Hollanda’nın yalnız Barok devir için değil, bütün resim sanatı tarihinde yetiştirdiği en önemli sanatkâr Rembrandt Harmensz van Ryn’dır. Leyden’de bir değirmencinin oğlu olarak dünyaya gelen Rembrandt, Leyden Üniversitesi’nde bir yıl kadar kaldıktan sonra tahsilini ressam olmak için terketmiş, gelişmesinde daha önemli olan Amsterdam’a gitmiştir ve ziyareti altı ay sürmüştür. Burada Pieter Lastman ona İtalyan sanatının özelliklerini ve Caravaggio’yu tanıtmış, böylece hiç İtalya’ya gitmediği halde Caravaggio etkisini onun vasıtasıyla almıştır. Bu önemli fakat kısa ziyaretten sonra Leyden’de yaptığı çalışmalar artık onun ismini yavaş yavaş tanıtmaya başlamıştı.
1631-32 yılında, tekrar Amsterdam’a gitti. Orada sevgili karısı Saskia ile evlendi. Saskia, zengin bir asılzade olan Van Uylenborch’un kızı idi. Bu evlilikten sonra Rembrandt, sanat eserlerini topladığı bir eve sahip oldu ve şehrin en ünlü ressamı olarak itibar gördü. Ama ne yazık ki 1642 de taparcasına sevdiği karısı Saskia, geride Rembrandt’ı ve bir yaşındaki oğlu Titus’u bırakarak öldü. Bu sırada Gece Nöbeti adlı eseri de çok alışılmamış bir fikre dayandığı için beğenilmedi. Karısının ölümünün verdiği üzüntü ve Gece Nöbeti’nin beğenilmemesine ilâveten Rembrandt, karısının iyi bir miras bırakmış olmasına rağmen, 15 yıl kadar sonra, kendisini nerede ise hapse götürecek kadar borca da girmişti. Her şeyi, bütün malları, hatta resim koleksiyonu bile arttırma ile satıldı. Karısının ölümünden bir müddet sonra beraber yaşamaya başladığı Hendrickje onu ve oğlunu himaye etti. İlk karısı kadar sevgisini kazanan Hendrickje, onun en büyük desteği oldu. Küçük bir eve taşındı ve eskisi gibi şaşaalı yaşamak yerine mütevazi bir hayat sürmeye başladı. Bu yıllarda sosyete ile ilgisi de kesilen sanatkâr daha çok dini konulara döndü.
1662 de Hendrickje, 1668 de ise 27 yaşındaki oğlu Titus öldü. Rembrandt oğlunun ardından ancak bir yıl daha yaşayabildi. Son derece verimli olan Rembrandt hayatı boyunca 650 kadar eser yapmıştır. Onun kadar çok kendi portresini yapan başka bir ressam yoktur. Hayatının her devresine ait kendi portreleri vardır. Bunlarda Rembrandt, hayal kırıklığının her anını derinliğine inen kendi analizi ile tespit etmiştir. 60 kadar kendi portresi vardır. Geride 300 kadar taslak ve 2000 e yakın desen bırakmıştır. Stüdyosunda yıllarca bir çok ressam yetiştirmiştir.
Rembrandt denince akla resimde ışık-gölge sanatı gelir. Rembrandt ışık-gölgeyi özel bir tarzda, ifadenin bir vasıtası olarak kullanmıştır. Işık-gölgeyi İtalya’nın yetiştirdiği büyük ustalardan Caravaggio da özel bir tarzda kullanmıştı Bütün Avrupa ressamları üzerinde önemli tesirler yapan Caravaggio’nun eserlerini, dolayısıyla ışık-gölgeciliğini, uzun zaman İtalya’da kalan ve İtalyan sanatı tesirini hazmetmiş olan hocası Pieter Lastman vasıtasıyla tanımıştır. Işık-gölge arasındaki zıddiyetten resimlerinin esas konusu olan insanın ruhi durumunu ifadede faydalanmış ve bu gaye ile kullanmıştır. Rembrandt’ın resimlerindeki ışık çoğu zaman tek ve belirli bir kaynaktan gelmez, gökten yeryüzündeki bazı olayları aydınlatmak için gelen bir ilahi ışıktır bu.(…)
Rembrandt, ışık-gölge kontrastından faydalanarak çirkin de olsa gerçekleri değiştirmeden vermeyi sadece yağlı boya eserlerinde değil gravürlerinde de başarmıştır. Gayet kolay ve serbest çizgisi olan ve süratli çizimle çalışan sanatkâr bu teknikte çalışırken ince ince ve uzun zaman alan bakır kazıma veya tahta kesme tekniği yerine bakır levhanın balmumu ile kaplanıp bir iğne ile, daha sonra asitin tesiriyle istenen oyukları meydana getirecek olan çizim yolunu seçmiştir. Böylece, kendi çizim tarzına uygun, yani daha serbest elle ve süratli çalışabiliyordu. Bu teknikle yapmış olduğu çok sayıda eserleri vardır. Yaratıcı muhayyele gücünün akıcılığını basit bir sulu boya resmi (c. 1655-56, British Museum, Londra) bile ortaya koyar. Bu resimde kolları üzerinde abanarak uzanan kadın, çok az çizgi ve lekelerle yapılıvermiştir. Detaylar hakkında açık bir fikir vermek lüzumunu Rembrandt duymaz, göstermek istediğini en kısa yoldan seyirciye verir. Nitekim önceleri paletinde birbirine iyice karıştırarak kullandığı boyaları gittikçe daha büyük fırça darbeleri halinde yan yana sürüvermiş, çirkin de olsa göstermek istediği şeyi, tasvir etmek istediği ifa deyi bütün çıplaklığı ile resme geçirmiştir.
Onun en çok ilgisini çeken şey insanların iç dünyasını, iç gerilimini, yaşadığı ızdırabın kişide meydana getirdiği psikolojik yapısını tasvir idi. Pek güzel olmadığı halde, çirkin yanlarını hiç güzelleştirme çabası olmaksızın, olduğu gibi tesbit eden kendi portrelerinde, gençliğinden itibaren yaşadığı psikolojik durumunu kesintisiz olarak izlemek kabildir. Son derece samimi olan portrelerinde tabiatın bir görünüşünün çalışmasını yapıyor, etrafında dikkatini çeken şeylerin, kendi duyuları ve hayali üzerindeki izlenimini tesbit ediyor gibidir. Ölmeden bir yıl kadar önce yapmış olduğu, kendisini Democritus olarak gösteren portresinde (c. 1668, Wallraf-Richartz Museum, Köln) ressamı karşımızda yaşlı, büyük tecrübelere sahip, çok akıllı ve kaderin sillelerine gülümsiyerek bakabilecek kadar olgun bir filozof olarak buluyoruz. Kalın fırça darbeleriyle boyanmış portrede ışığın titrek kalitesi, kötü kaderiyle dengesini biraz kaybetmiş bir ifade de taşımıyor değildir.
Rembrandt resimlerinde göstermeyi ana gaye edindiği iç dünyayı ifade etmek için hiç bir zaman büyük jestler ve hareketlere gerek duymamıştır. Onun resimleri tiyatrovari ve yapmacıklı değil, samimidir. O, dini konuları da resmederken din kitaplarını okur fakat orada bahsi geçenleri kendi hayalinde yaşattığı gibi ele alırdı.
İncil’den alınan bir konuyu, Müsrif Oğlun Dönüşü (c. 1669, Hermitage, Leningrad) konusunu tasvir ederken Rembrandt’ın son yıllarında nasıl bir üslup noktasına vardığını görebiliyoruz. Burada artık ruh? derinlik ve duygunun şiddetinin ifadesi tasvirin ağırbaşlılığı ile en yüksek dereceye ulaşmıştır. Burada ne oğlun büyük hareketlerle babasına koşuşu, ne de babanın heyecanla karşılama hareketlerine rastlamıyoruz. Baba, önüne gelip, başını ona bağış lamasını rica eder tarzda dayayan oğlunu iki elini omuz ve sırtına koyarak tutuyor ve büyük bir olgunlukla aşağı doğru bakarak düşüncelere dalıyor. Yanlarında duran ve hafifçe yüzleri aydınlanmış, karanlık köşelerinden baba oğula bakan hizmetkarlar da olayın tesiriyle düşünceye dalmışlardır. Günahkar oğlun babasına dönüşü son derece duygulandırıcı ve insani bir şekilde yorumlanmıştır.
Rembrandt, o devirde Hollanda’da moda olan grup resimlerinde de çok başarılı olmuştur. Çok sayıda yapmadığı bu tür resimlerin en tanınmışlarından biri Prof. Tulp’un Anatomi Dersi’dir (1632, Mauritshuis, Hague). Rembrandt’ın Leyden’den Amsterdam’a yeni geldiği yıllarda aldığı bir sipariş üzerine yapmış olduğu bu eserde sekiz kişinin, belki de cerrahlar loncası mensuplarının portrelerini bir grup kompozisyonu içinde başarılı bir şekilde değerlendirmiştir. Tablonun konusu o devir Hollanda’sına oldukça yabancıdır. Meşhur cerrah Tulp, belki biraz sonra kesecekleri bir kadavra üzerinde ders vermektedir. Tabii büyüklükte tasvir edilen doktorların her biri son derece dikkat ve açıklıkla ve her halde asıllarına çok benzetilerek tasvir edilmişlerdir. Eserde figürlerin gözleri en dikkate değer taraflarıdır. Doktorların her birinin paylaştığı merakın şiddeti, onların dış görünüşleri arasındaki farkları büyük ölçüde değerden düşürmektedir. Pramidal kompozisyonun tek fonksiyonu birikmiş gerilimi toplama ve istenilen yöne sevketmedir.
Kumaşçılar Loncası Meclisi (1662, Rijksmuseum, Amsterdam) grup portresinde Rembrandt onları toplantı halinde iken ele almıştır. Bir masa etrafında toplananlar, seyircilerden biri tarafından yönetilen bir soru üzerine yüzlerini bize doğru çevirmişlerdir. Orada oturan başkan, masanın üzerindeki bazı evraka işaret ederek henüz soruyu cevaplandırmış bulunuyor. Fakat altı adamın da o soru üzerine ortak sorumluluklarından ötürü o anda kafasında aynı şey var. Bu onları birleştiriyor. Halbuki değişik karakter ve tabiatlarından dolayı, her birinin reaksiyonu farklı yüz ifadeleri, pozları ve hareketleri ile başka başka şekilde ortaya çıkıyor.
Rembrandt’ın ilgisini çeken bir şey de o devirde önemli bir ticaret merkezi olan Amsterdam sokaklarında doğudan, bilhassa Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen gemici ve tüccarların gözalıcı elbise ve kıyafetleri idi. Işıkta parıldayan doğu kumaşlarını tasvir etmek zevki için Rembrandt tablolarına doğulu figürleri, bilhassa Türk figürlerini koymuş, kendini bir çok defalar sarıklı, kaftanlı, Türk kıyafeti içinde tasvir etmiştir. Çok sıkıntılı bir hayat yaşayan Rembrandt’ın çok sayıda eserlerine Avrupa’nın hemen her müzesinde rastlanır. Nurhan Atasoy, Avrupa Sanatı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder