Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Mehmet Aksoy


Kaya Özsezgin
Taş gibi mermerin de türleri var. Elde edildiği yöreye ve cinslerine göre, ışığı az ya da çok, belirli ya da belirsiz bir biçimde içlerinde saklar bu mermerler. Bana öyle gelir ki, heykel ustası mermeri yontmak için keskisini yaklaştırdığında, ışığı mermerin neresinde yakalayacağım, onu nasıl dışa yansıtacağını da hesaplar. Önemli olan, keskinin ışıkla buluşmasını sağlayacak yöntemi bulmak ve geliştirmektir. Mermer, ışığı dışa vuracağı ehliyetli ellere özlem duyar.
 Heykel formu mermerin amorf kütlesi içinde saklıdır; ehliyetli el, incelikli bir arayışla, bu heykel formuna doğru yürür, onu saklı olduğu yerden bulup çıkarır. Heykel cisimleştikçe, mermer de soğukluğunu giderek yitirir insani boyutlara bürünür. Işığın dışa yansıma sı, tam da bu sırada gerçekleşir. Bir insan bedenini saran yumuşak giysi gibi, ışık da bu beden üzerinde bir ürperti gibi gezinir, kimi zaman mermerin dokusuna girerek gözden kaybolduğu izlenimini verir, kimi zaman da inadına somutlaşır, elle tutulurcasına belirginleşir. İşte o zaman gözünüzün derinliklerine doluverir, beyninizin kıvrımlarına olanca görkemiyle yerleşir. Mermere özgü ışığın hükümranlık çağı başlamıştır artık. Cisimleşmiş, insan suretine dönüşmüş, insan bedeninin o güzelim gör kemini sahiplenmiş olan heykelsi biçimin, bu olağanüstü ışıkla bütünleştiği o gizemli an da gelip çatmış demektir.
Büyük heykel ustaları, maddeye yalnız biçim değil, sanatsal bir ruh da kazandırmış olan bütün sanat büyücüleri, işte hep bu gizemli anın peşinde koşup durmuşlardır. Bir süreç işidir, bu anı yakalamak. Öyle bir çırpıda, tek seansta, sınırlı bir zaman dilimin de gerçekleşebilecek bir olgu değildir bu. Ağır ağır, usul usul gelişir ve her şey, ayni zamanda da zahmetle, meşakkatle, kılı kırk yararcasına özverili bir çalışma ve üretme temposuyla... Dıştan bakıldığında, herşey, yağdan kıl çekercesine, kendiliğinden oluş muş izlenimi verir. Oysa gerçek öyle değildir. İnatla, sabırla, özveriyle geliştirilen bir çalışma yöntemi sonun da, saf ve temiz bir ırmaktan içilen serin bir su gibi akıverir her şey. Direncini yitiren madde, Sanatçının bu inatçı arayışı karşısında dize gelir, tüm gizlerini açığa vurur, içindeki ışı ğı daha fazla saklı tutamaz. Rengi ve - dokusu, kıvamı ve alaşımı ne olursa olsun, taş “taş”lığını yitirir, sanatçının elinde bir tutam hamur olur sanki.
Mehmet Aksoy’un, son iki yıldır sergiler yoluyla, haklı bir ilgi ve hayranlık uyandıran işleri, aslında iki yönlü bir özleme cevap oluşturmakta dır: Heykeli, bugüne kadar klasik “anıt” düzeyinde görmeye ve izleme ye alışmış olanlar, Mehmet Aksoy’un heykellerinde ilk kez bu çerçevenin dışına taşan Özgür bir sanatçı yorumuna tanık oluyorlar. Üstelik bu yorum, bulgulandığı yerde donup kalmıyor, kendisini geleceğe bağlayacak sürekli bir uğraşın olanaklarını araştırıp duruyor, bir çalışmadan ötekine atladıkça üreyip zenginleşiyor, soluğunu durmaksızın genişletiyor. Verimli bir sanatçı tavrına tanıklık ediyor.
Öte yandan metale ve sentetik maddelere koşullanmış olan izleyici gözü, bu kez çakmaktaşı, granit, kalker, siyah ve beyaz mermer gibi, heykelin geleneksel malzemesinin yeniden keşfedilmiş olduğunu görme mutluluğuna kavuşuyor. Aslında bu da bir özlemin dışavurumunu kolaylaştırmaktadır. Ama daha da önemli olan bir başka nokta var: Heykel, temelde, bir dünya görüşünü, bir hümanizma yorumunu, bir “felsefeyiyi” yansıtma sorumluluğundan uzaklaştıkça, bir örnek kalıpçılığa dayanıp kaldığına göre, Mehmet Aksoy’un birbiri üzerine yoğunlaşan yaratma ve oluşturma heyecanını, özlemi hep duyulmuş olan bu “felsefe”nin varlığına bağlamak gerekiyor. Mehmet Aksoy, ona özgün bir isim de bulmuş, “vahdet-i vücut” diyor. Varlıkların tek kaynaktan üremeleri, tek “asıl”dan çıkmaları inanışına dayanan bu görüş, tasavvufun özünü oluşturduğu gibi, “tekvin”in (yaratma) gizlerin deri birini de açığa vuruyor: Karşı cinsten iki insan bedeninin “yekvücut” oluşunu simgeleyen birleşme olgusu, gerçekte, insan varlığını sonsuza kadar yaşatma güdüsünün bir simgesi olmaktan öte, bir “vuslat” anının doyumsuz güzelliğini dışa vurur. Tarih boyunca sanata, tükenmez bir konu kaynağı yaratmış olan bu olgu, birbirine özlemle sarılmış iki bedenin uyumlu çizgilerini açığa vurur. Kolların, bacakların ve bedenin uyumlu kıvrılışları, bir özlemin ve kavuşma isteğinin somut göstergeleridir aynı zamanda. Sanatçı, maddenin içinden oyarak çıkardığı eğriler ve kıvrımlarla, gizli ışığa eşlik edecek bu göstergeleri de bir bir açığa çıkarır. Ne ,var ki salt birer “gösterge” değildir bu eğriler ve kıvrımlar; aynı zamanda birer plastik kabartı, birer görsel biçimdir. Mehmet Aksoy, iki insan bedeninin, tek bir bedene dönüşürce sine, sıkı sıkıya sarılmış görüntüsünü, birlik, kaynaşma, dayanışma, anlaşma, tekilleşme, ortak bir amaca yönelme, basit çıkarlardan arınma, yoğunlaşma gibi simgesel bir ifadenin dışavurumu düzeyinde değerlendiriyor, ama bütün ifadeyi bu düzeyle sınırlı tutmuyor, aynı zamanda bu görüntüyü aşkın (transcendent) bir düşüncenin kavramsal formu olarak görüyor.

Heykelin modernleşme sürecine girdiği geçen yüzyılın ortalarından bu yana, Rodin ve çağdaşlarından günü müze uzanan deneyimlerin tümüne açık Olduğu izlenimi, Mehmet Aksoy’un yapıtlarından izleyiciye ulaşan ilk sanatsal mesajlarından biridir Modernizmi, günümüz heykelinin genel bir sorunsalı olarak görüyor Mehmet Aksoy. O nedenle de biçimin, nesneden ya da figürden soyutlanması bağlamında kısır ve tekdüze bir modernist eğilimle sınırlı değil Aksoy’un bakışı. Heykelin doğasından kaynaklanan üç boyutluluk ve kütle sellik, başlı başına Somut bir değer, heykele özgü bir zorunluluk olduğun dan, Mehmet Aksoy, bu zorunluluğun dışına çıkmak istemiyor. Kütlesel etkiyi, bağlı olduğu dünya görüşünün ve felsefenin de Somut dışavurumu için güzel bir fırsat sayıyor. Belki de bundan olacak, Aksoy’un büyük boyutlu heykellerinde figür, ağırlıklı etkisini her zaman koruyor. Bu fıgür, yaşamın lezzetini, insanoğluna bağışlanmış büyük bir mutluluk, benzeri olmayan bir ayrıcalık gibi yorumlar sanki. Rodin de bütün başyapıtları birleştiren ortak özelliğin, neşe ve umut Olduğunu vurgulamamış mıydı? Gene bu yoruma bağlı olarak, bir başka görüşünü daha dile getirir Rodin, bütün başyapıtların doğaya çok ya kın bir yerde durduğuna değinir.

Mehmet Aksoy da insan ve doğa gerçeğine, Somut kavramların ışığın da bakmakta, her şeyi bu somut kavramların ışığında gözlemektedır. Heykeli, bu. nedenle doğanın uzağın da değil, onun hemen yanıbaşındadır. Nitekim onun ikili insan figürleri olarak ele alınmış heykellerinde, “cismani” aşk, doğanın insanlara verdiği doğal bir içgüdü, yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak görünür.


Mehmet Aksoy, Almanya dönüşü Türkiye’de düzenlediği sergilerle haklı bir ilgi odağı haline gelirken, çok kimse bu ilginin ülkemizde bir hayli gecikmiş olan heykele ilişkin serbest sanatçı tavrından kaynaklanmış olduğu gerçeği üzerinde düşünmek gereğini duymadı. Yakın zamanlara kadar neredeyse resmileşmiş bir statünün dar kalıpçılığına sıkışıp kalmış olan anıt kavramının, insan ve yaşam la bütünleşme sürecine geçilmesiyle aşılabileceği ve böylece yaşamın tükenmez özüne bağlı doğurgan bir yorum gücünü egemen kılacak sanat çı bilincinin kökleştiği ortamlarda yeni bir anıtçılık kavramının yaygınlaşabileceği gerçeği, Mehmet Aksoy’- un bu alana getirdiği soluklu işlerle bir kez daha anlaşılmış oldu. Aksoy, akademideki öğrencilik yıllarında, bu gerçeğin ilk sinyallerini hocası Şadi Çalık’tan almıştı. Ancak Almanya’da geçen uzun çalışma yılları, bu konuda bir deneyim ve birikim aşamasının oluşmasını hızlandırdı. Berlin’de uyguladığı anıt çalışmaları, yaşamla olduğu kadar, sonsuz espasla bütünleşme sorununun, serbest anıt kavramına açılmakta temel çözümlere öncelik verici bir işlev taşıdığını yeterince kanıtlamıştı. Aksoy’un, olağan ölçülerin üzerine çıkan heykelleri, da ha ilk bakışta izleyici üzerinde anıtsal bir yapı etkisi uyandırır. Bu etkinin, boyutların büyüklüğüyle doğrudan bir ilintisi yoktur. Gür ve işlek bir akıcılık, bütün bir formu baştan sona kucakladığı ve heykelin bir yerinden espasa karıştığı için anlamsal etki, fizik etkiyi aşar, süreklilik geçici izlenimi siler. Bu heykeller karşısında yaşamın sıcak soluğunu hissederiz. Her şeyin yaşamla özdeş Olduğu gerçeğine eğiliriz. Taşın ya da mermerin içinden süzülüp gün ışığına karışan, sonra da bulunduğumuz mekan boşluğunu bir anda dolduran alışılmadık bir başka ışıklı yüz yüze geliriz.

Mehmet Aksoy’un heykellerini, ilk kez 1984’te, bir rastlantı sonucu Almanya’nın Bremen kentinde, Hanefi Yeter’le birlikte düzenlediği bir sergide görmüştüm. Dışavurum Öğelerini abartan, büyük boyutlu ve sosyal içerikli heykellerdi bunlar. Bu yıl, Ankara ve İstanbul’da sergilediği işleriyle, söz konusu dönemi oldukça geride bıraktığını, “vahdet-i vücut” genel başlığı altında topladığı, taş ve mermerin değişik cinslerine oyduğu yeni heykellerinde aşk, sevgi, bütünleşme temalarına ağırlık veriyor, böylece dışavurumcu doğrultudaki eğilimini, insanın değişmeyen ve değişmeyecek olan tutkuları, evrensel boyuttaki duygu dünyası düzeyinde değerlendirdiğini ortaya koyuyor. Heykel sanatındaki bütün dönemsel üsluplar, birikimler, geçmişten günümüze uzanan gelişmeler, Mehmet Aksoy’da zorlamasız bir senteze ulaşmış izlenimi vermektedir. Duru ve parıltılı bir suyun eğilimli bir yatakta akışı gibi, heykeli oluşturan formlar, bir bütünlüğün kaçınılmaz parçalan olarak şiirsellikle dokunmuş halde bir uçtan ötekine uzanıyor, suyun ve rüzgarın aşınımına terkedilmiş nesneler gibi belirsizlikle belirlilik arasında gidip geliyorlar. Çok natüralist ve anatomik kaynaklı ayrıntılar yanında, alabildiğine soyut formlar, organik bir yapının anlaşmalı parçalarına dönüşebiliyor. Taşın ve mermerin katılığı, sertliği, bir anda kayboluyor, onun yerini insani duyguların yumuşak titreşimleri alıyor.

Kanımca, Mehmet Aksoy, bir tıkanma sürecine girmiş görünen heykel sanatımıza, bu kapsamlı ve devingen işleriyle güzel bir soluk aldın yor, anıtçılığın dar ve formalist kalıplarını kırmaya yönelik bir çaba gösteriyor, heykel sanatına resmi gözlüklerle bakmaya koşullanmış olanlara uyarıcı bir eleştiri getiriyor. Bütün bunların ötesinde de, heykel sanatının gelmiş geçmiş büyük ustalarına, el emeğinin büyük işçilerine, minnet borcunun güzel bir ifadesi sayabileceğimiz sıcak bir “merhaba” gönderiyor.
Milliyet Sanat, 1990

Aksoy’un heykel kültürünü yaşatma çabası.
Mehmet Aksoy’u taşa yakınlaştıran şey “taşın direnci, derinliği ve dünyanın oluşumundan bu yana varolması,yani zamanı içinde taşıması.
Aziz Çağlar- Gösteri Dergisi
Hatay, Yayladağ’da doğdunuz, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenim gördünüz. Yayladağ’daki yaşantınızdan ve ortamdan söz eder misiniz? Sanat öğrenimi görme kararınızda oradaki ortamın yönlendirici rolü oldu mu?
Aslında bu çok uzun bir hikayedir. Yani taaa ilkokul günlerine dönmek gerekiyor. İlkokuldaki hocam Nazmiye Hanım bende sanat yeteneğinin olduğunu keşfetti; beni heveslendirdi ve yönlendirdi diyebilirim. İlkokuldan beri ressam olmak istemişimdir. Heykel demiyorum çünkü o zaman böyle bir fikir yoktu. Yayladağ’daki ortam, çocukluk günleriın, doğayla içiçe olmam ve çoğu şeyi doğa dan öğrenerek yaşamam daha sonraki zamanlarda, İstanbul’da ve yurt dışında bana güç kaynağı oldu, kendime güven duygusu verdi. Yayladağ bende hep sıcak, sevecen duygular uyandırmıştır.
Akademi’ye ressam olmak için girdiniz, 1967’de Heykel Bölümü’nden mezun oldunuz. Heykel sanatçısı olmaya nasıl karar verdiniz?
Hep ressam-olmak istiyordum. o zamanlar 1. sınıfta haftada bir gün de modlaj dersi vardı. Ben Yunan’dan kopya bir büst yaptım. Bir gün baktım büstün başında uzun boylu bir adam duruyor. “Akademi’ye askerliğini yedek subay olarak yapmak için mi geldin?” diye sordu. “Ressam olmak için geldim” dedim. “Sen ressam olmayı bırak, heykeltraş ol, resmi her zaman yaparsın” dedi. Meğer Şadi Çalık’mış. Bir süre düşündüm, sonra baktım elim hep çamura ve forma gidiyor, o zaman karar verdim, heykele geçtim.
Bizim kültürümüzde, Anadolu’da zengin bir heykel geleneğinin varlı ğından söz edebilir miyiz?
Hatti uygarlığından bu yana geçmiş tüm medeniyetleri düşünürsek Anadolu topraklarında ne kadar zengin ve değerli bir heykel geleneğinin olduğunu görürüz. Örneğin dünyadaki ilk açık hava heykel atölyesi Anadolu’da, İslahiye’nin Yesemek köyündedir ve Hititler zamanında Yesemek’te kaba olarak bazalt kütlelerinden yontulan heykeller tüm Anadolu’ya taşınmıştır. Avrupa’da, örneğin o zamanların A insanlar Karaormanlar’da hayvan postları ve ellerinde butlarla dolaşırken Hititler Anadolu’da bronz heykeller döküyordu. Güneyden Asur, Sümer etkilerini, Likya, Frigya giderek Bizans ve Roma uygarlıklarının Anadolu’da yaşayan heykel geleneklerini düşünürsek, aklıma o zamanların en önemli heykel atölyesi Afrodisias geliyor. Hatta Türkler ilk Müslüman olduklarında yapmaya devam ettikleri koç, at heykelleri, mezar taşları olarak halen elimizde bulunuyor. Selçuklular zamanında dini yasağa rağmen üretilen heykelleri, süslemeler içinde saklanmış figürleri düşünebiliriz. Ve bence Osmanlılar döneminde heykele dönüşen mezar taşları bu geleneğin en önemli kanıtlarıdır.
Anadolu’da zengin bir heykel geleneği var ve böyle bir ortamda doğup büyüyen Türk insanı heykel sanatına yeterince llgi Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Bence burada iki şey yar; bir yanda bu topraklarda zengin bir heykel geleneğinin olması, öte yanda bu mirasın sosyal hayata yansıtılmaması meselesi, daha doğrusu kullanılmaması. Bu da genelde dinle açıklanıyor, ama aslında devletin sanat ve kültür politikasının eksikliğidir. İnsanları günlük yaşamlarında heykelle karşı karşıya getiremiyoruz. Gelmiş geçmiş hiçbir hükümetin programında bu düşünce yer almamış. Heykel kültürü bizde yalnızca sembol heykellerle, belirli bir gücü temsil eden heykellerle sınırlı kalmış ve heykel kalitesi gözardı edilmiş. Devletin üstlenmesi gereken şeyleri sanatçılar kendi olanaklarıyla bireysel olarak yürütmeye çalışmışlar. Bu da tabii cılız bir çabadır, yine de ses çıkmaktadır ama toplumun tümü nü göz önüne alacak olursak hey kel kültürünü yaşama geçirecek yoğunlukta bir çaba değildir.
Anadolu heykel geleneği bir sanatçı olarak sizi nasıl etkiliyor?
Ben Anadolu’da özel heykeller yapıldığını düşünüyorum. Bu, Anadolu’nun hem coğrafi konumundan, hem de çeşitli kültürlerin karıştığı bir toprak parçası olmasından geliyor belki. Çeşitli kültürlerin birbirini etkilemesi, yeni sentezlerin bulunması canlı bir sanat ortamı yaratmış. Bize bu kültür okullarda, hatta sanat eğitimi veren Akademide bile verilmez, dünyadaki öneminden bahsedilmez. Akademide Yunan kültüründen başlanır, model diye konan heykeller hep Yunan heykelleridir, Bu hep dikkatimi çekmiştir ve acı bir şeydir aslında. Maalesef ben Anadolu heykel kültürünün önemini ve zenginliğini yurt dışında kaldığım sürede öğrendim. Kendi topraklarımdaki kültürün önemini Londra ve Berlin’de anladım ve ne kadar değer verildiğini gördüm. Tabii yalnız Hitit, Likya ve Frigya’dan bahsetmiyorum aynı zamanda İslam kültürünün en gözde örneklerini de Londra ve Berlin’de tanıdım. Yakındoğu, Mezopotamya, Anadolu ve Hint kültürlerini birbirine yakın buluyorum... Bunları inceledim ve sanki heykeli yeniden öğrendim. Eski heykellerde benim dikkatimi çeken birşey var; bu heykellerde her zaman bir inanç ve felsefe var.., ve bu inancı ile felsefenin forma dökülüşü... Dikkatimi çeken başka birşey de bu heykellerde büyük bir yaşama sevincinin olması. Savaş sahneleri bile bizde şiddet duygusu aşılamıyor. Eşyalar, silahlar, kullandıkları her obje büyük bir sevgiyle yapılmış ve sanatsal bir form kaygısı taşıyor. Detay ve kütle ilişkisinin nasıl halledildiği, dekoratif elemanların plastik kütleyi bozmadan heykelin üstüne nasıl işlendiği, tüm bunlar benim için çok öğretici ol du ve heykele ilişkin fikirlerimin oluşmasını büyük ölçüde etkiledi.

Yapıtlarınızda malzeme olarak taşı tercih etmenizin Anadolu heykel geleneği ile bir ilgisi var mı?

Taş çalışmanın aslında gelenekle bir ilgisi yok. Benim taşı sevmemle, kendimi en iyi taşta anlatabilmemle ilgisi var. Taşın direnci, derinliği ve dünyanın oluşumundan bu yana var olması, yani zamanı içinde taşıması beni taşa yakınlaştırıyor. Ben spontan çalışmayı seviyorum, taş tesadüflere ve sürprizlere açık ve almayı bilen için çok verici.




On beş yıl Almanya’da yaşadınız, oradaki pek çok meydana ve parka büyük boyutlu heykel veya anıtlarınız yerleştirildi. Türkiye’de durum nedir?

Ben yurtdışındaki heykellerimi dost, tanıdık ilişkisiyle yapmadım. Yarışmalara katıldım, bu yarışmaları kazanarak gerçekleştirdim. Berlin’de Kranoldplatz’da ‘Buluttan Sevgiler’, Schilesischestor’da ‘İç Göçcüleri’ heykel grubu, Böckleipark’da ‘Cemal’in Rüyası’, Postdam’da ‘II. Dünya Savaşı Hitler Ordusu’ndan Kaçan Askerler’ heykellerim var.


Maalesef Türkiye’de kamuya açık mekanlarda hiçbir heykelim yok. Şehirde, açık mekanlarda heykeller yapma konusunda kuşkum var. Şehirdeki boşlukların, mimari mekanların heykellerle plastik mekanlar haline dönüştürülmesi, yepyeni mekanlar yaratılması gerekiyor. Bence atölye heykeli ile şehre konacak heykel arasında önemli farklar vardır. Şehre konacak heykelin içeriğine, konacak mekanın durumu eklenir ve mekan heykelin formunu, boyutlarını dolayısıyla proporsiyonlarmı ve kurgusunu etkiler. Bu, Türkiye’de şehirlere yapılan heykellerde hiçbir zaman ön planda değildir, çoğu zaman ısmarlanan heykeller bir sembol heykelidir ya da birinin anısına yapılır, o kişiye benzedi mi, benzemedi mi kaygusu ön plandadır. Yaratmaya çalıştıkları mekanlardaki estetik tavırla koydukları figürdeki estetik tavır- yüzde yüz birbirine karşıttır, uyumsuzdur. Bir Atatürk. heykeli yapıyorlar, arkasına soyut elemanlar koyuyorlar. Atatürk’e bir fon oluşturmuş oluyorlar. Böylece de modem bir hava vermiş olduklarını sanıyorlar.

Türkiye’de her idari sorumlu, Belediye Başkanı’ndan tutun da Kaymakama, kadar istediği zaman, istediği kişiye, istediği heykeli, istediği yere koydurtabilir bunun karşısında bir kanun yoktur ve bunun bir cezası da yoktur. Yani herhangi biri bir ucubeyi dikip, insanların gözlerinin katili oluyorsa, bunun altı ay, üç ay, beş sene cezası yoktur. Aslında bunları cezalandırmak lazım. Tabii heykel ısmarlama ve yaptırma konusunda eş, dost, akraba ve torpil işleri de çok geçerlidir. Ayrıca ısmarlayan kurumun zevki ve istekleri doğrultusunda heykel yapmak gerekir. çoğu heykeltraşımız da bu yönde hareket etmiştir. Heykeller birtakım insanlara benzetilmeye çalışılmıştır. Heykeltıraş onuru bakımından ve heykelin saygınlığını düşünerek şimdiye kadar bu tür ısmarlama heykeller yapmadım. Kendi düşündüğümü yapmaya çalıştım. Bunu da henüz başaramadığım için Türkiye’de açık mekanlarda heykelim bulunmuyor.

Anıtsal boyutta heykellerin yanısıra İstanbul’da bu ay açılacak serginizde yeralan “avuç içi heykelleri” olarak adlandırdığınız çok küçük boyutlu çalışmalarınız da var. Bu heykellerinizden söz eder misiniz?

Her heykelin bir mekanı vardır ve tabii bunu da heykelin boyutuyla ilişki içinde düşünmek gerekiyor. Örneğin bir iç bahçede, İstanbul Resim Heykel Müzesi bahçesi’nde yaptığım gibi bir mekan da, sergi yaparsanız, o mekana uygun boyutta heykeller yapmanız gerekir; yoksa mekanla ilişki içine giremezsiniz. Onbeş santimlik bir heykeli insan bahçede bir yaprakla bile karıştırabilir, mekana doğrudan bir etkisi olamaz.



Her heykelin bir çekim alanı vardır, bunun da heykelin konulduğu yer, boyut ve mekan içinde ki düzenleme ile çok ilgisi vardır. İzleyici ancak heykelin çekim alanına girdiği zaman heykelle iletişim kurabilir. Ev mekanın düşünürsek ister istemez farka boyut lar ve konumda olacağız. Heykelin resme göre bir avantajı, konulan yerde kendi için bir mekan yaratması, tüm mekanı doğrudan etkilemesidir. Heykelin dokunula bilirliği, üç boyutluğu da başka bir özelliğidir. Heykeli avucunuzun içine alıp hissedebilirsiniz. Bu, tabii ki görsel algilamadiin daha yoğun bir duygudur, birçok insan da dokunmak, avucunun için de tutmak ister... Elin de gözü vardır. Onun için küçük heykeller de yapıyorum...


Demet Elkatip
 “Ustan kim deseler taş derim”
Ustan kim deseler ‘taş’ derim...” On yılı aşkın bir süredir yalnızca ‘taş’a şekil veren, ‘taş’ı sarmalayan, ‘taş’ı canlandıran Mehmet Aksoy’un heykellerini görünce, bu ifadenin mütevazi mi, yoksa ironi ağırlıklı mı olduğunu düşünüyor insan bir an. Önce, bu ‘usta’yı seçişinin nedenleri:
“Aslında bir sürü malzemeyle çalıştım. İlk başlarda, yani öğrencilik yıllarımda demiri çok seviyordum, arada taş da çalışıyordum ve bu, ‘78’lere kadar sürdü. Bir de baktım taşı çok seviyorum, kendimi daha iyi ifade edebiliyorum taşla. Aslın da taştan öğrendim taşı sevmeyi. İnsanın kendini ifade edecek en uygun materyali bulması çok uzun bir süreç. Taşın sertliği, bir anda teslim olmaması, almaya hazırsanız kendini verişi, devamlı yeni sürprizler açması... Bunlar çok ilginç şeyler benim için ve taşa her attığınız çizgi üs tünde kalır, bir taraftan vurduğunuzda, öbür taraftan patlamaz. Taş, her zaman sürprize açıktır, yeni formlar sunar size, tesadüflere açıktır. Tesadüfleri yakalayabilme özelliği çok önemli bence. Bir sürü insan tesadüfleri yakalayamadan geçip gidiyor, ama ben pek kaçırmam.”
Yetmişli yıllar, akademi kökenlilerin genelde en çok Paris’e gitmeyi tercih ettiği yıllar. Her kes Paris’e gidiyorsa, Mehmet Aksoy başka bir yere gitmeliydi. Önce, tam olarak neden seçtiğini hatırlamadığı bir buçuk yıllık bir Londra macerası. Ardından bir profesörün tavsiyesi üzerine Berlin’e gidiş ve son yedi yıl Türkiye’ye hiç dönmemecesine on beş yıl Berlin’de kalış.
“Berlin’deki çok çelişkili sanat ortamı ve dünya politikasının orada yansıması çok ilgimi çekti. O dünyayı anlamama çok faydası oldu. Dünyadaki bütün çelişkiler orada patlıyor, her şekilde yansıyor ve kapitalist bir ülkenin bir başında, uç bölgede insan her tarafı duyabiliyor. Bütün yatırımlar Berlin’e yapılıyordu. Sanat ve kültür şehri yapılmak isteniyor, metropol olması isteniyor, insanlar Berlin’de oturmaya özendiriliyor. O ortamın getirdiği zenginlikler doğal olarak bize de yansıdı, biz de nasibimizi aldık. Sanata bakış açısından epey bilgilendim, çok tecrübem oldu. Bu bakımdan çok memnunum Berlin’de kaldığıma.”
Ve zorluklar: “İnsanın kendini kabul ettirmesi için iki misli efor sarfetmesi gerekiyor, çünkü yabancısınız. Aslında Berlinde, Amerikalı da, Fransız da, Japon da yabancı ama Türk olmak çok farklı. Türk işçilerinin çalışması, bizim durumumuzu, prestijimizi onların gözünde düşürüyor. Türk olduğum için iki yarışma kaybettim, ikincilik verdiler. Jürideki tarafsız kişilerin savunması ‘çok beğendik, çok istedik ama olmadı’ şeklindeydi”.

Zorluklar başarının kabul ediliş süresini uzatmış belki ama meydanlarda yaptığı dört iş, kalıcılığının kanıtı şüphesiz. En son gerçekleştirdiği “Hitler’in Ordusundan Kaçan Askerler’ başlıklı anıtı önce Bonn’da sergilenip, kiliseye iltica ettikten sonra adına uygun olarak çeşitli şehirlerde gezinip durmuş. Bu işini tamamladıktan sonra 2. İstanbul Bienali için bir kamyon dolusu heykelle Türkiye’ye dönüş yapmış Aksoy. Dönüş o dönüş. En çok da Berlin’de başarılı olduğu bir dönemde Türkiye’ye döndüğüne seviniyor.

Bugün artık, sanatçı bir kariyer yapacaksa kendi ülkesinden başlamalı diye düşünüyor ve sanat ortamında yaşanan karmaşayı da görmezden gelmiyor:
“Sanat dünyasında popülerlik ya da iyi sanatçılık arasında büyük uçurumlar var. Çoğu sanatçı popüler oluyor, moda akımlar çıkıyor, moda sanatçılar ortaya sürülüyor. Bugünkü medyanın olanakları korkunç. Sineği kelebek diye gösterirler, ikisi de uçuyor çünkü. Değer yargıları çok bulanık. Özellikle sanat akımları çok deneysel şeyler. İnsanlar bunlar arasında prensipler kurmaya çalışıyor. Kendi kurgularına karşı oluyorlar. Müzeye karşıdır ama müzeye sokar işini, satmaya karşıdır, satar. Ya da içeriğe karşıdır ,acayip bir içerik yaratır işinde ve sonuçta yapılan şeylerin çoğu karikatür oluyor. Enstalasyonların çoğunu karikatür buluyorum. Kavramsallık gerçek sanatın içinde vardır. O içerik olmasa sanat olmaz. Birtakım şeyler yeni bulunmuş gibi sunuluyor. Bunlar kötü oyunlar. Aslında insanlar kendi kendilerine oynuyor bu oyunları. Sanatın içeriğinde büyük bir oyun var ama bu oyunun temeli bu değil. Sanat bir bütündür. Oyun da, sihir de, sır da, bilinmezlik de, ifade de vardır. Hepsinin olması gerekir ve konumuna göre değişir. Birini alıp, ‘Bu sanattır, öbürü değildir’ demek fakirliktir. Ayı kırpıp yıldız yapmak gibi bir şey.”
“Çok fazla şikayet ettim galiba” deyince tekrar kendi çalışmalarına dönüyoruz ve taşla yenilik arasındaki bağlantı:
“Yenilik deyince çoğu insan yeni malzeme sanıyor. Örneğin cam, polyester, ışık, laser... Bunları kullanınca ‘yeni’ yapıldığı zannediliyor. Aslında bir şeyi ifade etmede en uygun malzemeyi seçmesi gerekir insanın. Çünkü malzemenin bir derinliği, soğukluğu, sıcaklığı, şeffaflığı, katılığı vardır. Bunlara göre bir sürü şey seçebilirsiniz. Sonuçta formun yeniliği önemlidir, malzemenin yeniliği değil. Bir de anlattığın şeyin güzel olması, yaşamda karşılığının bulunması önemli. Taş çok eski bir malzeme, ben onla bir şey yapıyorsam ona ne yaptığım önemlidir. Yoksa her şeyden heykel yapılır ama yenilik bundan dolayı olmaz. Yenilik, yenilikçilik adına yapıldığı zaman zaten yenilik olmaz”

 Son zamanlarda ‘varlık yokluk’, ‘ölüm-yaşam’ kavramlarını sorgulamaya başlamış Mehmet Aksoy. Çalışmalarındaki yansıması ‘pozitif-negatif’ karşıtlığında. Sınırlı boşluklar içindeki şekillerle ilgileniyor. İki yıldır Ankara’da süren bir çalışmasında boşluğun heykelini yapmayı amaçlıyor. Sürekli çalışıyor, çalışmadığı zaman kendini çok mutsuz hissediyor, huysuzlaşıyor. Çağın karmaşası kişiliğini olumsuz yönde etkilemiyor, kesinlikle karamsar değil ve sanatçılara önemli sorumluluklar yüklüyor: İnsanların içinde umut ışığı yaratmak, fantaziye açık, kapalıya karşı olmak, bozulan insan doğa ilişkilerini yeniden düzenlemek, sevgi kıvılcımları saçmak sanatçıların görevi gibi geliyor ona.
Milliyet Sanat




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder