcilik ardı bireysel dehanın yaşlılıktaki son ürünlerini veriyorlar. Dufy adlı genç bir adam dizi dışı bir klasik rahatlık püskürtüyor. Norveç’te Munch diye birisi zuhur ediyor. Dışavurucu gibi duruyor, ama hem de içe giriyor. Bir özel çılgınlıkla dehanın kesişme bölgesinde cirit atıyor.
Çeşitli akımlara bulaşan çok umut verici fişek gibi gençler Gris, Picabia, Leger, Rouault ile akımlar dışı bireyselliğin atına binmiş Modigliani’ler, yoğun etkinlik içindeler.

Sonra birden 1914, sonra savaş. Gürüldeyen dereler kuruyor. Umutlar havada uçuşuyor. Yaşamın anlamsızlığı düz mantığın yetersizliği ‘Dada’cıları  kamçılıyor. Non-figuratifler sıçramayla ön plana çıkıyor birden. Kandinsky en başta. Savaş Picasso ile Braque’ı ayırıyor. Picasso geniş yollarda koşuyor. Braque yamaçlardaki patikalara sapıyor ama çok yükseliyor.

Ya Matisse, o yıllara kadar sadece araştırmış ve bakmış bu sakin adam.
1911 Matisse’lerine bakıyoruz. Kendi çağdaşlarının hepsinin üzerinde bir “Renk-aydınlık” dengesi yakalamış. Ama, birşeyler daha gerekiyor: Form hareketi. Ve işte elele tutuşup bir halka çevirmiş dört dansçı. Alabildiğine çarpıcı bir dinamizm ile benzersiz zerafetteki bir hafiflik. Ayaklarının nereye bastığı belli değil, “uçuşuyorlar” denebilir. Ancak çok havada da değiller. “Yerçekimi kurallarını pek dinlemiyorlar” dersek belki daha uygun düşecek.


Hermitages’dan ve Paris-Centre Georges Pompidou son özel sergisinden birer köşe. Dik kesişen iki duvarda birden yerçekimi ivmesi ortadan kaldırılmış. Tam köşede duruyorsun ve senin de ayakların yerden hafif kesiliyor. Benzersiz bir etki. Resime dikkatli bakmak da özel bir sanattır. Çok değişik duygular insanı sarmalar. Rembrandt’ın kısık gözleri bir girdap gibi yutar adamı: Guernica sonsuz boyutlarıyla bakanın üzerine bir gelir ki dünya çatırdayarak yıkılıyor gibidir; Boticelli’nin üryan hatunlarıyla cennete gidersin; Caravaggio ile nabzını yükselir. Turner ile başın döner; Vermeer ile için şırıldar; vb. Ama, otuz altı yıllık resme bakıcılığım boyunca ayaklarım yerden kesilir gibi sadece iki kez oldu. İkisi de son birkaç ayın Matisse’leriyle didişirkendi.

Elliye yaklaşan yaşı ve gittikçe bozulan sağlık durumu nedeniyle Matisse’in askere gitmesi sözkonusu olmamıştı. Batı uygarlığının büyük yüz karası olan bu dört yıllık dönem düşünürleri sanatçıları kendi içlerine dönmeyi kaçınılmaz olarak zorlamıştır. Zaten içten hesaplaşarak giden bir Matisse ışığın, aydınlığın, rengin al sırrını çözdükten sonra formların sessiz senfonik dünyasına tam dalıyor bu dönemde. Dikkatsiz ve kestirmeci bazı biyografiler Matisse’in Güney ve Güney Doğu İslam ülkeleri egzotik ortamından çok etkilendiğini kaydederler. Oysa, ışık dengesi peşindeki bir sisli kuzey diyarları adamının, bu arayış ölçüsünde ardından gittiği bir hedeftir, Güney. Kendisini etten kemikten, yakınında bulunarak tanımış olanlar doğu eksantrikliğine tamamen kapalı olduğunu, Akdenizlilik olayına da Güney Fransa, Kuzey Afrika ışığı ve kadın tipolojisi kadar ilgi gösterdiğini söyleyegelmişlerdir. 1910’lar ve 20’ler boyunca Matisse’in derdi yalınlaşmadır. Gittikçe öze indirgenmiş formlar yakalamaktır. Dört çizikli yarı kaligrafik bir desen parçası çevresinde iki-üç renk dağılmış, o kadarcık.


En az görsel etkiyle en fazla titreşim yaratmaktır. Dikkat! Titreşim diyoruz. Fiziksel bir betimleme bu; mecazi değil. Titreşim harekettir, ritmdir, enerjidir ve dinamizmdir. Bizim mekanik bilimlerde en az enerji sarfıyla en çok iş yapmanın ve enerji elde etmenin matematik döngüsüne çok önem verilir. Denklemler yazılır, çözülür, bozulur, bilgisayarlar çalışır vb. Oysa sanatçı dehası bunu sezgiyle yakalar; iç yoğunlaşmaları mükemmelleştirir. Yüzyılımızdaki Matisse, hele yaşamının son yirmi yıllık döneminde bunun en güçlü örneğidir.


Tekerlekli sandalyedeki bilge
Eklemsel bozuklukların üstüne bir kısmi felç Matisse’i, yaşamının son on yılına damgasını basar. Fiziki hareketi çok zorlaşmıştır. Son üç yılında ise tekerlekli sandalyeye mahkumdur. O dönemini bilenler anlatıyorlar: “Yürüyemiyordu. Ama, kendinden geçmiş bir yan doğruluşu vardı. Zaman zaman. Normalinde çok az konuşan bu adam, büyük kompozisyonların üst taraflarını düzenleyen yardımcılarını aşağıdan koordine ederken konuşkan olurdu. Hem kendi kendisiyle hem merdiven tepesindeki yardımcısıyla söyleşirdi. Yaratı coşkusuna kendini tam kaptırmış sandalyede ayaklanışı yaralı ama heybetli bir arslanın kükremesine benzerdi.”

Matisse, yürüyemediği dönem de vaktini Paris ile Fransa Güneyindeki Akdeniz’e bakan Alp yamacında Vence yöresi arasında bölüyor. Dizinin üzerinde tümü kendi elinden küçük parçalar çıkartırken büyük boyutlu ve anlam yoğunluğu çok yüksek kompozisyonlardan da korkmuyor. Desen ve grafik bölümlerinin aşağı bölümlerinde kalanları uzun özel bir sopanın ucundaki bir kalemle, kendisi çiziyor. Üst bölümlerini öğrencisi, modeli ve yardımcısı tatlı genç hanımlara tarifle yaptırıyor.
Bu hanımların en ünlülerinden Jacqueline Duhame yıllar sonra anlatıyor: “Kolaj yapılıyor bazı yüzey parçalanma. Onları bürümbürcük sandalyesinde kendisi kesiyor. Yukarı tırmanıp yerleştiriyorum. Beğenmiyor, söyleniyor. Yine kesiyor birazını ben kesiyorum. Yine yukarıdayım, biraz sağa it, sol aşağı indir. Oldu, olmadı. Sonunda oluyor. İnanılmaz bir mükemmelliyetçi. Ve de en az sözle en fazlasını ve en derinini anlatıyor.

En az sözle en derini; en az çizgiyle en güzeli. Gerçek bir ermiş yaşadı. Adı Henri Matisse idi. Hep sakallı oldu. 1869’da doğdu, 1954’de öldü.
Gösteri Dergisi - 1990 lar.


Mavi çıplak II
1952’de, yani, sanatçının ölümünden iki yıl önce yaptığı bu tablo, (Modern Sanat Müzesi, Paris), bir anlamda onun meslek yaşamında ulaştığı son noktayı belirler. I912’de Picasso’nun icat ettiği kolaj sistemi, burada şiirsel nitelikleriyle kullanılmıştır. Bu denli etkileyici bir sonuca ulaşmak için, düz renk bir kağıdın, beyaz bir kağıt üzerine yapıştırılmasından daha yalın bir yöntem düşünülebilir mi?
Matiıse’in 1945 yılından sonra tam anlamıyla çizme ve boyama güründen yoksun kaldığı için bu yönteme başvurduğunu iddia edenler çıkmıştır. Aslında, ressamın kendi açıklamaları izlendiğinde, en büyük dileğinin özellikle, bir «ışık kesicisi» olmak, geriye dönüşe izin vermeyen bu çalışmayla yeni bir biçimi araştırmak olduğu anlaşılacaktır. Renkli kağıtları keserken, yanlış bir makas darbesinin geri ye dönüşü olmadığını bilen Matisse, çalışma süreci boyunca eserini yaratmak ve kağıdı kesmekteyken formunu çizmek durumundaydı ve hiçbir yanılgı payı olmayan bu çalışmada büyük bir ustalık gösterdi. Mavi renk ve vücudun güzelliği zarafeti, güçtü bir kadın imgesi yaratmaktadır. Çıplak kadın, ilk yıllarından bu yana ressamın ilgi odağı olmuş konulardan biridir ve sürekli biçim değiştirerek karşımıza çıkmıştır Bu kadar yalın olanaklarla böylesine büyük bir uyuma ulaşma duygu yüklü bir figüratif dilin çağdaşlıkla hiç de çatışmadığını kanıtlamaktadır.



- Doğayı, ona körü körüne bağlı kalarak kopya etmem söz konusu değil. Doğayı yorumlamak zorundayım ben ve resmimin havasına bağlı kılmalıyım onu.

- Anlatım (ifade) benim için bir yüzde beliren tutkuda ya da çarpıcı bir devin ortaya koymaz kendini. O, resmin tüm düzenlemelerinde vardır: nesnelerin kapladığı alan, onların çevresindeki boşluk, orantılar tüm bunların payı vardır.
- Tablo bir bütünlük uyumuna sahiptir: gereksiz her ayrıntı, resme bakanın gözünde, önemli bir ayrıntının yerini alır.
- Ben resmimin renklerini seçerken, hiçbir kuramsal temele dayanmam; gözleme, duyguya ve duyarlığımın deneyimine dayanırım yalnızca.
Matisse







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder