Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Rembrant, Harmensz van Ryn


Rembrandt Harmensz van Ryn (1606-1669).
Hollanda’nın yalnız Barok devir için değil, bütün resim sanatı tarihinde yetiştirdiği en önemli sanatkâr Rembrandt Harmensz van Ryn’dır. Leyden’de bir değirmencinin oğlu olarak dünyaya gelen Rembrandt, Leyden Üniversitesi’nde bir yıl kadar kaldıktan sonra tahsilini ressam olmak için terketmiş, gelişmesinde daha önemli olan Amsterdam’a gitmiştir ve ziyareti altı ay sürmüştür. Burada Pieter Lastman ona İtalyan sanatının özelliklerini ve Caravaggio’yu tanıtmış, böylece hiç İtalya’ya gitmediği halde Caravaggio etkisini onun vasıtasıyla almıştır. Bu önemli fakat kısa ziyaretten sonra Leyden’de yaptığı çalışmalar artık onun ismini yavaş yavaş tanıtmaya başlamıştı.
1631-32 yılında, tekrar Amsterdam’a gitti. Orada sevgili karısı Saskia ile evlendi. Saskia, zengin bir asılzade olan Van Uylenborch’un kızı idi. Bu evlilikten sonra Rembrandt, sanat eserlerini topladığı bir eve sahip oldu ve şehrin en ünlü ressamı olarak itibar gördü. Ama ne yazık ki 1642 de taparcasına sevdiği karısı Saskia, geride Rembrandt’ı ve bir yaşındaki oğlu Titus’u bırakarak öldü. Bu sırada Gece Nöbeti adlı eseri de çok alışılmamış bir fikre dayandığı için beğenilmedi. Karısının ölümünün verdiği üzüntü ve Gece Nöbeti’nin beğenilmemesine ilâveten Rembrandt, karısının iyi bir miras bırakmış olmasına rağmen, 15 yıl kadar sonra, kendisini nerede ise hapse götürecek kadar borca da girmişti. Her şeyi, bütün malları, hatta resim koleksiyonu bile arttırma ile satıldı. Karısının ölümünden bir müddet sonra beraber yaşamaya başladığı Hendrickje onu ve oğlunu himaye etti. İlk karısı kadar sevgisini kazanan Hendrickje, onun en büyük desteği oldu. Küçük bir eve taşındı ve eskisi gibi şaşaalı yaşamak yerine mütevazi bir hayat sürmeye başladı. Bu yıllarda sosyete ile ilgisi de kesilen sanatkâr daha çok dini konulara döndü.

1662 de Hendrickje, 1668 de ise 27 yaşındaki oğlu Titus öldü. Rembrandt oğlunun ardından ancak bir yıl daha yaşayabildi. Son derece verimli olan Rembrandt hayatı boyunca 650 kadar eser yapmıştır. Onun kadar çok kendi portresini yapan başka bir ressam yoktur. Hayatının her devresine ait kendi portreleri vardır. Bunlarda Rembrandt, hayal kırıklığının her anını derinliğine inen kendi analizi ile tespit etmiştir. 60 kadar kendi portresi vardır. Geride 300 kadar taslak ve 2000 e yakın desen bırakmıştır. Stüdyosunda yıllarca bir çok ressam yetiştirmiştir.


Rembrandt denince akla resimde ışık-gölge sanatı gelir. Rembrandt ışık-gölgeyi özel bir tarzda, ifadenin bir vasıtası olarak kullanmıştır. Işık-gölgeyi İtalya’nın yetiştirdiği büyük ustalardan Caravaggio da özel bir tarzda kullanmıştı Bütün Avrupa ressamları üzerinde önemli tesirler yapan Caravaggio’nun eserlerini, dolayısıyla ışık-gölgeciliğini, uzun zaman İtalya’da kalan ve İtalyan sanatı tesirini hazmetmiş olan hocası Pieter Lastman vasıtasıyla tanımıştır. Işık-gölge arasındaki zıddiyetten resimlerinin esas konusu olan insanın ruhi durumunu ifadede faydalanmış ve bu gaye ile kullanmıştır. Rembrandt’ın resimlerindeki ışık çoğu zaman tek ve belirli bir kaynaktan gelmez, gökten yeryüzündeki bazı olayları aydınlatmak için gelen bir ilahi ışıktır bu.(…)

Rembrandt, ışık-gölge kontrastından faydalanarak çirkin de olsa gerçekleri değiştirmeden vermeyi sadece yağlı boya eserlerinde değil gravürlerinde de başarmıştır. Gayet kolay ve serbest çizgisi olan ve süratli çizimle çalışan sanatkâr bu teknikte çalışırken ince ince ve uzun zaman alan bakır kazıma veya tahta kesme tekniği yerine bakır levhanın balmumu ile kaplanıp bir iğne ile, daha sonra asitin tesiriyle istenen oyukları meydana getirecek olan çizim yolunu seçmiştir. Böylece, kendi çizim tarzına uygun, yani daha serbest elle ve süratli çalışabiliyordu. Bu teknikle yapmış olduğu çok sayıda eserleri vardır. Yaratıcı muhayyele gücünün akıcılığını basit bir sulu boya resmi (c. 1655-56, British Museum, Londra) bile ortaya koyar. Bu resimde kolları üzerinde abanarak uzanan kadın, çok az çizgi ve lekelerle yapılıvermiştir. Detaylar hakkında açık bir fikir vermek lüzumunu Rembrandt duymaz, göstermek istediğini en kısa yoldan seyirciye verir. Nitekim önceleri paletinde birbirine iyice karıştırarak kullandığı boyaları gittikçe daha büyük fırça darbeleri halinde yan yana sürüvermiş, çirkin de olsa göstermek istediği şeyi, tasvir etmek istediği ifa deyi bütün çıplaklığı ile resme geçirmiştir.

Onun en çok ilgisini çeken şey insanların iç dünyasını, iç gerilimini, yaşadığı ızdırabın kişide meydana getirdiği psikolojik yapısını tasvir idi. Pek güzel olmadığı halde, çirkin yanlarını hiç güzelleştirme çabası olmaksızın, olduğu gibi tesbit eden kendi portrelerinde, gençliğinden itibaren yaşadığı psikolojik durumunu kesintisiz olarak izlemek kabildir. Son derece samimi olan portrelerinde tabiatın bir görünüşünün çalışmasını yapıyor, etrafında dikkatini çeken şeylerin, kendi duyuları ve hayali üzerindeki izlenimini tesbit ediyor gibidir. Ölmeden bir yıl kadar önce yapmış olduğu, kendisini Democritus olarak gösteren portresinde (c. 1668, Wallraf-Richartz Museum, Köln) ressamı karşımızda yaşlı, büyük tecrübelere sahip, çok akıllı ve kaderin sillelerine gülümsiyerek bakabilecek kadar olgun bir filozof olarak buluyoruz. Kalın fırça darbeleriyle boyanmış portrede ışığın titrek kalitesi, kötü kaderiyle dengesini biraz kaybetmiş bir ifade de taşımıyor değildir.
Rembrandt resimlerinde göstermeyi ana gaye edindiği iç dünyayı ifade etmek için hiç bir zaman büyük jestler ve hareketlere gerek duymamıştır. Onun resimleri tiyatrovari ve yapmacıklı değil, samimidir. O, dini konuları da resmederken din kitaplarını okur fakat orada bahsi geçenleri kendi hayalinde yaşattığı gibi ele alırdı.


İncil’den alınan bir konuyu, Müsrif Oğlun Dönüşü (c. 1669, Hermitage, Leningrad) konusunu tasvir ederken Rembrandt’ın son yıllarında nasıl bir üslup noktasına vardığını görebiliyoruz. Burada artık ruh? derinlik ve duygunun şiddetinin ifadesi tasvirin ağırbaşlılığı ile en yüksek dereceye ulaşmıştır. Burada ne oğlun büyük hareketlerle babasına koşuşu, ne de babanın heyecanla karşılama hareketlerine rastlamıyoruz. Baba, önüne gelip, başını ona bağış lamasını rica eder tarzda dayayan oğlunu iki elini omuz ve sırtına koyarak tutuyor ve büyük bir olgunlukla aşağı doğru bakarak düşüncelere dalıyor. Yanlarında duran ve hafifçe yüzleri aydınlanmış, karanlık köşelerinden baba oğula bakan hizmetkarlar da olayın tesiriyle düşünceye dalmışlardır. Günahkar oğlun babasına dönüşü son derece duygulandırıcı ve insani bir şekilde yorumlanmıştır.


Rembrandt, o devirde Hollanda’da moda olan grup resimlerinde de çok başarılı olmuştur. Çok sayıda yapmadığı bu tür resimlerin en tanınmışlarından biri Prof. Tulp’un Anatomi Dersi’dir (1632, Mauritshuis, Hague). Rembrandt’ın Leyden’den Amsterdam’a yeni geldiği yıllarda aldığı bir sipariş üzerine yapmış olduğu bu eserde sekiz kişinin, belki de cerrahlar loncası mensuplarının portrelerini bir grup kompozisyonu içinde başarılı bir şekilde değerlendirmiştir. Tablonun konusu o devir Hollanda’sına oldukça yabancıdır. Meşhur cerrah Tulp, belki biraz sonra kesecekleri bir kadavra üzerinde ders vermektedir. Tabii büyüklükte tasvir edilen doktorların her biri son derece dikkat ve açıklıkla ve her halde asıllarına çok benzetilerek tasvir edilmişlerdir. Eserde figürlerin gözleri en dikkate değer taraflarıdır. Doktorların her birinin paylaştığı merakın şiddeti, onların dış görünüşleri arasındaki farkları büyük ölçüde değerden düşürmektedir. Pramidal kompozisyonun tek fonksiyonu birikmiş gerilimi toplama ve istenilen yöne sevketmedir.

Kumaşçılar Loncası Meclisi (1662, Rijksmuseum, Amsterdam) grup portresinde Rembrandt onları toplantı halinde iken ele almıştır. Bir masa etrafında toplananlar, seyircilerden biri tarafından yönetilen bir soru üzerine yüzlerini bize doğru çevirmişlerdir. Orada oturan başkan, masanın üzerindeki bazı evraka işaret ederek henüz soruyu cevaplandırmış bulunuyor. Fakat altı adamın da o soru üzerine ortak sorumluluklarından ötürü o anda kafasında aynı şey var. Bu onları birleştiriyor. Halbuki değişik karakter ve tabiatlarından dolayı, her birinin reaksiyonu farklı yüz ifadeleri, pozları ve hareketleri ile başka başka şekilde ortaya çıkıyor.

Rembrandt’ın ilgisini çeken bir şey de o devirde önemli bir ticaret merkezi olan Amsterdam sokaklarında doğudan, bilhassa Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen gemici ve tüccarların gözalıcı elbise ve kıyafetleri idi. Işıkta parıldayan doğu kumaşlarını tasvir etmek zevki için Rembrandt tablolarına doğulu figürleri, bilhassa Türk figürlerini koymuş, kendini bir çok defalar sarıklı, kaftanlı, Türk kıyafeti içinde tasvir etmiştir. Çok sıkıntılı bir hayat yaşayan Rembrandt’ın çok sayıda eserlerine Avrupa’nın hemen her müzesinde rastlanır. Nurhan Atasoy, Avrupa Sanatı


Usta Ve Atölyesi
Zeynep Oral
Amsterdam, yeryüzünün en güzel kentlerinden biri... Amsterdamlılar da “Kuzey”in en “Güney’lisi”... Yani en güleryüzlüsü, en sıcakkanlısı ve en dışa dönük olanı... Hollanda’yı tanımlayan sayısız slogandan biri de şu: “Yeryüzünde insan başına en çok müze düşen ülke...” ülke nüfusu 15 milyon, müze sayısı 700’ün üstünde!..
Yüzyılların kültür birikiminin kentin her köşesine sindiği ve bu birikimden yeryüzü vatandaşı olarak tad almadan durulamayan bir ortamda müze müze dolaşıyorum. Bosch’dan Van Gogh’a uzanan Amsterdam’daki müzeler gezimde (anılar, mutluluklar, güzellikler, sevinçler, çağrışımlar gezimde) dönüp dolaşıp kendimi Rijksmuseum’da buluyorum...
Geçen yılın sonlarıyla, bu yılın Mart ayı arasında yalnız Hollanda’nın değil, sanat dünyasının yüreği Amsterdam’daki Rijksmuseum’da attı.
Dünyada Rembrandt koleksiyonlarıyla en iddialı üç müzenin (Londra National Galery, Berlin Gemaldegalerie ve Rijksmuseum’ un) işbirliği, Hollanda, Almanya ve İngiltere hükümetlerinin desteğiyle, yeryüzüne dağılmış çeşitli Rembrandt eserleri bir araya getirildi ve dev bir sergi düzenlendi. Serginin adı “Rembrandt: Usta ve Atölyesi”... .Berlin, Amsterdam ve Londra’yı dolaşan bu sergi nedeniyle yayınlanan iki ciltlik katalog (biri Rembrandt’ın desenlerini, öteki us tanın ve atölyesinden çıkma yağlıboyaları içeriyor) en az sergi denli insanın soluğunu kesiyor.
(…)
Henüz Rembrandt sergisine girmeden, Rijksmuseum’un görkemli merdivenlerini, salonlarını geçiyorum. Ve tam sergiden önceki salon da, tek başına Rembrandt’ın “Yahudi Nişanlı” adlı eseri duruyor. Sergiye çağırır gibi...



Bir yüzyıl önceydi. Yıl 1885. Bir sonbahar sabahı. Genç bir adam Rijksmuseum’dan içeri girdi. Bu tablonun önüne oturdu. Akşam oldu. Müzenin kapanış saatinde, tablonun önünden zar zor ayrılan genç adam arkadaşına dönüp şöyle dedi: “Bu eserin önünde üç gün üç gece oturabilmek için, inan bana yaşamımdan on yılı seve seve verirdim.”
Rivayet böyle.

Genç adam Van Gogh’dan başkası değildi. Birkaç yüzyıl arayla bir Hollandalı bir başka Hollandalıya hayranlığını dile getiriyordu. Van Gogh’a göre, Rembrandt “yeryüzündeki hiçbir dilde sözcüklerle söylenemeyecek şeyleri söylüyordu.”

Sergiye girer girmez iki eserle büyüleniyorum: “Sanatçı Atölyesinde” ve “Sanatçının Gençlik Portresi”. Her ikisi de 1629’da yapılmış. 23 yaşındayken...

Sayısız otoportre ve portre yapan Rembrandt, henüz Amsterdam’a gelmeden önce, Leiden’da gerçekleştirdiği bu gençlik eserlerinde sonrakilerin ipuçlarını da veriyor:
Sanatçı kendisine uzaktan bakıyor. Modellerine de öyle bakacak (Sanki bir aynadan mı bakıyor?) Uzak, mesafeli.. .Ama bu uzaklık, bu “bakış” ve model arasındaki mesafe, gerçeği daha da gerçek kılmanın yollarından biri... Kendisi, kendisine poz vermiş gibi... Kendisi ya da modeli sanki sahnedeymiş gibi... Hele daha sonraki portreler de ve otoportrelerde kendisinin ya da modellerinin giydiği (giydirdiği) o şatafatlı “kostümleri” gördükçe bu “sanki sahnedeymiş gibi” duygusu iyice yerleşecekti içime (“Oryantal Giysili Adam”, “Zırhlı Adam”, “Kürk Şapkalı Adam” vb...)

Portrelerin peşine takılmadan önce bir geriye- dönüş: Leidenli bir değirmenci ve yulaf satıcısı Harmen Van Rijn’le fırıncının kızı Neeltje Willemsdochter’ın on çocuğundan dokuzuncusuydu Rembrandt (1606-1669), l925’e dek Poete Lastman’ın yanında “çıraklık” dönemini geçirecek, bu tarihte yine Leiden’de kendi atölyesini kurup, ilk öğrencilerine kavuşacaktı. l931’de Amsterdam’a taşınır, resim taciri Hendrizk Uylenburgh’un yanına yerleşip, kızı Saskia Uylenburgh’la evlenir. Bu evlilik onu ekonomik açıdan rahatlatır. Artık “Amsterdam vatandaşıdır.”

Rembrandt’ın yaşamıyla, “Modern kapitalizmin öncüsü” diyebileceğimiz Amsterdam’ın öyküsü arasında sıkı bir bağ var. Amsterdam kayıtlarına Rembrandt “Amsterdamlı tüccar” diye geçecekti. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü 17. yüzyılda Amsterdam’da herkes tüccar. Küçük ya da büyük, ama mutlak tüccar. Rembrandt orta boy “tüccarlardan”...
Kentteki yaşama biçimi, ekonomi politika, mimariyi, sanatları da etkiliyor: Kenti oluşturan o sıra sıra kanallar uzak Doğu’dan gelen malların kente ulaşabilmesi için; yapı ları belirleyen yüksek tavanlı han garlar, malların depolanması için, vb...

Descartes, Amsterdam için şöyle diyecekti: (1596-1630): “Bu kentte, benden başka herkes ticaretle öyle meşgul ki, yaşamımın geri kalan bölümünü kimse tarafından farkedilmeden özgürce geçirebilirim...

Tüccar sınıfının yükselmesi, bu insanların kendilerini ölümsüz kıl mak istemeleri, portre ressamlığını yaygınlaştıracaktı. Üstelik bu geliş meler (sömürgeler, Hollanda Batı Hint Ticaret Anlaşması, ticaretin altın yılları vb.) kiliselerin resim siparişinde azalmaya yol açacaktı.

Rembrandt’ın sürekli para sorunu var. Bu nedenle sık sık portre siparişleri alıyor (Hani neredeyse zor la!) Bu nedenle desenlerini açık artırmalara sokuyor, kimi zaman fiyatları yükseltmek için kendi satın alıyor... Bu nedenle, her ünlü ressam atölyesine on öğrenci alıyorsa, o elli öğrenci alıyor... Ve parasal açıdan biraz rahatladı mı, yaşama biçimini değiştiriyor (Amsterdam’  da kimi görkemli, kimi yoksul bir sürü ev dolaşıyorsunuz “Rembrandt’ın evi” diye diye...)

Bahtsızlıklar yakasını bırakmıyor: Doğan çocukları fazla yaşamıyor. Yalnız dördüncü çocuğu, Titus yaşayacak. Titus’un doğumundan bir yıl sonra karısı ölüyor. Karısının mirasından yararlanabilmek için sevdiği kadınlardan hiçbiriyle evlenemeyecek (Bunların ilki Titus’un evdeki bakıcısı Geertje Dircx. Rembrandt onu akıl hastahanesine kapattıracak. İkincisi, yine evdeki bir bakıcı: Hendricke Stoffles. Rembrandt’ın ondan bir kızı olacak.)
17. yüzyıl Amsterdam’ında yalnız ticaret değil her şey sıkı kurallara bağlı: Ressamların atölyelerin de usta-çırak ilişkilerinden, miras, evlilik, hangi mezhepten kim birlikte yaşayabilir vb... Rembrandt bu kurallara ve kanunlara uymaya çalışırken, sık sık cezalar ödemek zorunda kalacak, zaman zaman iflas edecek; oğlu dahil, tüm sevdiklerini yitirecekti. Rembrandt 63 yaşında öldüğünde, Amsterdam’da bilinmeyen bir yere gömülecekti...
“Temsil tutkusu”

Amsterdam’ın ve Rembrandt’ın yaşamı aklımda, sergide tablodan tabloya ilerliyorum. Bıraktığım yer den, portrelerden devam ediyorum.
Rembrandt, 1630’la 1640 arasın da altmış kadar portre yapmış. Tümünde modelleri görünmek istedikleri gibi görünüyorlar: Haşmetli, varlıklı, güçlü, ciddi, güvenilir, “ben buradayım” dermişcesine... “İç dünyalarını” değil, göstermek istediklerini gösteriyorlar. O uzaktan bakış, ayrıntıları daha da öne çıkarıyor. “Sahnedeymiş gibi”lik gelip içime yerleşiyor. Sanki onlar aynanın Öteki yanındalar.

Portrelerin yanı sıra ‘büyük sahneler”in önünden geçiyorum. Tarih, İncil, mitolojiden aldığı konuları, öyküleri ve sahneleri o güne dek hiç alışılmamış bir biçim de resmediyor Rembrandt. Konuyu, öyküyü çarpıcı bir biçimde (sanki) önce sahneye koyuyor. Röprodüksiyonlarını kaç kez gördüğünüz “Dokuma Loncası Üyeleri”, ‘Anatomi Dersi’ ni Balthazar’ın Ziyafeti”ni, “Gece Gezisi”ni düşünün... Poz vermişler, bir sahneden bize bakıyor o insanlar. Ve Rembrandt’ın büyücülüğü şu ki, bizim o “sahneye” bakışımızı renk kullanımıyla ışık kullanımıyla yönetiyor.



Belki de tiyatroya bunca yakınlığımdan, Rembrandt’ın o ünlü büyük eserlerine bakarken kendimi hep bir temsilde sandım. Rembrandt, o temsilin ışık tasarımcısı, ışık teknisyeni, spotları elinde tutan ve sahne üzerinde gezdirendi... Ve bunu yaparken sahnedeki her şeyi yeniden keşfediyordu... Sanki... Portreler, “Büyük sahneler”i yanı sıra! Çıplak... Rembrandt’ın ‘Çıplak’ ‘ları (“Banyo Yapan Kadın”, “Diana ve Callisto”, “Susanna ve Yaşlılar” ama özellikle ‘Yataktaki Genç Kadın”) çağırır gibi..

Burada çağıran tendir. O kadınların tenler ... Bir perdenin (yine tiyatro  perdesi) arasından belli belirsiz görünen, kumaş kıvrımlarının arasından fışkıran, sularla yıkanmış, ışığa bürünmüş, ışık saçan, gölgeyi örtünmüş, şehvetli, çağıran tenler... Bu çağrının nedeni o tenlerin dokusudur. Rembrandt’ın fırçasının yarattığı doku...

Bir resimden, ötekine geçerek, “Bugün bile sırları çözülmemiş tekniği”, “ışığın ve ışıksızlığın oyunlarını”,”gerçeği ve olasılıkları bir arada öneren dehayı”, “görülenin ardında görünmeyen ama hissedilen metafiziki”, yani yaratıcı gücü izliyorum.
Atölye
Bu yüzyılın başında Rembrandt’tan kalan eserlerin bin kadar olduğu söyleniyordu... l969’da sanatçının ölümünün 300. yıldönümünde bu sayı 630 diye belirlendi. O günden bu yana da sayı hızla azalıyor... Hayır, “ötekiler”, “sahte Rembrandt’lar” değildi. Yalnızca. Rembrandt ‘ın atölyesinden çıkma, bu atölyede çalışanların yaptıkları eserlerdi. Üstelik bu “ötekiler”in kimileri de Rembrandt imzalıydı. Bunda da şaşılacak bir şey yok.

17. yüzyıl Amsterdam’ında bir atölyeye giren öğrenciler, “Hoca”ları gibi resim yapmak zorundaydılar. Onun tekniğini benimsemek., onun işlediği konuları işlemek zorundaydılar. Bir atölyeden birbirinden çok da farklı eserler çıkamazdı. Ve çoğu kez Hoca’nın başladığı bir seri öğrenci bitirebilir, öğrencinin başlayıp Hoca’nın bitirdiği esere de bolca imzasını atabilirdi.

Amsterdam’daki serginin özelli ği hem Rembrandt’ın eserlerini hem de atölyesinden çıkma usta işi eserleri birbirleriyle karşılaştırarak, farklılıkları, benzerlikleri ortaya koyarak bir bütünü ortaya koyması.

1%8’de uzman ve bilim adamlarından oluşan bir kurul “Rembrandt Research Project” (RRP Rembrandt Araştırma Tasarısı), o gün bugün “Gerçek Rcmbrandt”ları, ötekilerden ayırıyor.
Örneğin Berlin Müzesi’nin övünç kaynağı “La Jaconde” la eş değerde tutulan “Altın Miğferli Adam’ ‘ın Rembrandt’ın olmadığı; New York’taki “Polonyalı Şövalye”nin ustanın elinden çıkmadığı anlaşıldı. Yüzyılın başında 13 Rembrandt eserine sahip olmakla övünen Londra’daki Wallace’ Koleksiyonu, bugün yalnızca tek Rembrandt’a (Oğlunun melankolik portresi “Titus” tablosuna) sahip olduğunu öğrenince büyük düş kırıklığına uğradı. Bir açık artırmada Sotheby’s, 14 milyon dolar fiyat koyduğu . Rembrandt eserinin Rembrandt değil atölyesinin olduğunu öğrenince, fiyatı 800 bin dolara düşürdü. vb...

Rembrandt Araştırma Projesi, işini 20. yüzyılın en gelişmiş teknikleriyle sürdürüyor:  radyografi ışınları, nötronların harekete geçirilmesi, kimyasal analizler.,.. Sergide bütün bu araştırma ayrıntılarla gösteriliyor: Hem Rembrandt’ın, hem bir öğrencinin tablolarını yapış süresini... İlk boya tabakasının vuruluşuyla, ikinci, üçüncü, dördüncü tabaka boyanın vuruluşu arasında geçen zamanı... Resmin yapılış sürecinde geçirdiği evreleri... Tek tek fırça darbelerini, bu darbelerdeki, hız, ağırlık, yoğunluk farklarını... Fırçayı tutan elin “hafifliğini”, “ağırlığını”.... Bütün bunları izleyebiliyorsunuz.

Sergide, “Gerçek Rernbrandt” ların azalışına tanıklık ederken, belki bugün hiç bilinmeyen ama gelecek kuşakların mutlak tanıyacakları 17. yüzyılın “yeni” ustalarını keşfediyorsunuz. Ve şölen, “Rembrandt: Usta ve Atölyesi” şöleni daha da büyük boyutlara ulaşıyor.
Milliyet Sanat Dergisi, 1985

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder