Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Pollock, Jackson

Jackson Pollock (1912- 1956)
Pollock, Cody/Wyoming’de bir koyun yetiştiricisinin oğlu olarak dünyaya geldi. 16 yaşındayken Los Angeles Manual Arts High School’a (El Sanatları Meslek Lisesi) yazılan Pollock, kışkırtıcı davranışı yüzünden, aradan bir yıl geçmeden, okuldan atıldı.

30’lu Yılların Ortasından Sonra: Soyut Resimler Pollock 1930’dan sonra her tür modernizme karşı gelerek gerçekçi bir resme önayak olan, Amerikan bölgeselciliğinin temsilcilerinden biri olan Thomas Hart Benton’un öğrencisi oldu. Pollock’un ilk resimleri 30’lu yılların ortasında bu etki altında gerçekleştiler (örneğin Naechtliches Weideland (Otlaklar Geceleyin, 1936) gibi).

Pollock 1935’te maddi olanakları kısıtlı olan sanatçılar için devletin bir teşvik programına alındı. Kamu anıtlarını temizledi ve ayrıca onarım işlerinde de çalıştı. Die Flamme (Alev, 1934-38) gibi resimleriyle yavaş yavaş somut resimden ayrılarak Avrupa avantgardına yaklaştı. Paul Klee, Joan Miro, Pablo Picasso ve “damlatma tekniği”ne (boyayı kağıda damla dala akıtma) hayranlık duyduğu Max Ernst’in yapıtlarını inceledi.

1937’den Sonra: Psikiyatrik Tedavide İlk gençliğinden beri alkol bağımlısı olan Pollock, 1937’de psikiyatrik tedavi görmeye başladı ve arkasından alkolü bırakmak için bir kür yaptı. Buna rağmen Pollock tekrar tekrar alkole esir oldu. 1941’de tanıştığı ressam Lee Krasner ile dört yı1 sonra evlendi. 1943’te Peggy Guggenheim adlı galericiden, evine bir duvar resmi yapması için sipariş aldı. Bu yapıtında bir araya getirdiği yazı işaretleri ile hayvansı ve totem benzeri semboller, bunu izleyen yapıtlarına da egemen di, örneğin She-Wolf (Dişi Kurt, 1943).

1946’dan Sonra: Action Painting Kendisi için tipik olan stile geçiş döneminde, 1944’te figüratif elemanlara hiç yer vermediği Gothic adlı tablosunu gerçekleştirdi. Pollock’un amacı resim hareketini (Action) doğrudan doğruya tuvale uyarlamaktı. 1947’de Dripping (Damlatma) ile bu hedefini gerçekleştirebileceği bir yöntem bulmuş oldu. Tuvali yere yayıp boyayı fırçadan, kutusundan ya da delikli kovalardan üstüne damlatıyordu. Kimi zaman boyayı yüzeyin üzerine fırlatıp sıvayarak yayıyor, kum ve cam kırıkları karıştırıyor ve macunu kalın katmanlar halinde sürüyordu. Pollock çalışma tarzını tarif ederken, “Yerde olduğum zaman resmin bir parçasıyım” diyordu. Resim yaparken aklına gelenleri anında uyguluyordu. Böylece gerçekleşen “bilinçsiz” sonuçları sonradan “bilinçli” olarak tahta parçaları ya da bıçak ve duvarcı malasıyla işliyordu. 1947-1950 yılları arasında en ünlü yapıtları Kathedrale (1947), 1 Numara: Beyaz Kakadu (1948) ve Lavendelblauer Nobel (Lavanta Mavisi Sis) ile Herbstrhythmus’u (Güz Ritmi) (her ikisi 1950)

 

tamamladı. Bu resimlerinin ayırt edici özellikleri arasında şeffaflıklarıyla zemini gösteren birbirine dolanmış renkli çizgilerden örgüler bulunmaktadır.

Pollock’un düşüncesine göre şövalede yapılan resimlerin zamanı geçtiği için, çalışmalarında büyük boyutları yeğliyordu. Resmin geleceğini duvar resimlerin de görüyordu.

50’li Yıllara Krizler Uluslararası sergilerde sağladığı başarılara karşın, Pollock eleştirmenlerince şaka yoluyla “Jack the Dripper” (Damlatan Jack) olarak nitelendiriliyordu. 50’li yılların başında ağır bir buhran geçiren sanatçı, her zamankinden fazla içmeye başladı. Resimlerinde renkler giderek azalıyordu; bazılarını tamamen siyaha boyadı. Birçok tablosuna ad koymayıp onları numaralamakla yetiniyordu.


Ona göre izleyici ancak bu şekilde resmi olduğu gibi resim olarak— algılayabilirdi. Dripping-Resimleri yanı sıra şimdi kuvvetli, geniş fırça vuruşlarına yer verdiği yapıtlar gerçekleştirdi. Ayrıca birçok yapıtında figüratif motiflere yer verdi (örneğin No.29, 1952; Beyaz Işık, 1954 gibi).


Pollock’un psikolojik sorunları giderek arttıkları gibi alkol bağımlılığından kurtulmak için kendisine uygulanan tedaviler de sonuç vermedi. Pollock genç bir kızla ilişkiye girdikten sonra, Lee Krasner 1956’da kendisini terk etti. Pollock aynı yıl için de East Hampton/New York’ta 44 yaşında bir otomobil kazasında hayatını kaybetti.

"Resmim şövaleden gelmiyor. Resmi bitirmeden önce tualimi germem. Tuali, germeden, duvara ya da yere çivilemeyi yeğlerim. Sert bir düzeyin direncine gereksinmem var. Yerde daha rahatım. Kendimi tabloya daha yakın duyuyorum. Daha çok birlikteyim onunla. Çünkü bu durumda tablonun çevresinin her yanında dolaşabilir, dört yanından çalışabilir sözcüğü tam anlamıyla tablonun içinde olabilirim. Bu yöntem, Batıda kuzu üzerinde çalışan Kızılderililerin yöntemlerinin aynıdır.

Ressamın şövale, palet, fırça vb. gibi geleneksel gereçlerinden uzaklaşmayı sürdürüyorum. Sopayı, malayı, bıçağı, damla damla akıttığım sıvı boyayı, hamurlaştırılmış kumu, kırılmış camı ya da resme yabancı başka elemanları yeğliyorum.

Tablonun içinde olduğum zaman ne yaptığımın bilincince değilim.  Ancak, “tanımak için” gerekli bir zaman parçasından sonra ne yapmak istediğimi görebiliyorum. Değişiklik yapmaktan, imajı bozup yoketmekten ürkmüyorum. Çünkü her tablonun kendine özgü bir yaşamı vardır. Bunu ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Sonuç, sadece tabloyla kontağı kaybettiğim zaman kaotik oluyor. Bunun dışında uyum, bütünüyle gerçekleşmekte, alışveriş kolay ve tablo başarıya ulaşmaktadır.”

Çağdaş Amerikan Resminin Büyük Ustası
Çağdaş Amerikan resim sanatının öncülerinden Jackson Pollock’ un Paris Modern Sanatlar Müzesi’nde ilk kez açılan toplu sergisinin yankıları sürüyor Hans Namuth’un sanatçıyı atölyesinde çalışırken saptayan fotoğraflarının da yer aldığı sergi sanat çevrelerinin büyük ilgisini çekmişti. Marie - Hélène Camus’ün bu sanat şöleniyle ilgili yazısını aktarıyoruz.

Önce yere, beton üzerine serilmiş boş bir beyaz tual var. Sonra kararsız görünen başlayış. Pollock bir elinde boya kovası, öbür elinde sopa, ilk boyayı döker, işi nasıl sürdüreceğini bilmiyormuşçasına durur. Koyanın içindeki boyayı karıştırır. Birdenbire tabloya döker yeniden. Gittikçe hızlanan, başdöndürücü, yorucu, sonu gelmeyen çılgın bir danstır başlayan. Çizgiler hareketlenir, incelenir, yavaşlar, boğulur. Boyanın yoğunlaşmasından doğan imler ve lekeler bir birleriyle kucaklaşır. Desen ve pentür kaynaşmış; hareket, renk olmuştur.

Sonuç: Sanki tual toprak ve Pollock onu çiçeklerle bezeyen bahçıvandır.

Pollock, geleneksel resmin kavram ve tekniklerinden 1946-47 kışında bütünüyle kopmuştur. “Dripping”i keşfetmesi o sıralara rastlar. Nedir dripping? Düz tuale fışkırtılan boya, boş alanı geçerken, tual üzerine düştüğü anda, hızla kavranan ve saptanan bir yörünge izler. Başka bir sözcükle çevrilmesi olanaksız “dripping” kavramı resim ustasının ve yapıtlarının niteliğinin belirtilmesi, dahası, Amerikan sanatının çağdaş kültür içinde yerini aldığı biçimde tanımlanmasında gereklidir ama yetersiz kalmaktadır. Pollock’a göre teknik bir gereksinmenin sonucudur. Yeni gereksinmeler ise, yeni teknikleri getirmektedir. Tam bir denetini, rastlantının bütünüyle reddi, düzen, organik yoğunluk, görünür hale getirilen hareket ve enerji, boşlukta dondurulan anılar, gereksinmeler, insansal nedenler, onaşma...

Sanat gökten zembille inmemiştir. Kübistlerden, kübizm sonrasından Cézanne’a uzanan ve bugüne ulaşan uzun bir geleneğin içinde yer almaktadır çağdaş sanat. Plastik mirasın özümlenmesi, gerçek sanatçının günlük olgusudur. Pollock için bu, adı Picasso, Max Ernst, Masson, gerçeküstücüler, Miro, Matta olan Avrupa resminden geçer zorunlu olarak. Bunun dışında, desenini dramatizasyona dönüştürdüğü Greco’ya da Michel -Ange, daha sonraki kişisel stilinin habercisidir. Amerikalıdır. Ama kızılderililerin sanatını ve anıtsal Meksika resmini benimsemiştir.

Etkiler
Amerikan resminin tarihi, ilk Avrupalı istilâcıların yaşıyla sınırlıdır. Avrupa resminin Birleşik Amerika’ya girmesi için çocukluklarının İngiltere’si yada Hollanda’sı henüz belleklerinden silinmeyen isimsiz naif’ler, Kuzeyin ticaret erbabı ya da Güneyin çiftlik sahibi yeni zenginlerine ısmarlama resim yapan taşra akademizmine bulanmış portre ressamları, tual üzerine yurtseverliklerini döktüren peyzajistler bir yana bırakılırsa, Avrupa resminin Birleşik Devletlere girmesi için XIX. yüzyılın ikinci yarısını beklemek gerekiyordu. Whistler, Mary Cassatt, Saı ve diğer büyük sanatçıların Paris’e gelerek Courbet, Manet, Degas, Monet ile karşılaşmaları bu sürecin başlangıcı oldu.

1908’de New York’ta, 5. Cadde’de Matisse ve Picasso sergilendi. 1913’de “Armory Show”, başlı başına bir olaydı. Courbet ve Delacroix’nın yanı sıra Matisse, Braque, Picasso, Léger Kandinsky ve Marcel Duclıamp’ ın bine yakın yapıtının sergilenmesi yeni kıtanın genç resmi için son derecede önemli oldu.

Soyut sanat, çekingen bir biçimde, kendini gösterme çabası içine girmişti. Ne var ki 1929 ekonomik bunalımı, bu sanatın öncülerini darmadağın etmekte gecikmeyecekti. Birleşik Devletler genci bir milliyetçilik evrenine girmişti. Bu, resimde, büyük bir hızla yeniden “figurasyon”a ve “realizm”e dönüşle sonuçlanacaktı. 1940’lara dek süren Otuz yılları akımının tek büyük Amerikan kişiliği bir yontu ustasıdır: Alexandre Calder.

İkinci Dünya savaşı gelip çatmıştır. Çok sayıda sanatçı nazizmden kaçarak Birleşik Devletlere sığınmıştır: Chagall, Ernst, Lüger, Mondrian, Matta bunlar arasındadır. Resim galerileri bu ustaların yapıtlarını sergilemeye başlamışlardır. Pollock’u 1943’te ilk tanıtan Peggy Guggenheim olmuştur.

Özgün yollar
Jackson Pollock, tıpkı Rothko, de Kooning, Motherwell, Wark Tobey ve 1948’de yaşamını yitiren Gorky gibi Avrupa’nın mesajını duymuştur: Bilinçsiz olana, otomatik ifade biçimine ve gerçeküstücülere özgü bazı tekniklere öncelik tanımak. Bunlar, aynı zamanda, kendilerine özgü ve kişisel yollar da bulmuşlardır. Pasifik okulunun yadsınmaz şefi Tobey’in dakik ve incelikli bir sanatı uygulamasına ve dışavurumcu davranışlardan kaçınmasına karşın Pollock ve New York okulunda bütünüyle boyanmış muazzam tualler, şiddet ve hız tutkusu ağır basmaktadır. Bu ayrılıklara rağmen Avrupa mirasıyla bağlarını koparan ulusal bir sanat doğmuştur. Bu yeni dönemi, bu kez eski kıtayı önemli ölçüde etkileyen Jackson Pollock simgelemektedir.
Marie- Hélène Camus. Türkçesi: Hüseyin Baş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder