Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Resmin sahte ikilemi:soyutlama ya da gerçek(1953)

Henry Maldiney

Soyutlama sanatın yaşamsal edimidir.

Her büyük sanatın temelinde her zaman, Cézanne 'ın, E. Bernard'a şu sözlerle olabildiğince yakın olarak açıkladığı o tarif edilemez ilk temas vardır: "Doğarken birlikte getirdiğimiz o belirsiz duyuları ifade etmeye çalışmayı sürdürüyorum." Her türlü nesnellikten önce dünya ile iletişim kurmamızı sağlayan bu temel ve belirsiz duyular, günlük yaşamın zorunlulukları yüzünden, çok kısa sürede açıklığa kavuşturulup düzeltilir; çünkü günlük yaşam, iyice belirlenmiş, birbirinden farklı, bizi özünde dünyaya bağlayan her türlü duygulanım'dan özenle arındırılmış nesnelere dayanma gereğini duyar.

Biz, bu duyulardan nasıl'ı atıp ne'yi koruduk. Bakışımızı üzerine çevirdiğimiz şu renk, şu ışık bundan böyle, bir nesneyi ya da günün belli bir saatini belirlememizi sağlayan yansız bir nitelik değildir. Bundan böyle, dünya ile birlikte yaşama tarzlarından biri değildir. Ne var ki Cézanne için böyleydi. Bunu kanıtlamak için, Cezanne'ın arabacısının, Gasquet'nin aktardığı biçimiyle, getirdiği tanıklığa başvurmak istiyorum yalnızca:

"Cézanne, arabacısının anlattığına göre, yapacağı resme konu olacak yere giderken, çoğu kez arabanın içinde birden doğrulup adamın kolunu yakalıyor ve ona şunları söylüyordu: "Şuraya bakın... şu mavilere, çamların altındaki şu mavilere bakın, şuradaki buluta bakın.' Kendinden geçmiş durumda ışıl ışıl parlıyordu; ötekine gelince, onun için hep aynı kalan ağaçlardan, gökyüzünden başka bir şey fark etmemekle birlikte, o da içini belli belirsiz bir gücün, bir heyecanın kapladığını itiraf ediyordu bana; ve bu heyecan ona, ayakta duran, yüzü değişmiş, ellerini omzuna kenetlemiş ve içi o gördüklerini kutsayan bir gerçekle dopdolu Cezanne'dan geçiyordu."

Cézanne, nesneleri örten örtüyü yırtıp atmıştı. Gördüğü şey ağaçlar değildi artık. O mavi, bir dünyanın perdesini kaldırmıştı, öyle ki, onun tuvalleri aracılığıyla biz o dünya ile iletişim kurabilirdik. Bu bizim, onun da alışık olduğu, alışkanlıklar dünyamızın berisinde bir dünyadır, insan-öncesi bir dünya.

Cézanne, "Dünyanın bakireliğini resmetmek istiyorum" demişti. Ne var ki bakir -insan elinin, kızlığını henüz bozmadığı- dünya, Cézanne'ın gözlerinin önünde bir imge olarak sere serpe uzanmış değildir. Kendini ona yalnızca o benzersiz mavi duyulanımıyla verir. Ve ressamın sonradan yapacağı tüm çalışma, o maviyi somut biçimde ortaya çıkarmak, onu bir evren işlevini üstlenecek bir yapıta dönüştürmek olacaktı. Oysa henüz sanal durumda, o belirsiz duyuların kutbu olan ve bu duyuların içinde kendini bir üslup olarak muştulayan dünyanın bir evren olarak somutlaşabilmesi için, söz konusu duygulanım anında bile kendini kararsız biçimde ortaya koyan bu üslubun, belirli bir mekân içinde bedene dönüşmesi gerekir. Ve üsluba değgin bu mekân, eylemin boş ve homojen mekânından ya da onun düzlemsel imgesinden, onun içinde, o mekâna özgü nesnelerin betimlenebilir nesneler olarak kurgulanmasından başka bir şey olamaz.

Ressam böylelikle, şeylerin önünde duran kişi değil, onların içerdiği gerçeklikle iletişime giren kişidir. Bu gerçeklik bir nesne değildir. Gerçekten iletişim kurulan, kendisine 'O' denmeyip, 'Sen' diye hitap edilen insan varlığının da bir nesne olmayışı gibi. Nesnelleştirme iletişimi yok eder. Bir varlığın tanımlamasını yapar yapmaz, o varlık bizim için bir izleğe (temaya) dönüşür dönüşmez, ona olan sevgimiz bitmiş olur, onu artık dışa açık bir olasılıklar bütünü olarak anlamaz oluruz. Aynı biçimde, şeyler nesneler olarak izlekleştiği anda onlarla aramıza bir mesafe girer, kendi içlerine çekilirler. Artık sanat yapmanın olanağı kalmaz.

Masanın üzerinde bir gül demeti var. Bonnard anlatıyor:

"Onu doğrudan, titizlikle resmetmeye çalıştım, ayrıntılarda boğuldum, gülleri resmetmeye bıraktım kendimi. Bocaladığımı, işin içinden çıkamadığımı gözlemledim. Yitirmiştim, başlangıçtaki düşüncemi, beni baştan çıkaran, kandıran görüşü, çıkış noktamı bulamıyordum. Beni baştan çıkaran o ilk şeyi bulduğumda, bunları yakalayabilmeyi ümit ediyorum."

Bu ilk kanış, Cézanne'ın belirsiz duygulanımlarının benzeridir. Gasquet'ye şunları anlatır: "Bilirsiniz, Flaubert Salambo'yu yazdığında, her şeyi erguvan kırmızısı gördüğünü söylüyordu. Ben de Tespih Çeken Yaşlı Kadın'ı yaparken, bir Flaubert tonu görüyordum: bir atmosfer, tanımlanamayan bir şey, Madame Bovary'den yayıldığını sandığım mavimsi kızıl bir renk. Bir an için tehlikeli ve çok yazınsal bulduğum bu saplantıdan kurtulmak için Apulee'yi okumamın bir yararı olmadı. Hiçbir şey değişmiyordu, o baskın kızıl mavi üzerime geliyordu, ruhumu dolduruyordu. Bütünüyle onun içinde yüzüyordum."
Bu görüşün yoksulluğu bizi şaşırtmasın. Böyle bir renk nesneler dünyasında rastlanan bir renk değildir.



Van Gogh kendini ayçiçeklerinin resmini yapmaya vermeseydi, 1888 yazındaki o güçlü sarı tutkusunu, kendi deyişiyle, onu yediği darbeye biraz olsun dayanmaya zorlayan o tutkuyu yaşamayacaktı. Bu renk, bu kanış ya da bu tutku, Evren'in insana, insanın da Evren'e o zamana kadar görülmemiş bir derinlikte açılmasını sağlayan anahtardır. Her şeyiyle tamamlanmış bir dünya, 'kendinde' bir dünya yoktur. Gerçek denen şey, bizim dünya ile oluşturduğumuz çifttir. Ve bizim dünya üzerindeki varlığımız, tüm davranışlarımızın, tüm yargılarımızın temelini oluşturur. Tüm algılamalarımızı harekete geçirip onlara tonunu veren odur. Ressama bakış üslubu kazandıran, onun görüş odağını oluşturan odur.

Sanatçı, nesneleri algılamaz; o, belirli -benzersiz ve evrensel- bir ritme duyarlıdır ve şeylerle rastlaşmasını bu ritimle görür ve nesneleri, yeterince hafif oluncaya, ağırlık duygusundan yeterince arınıncaya kadar, böylelikle de Nietzsche 'nin dediği gibi, dansa katılıp saf genç kız adımlarıyla bize yaklaşıncaya kadar kemirip aşındınr. Soyutlamanın gerçek anlamı işte budur. Sanatçı, soyutlama ile yalnızca bunu, dansa katılabilecek olanı, bu ritimle titreşime girebilecek olanı Gerçek Olan'ın onuruna yüceltir.

Soyutlama yapmak, heyecan duyabilecek ve ritimli olarak devinebilecek öğeleri, ritimden yoksun eylem dünyasından çekip çıkarmaktır.

Soyutlama modern bir buluş, bir seçim değildir. Sanat'ın yaşamsal edimidir; görüş.alanının içselleştirilmesini ve aşılmasını sağlayan gücü temsil eder, ki bu olmaksızın sanat da varolamaz. Ve Jean Bazin, "soyutlama, yapıtın dış gerçekliğe az ya da çok benzer oluşuyla değil, dış gerçekliği içine alan ve varlığın saf ritimsel motiflerine kadar uzanan bir iç dünya ile bağımlıdır” demekte haklıdır. Çağımızın, söylediğimiz nedenlerle, günlük görünüşlerden ve evcilleştirilmiş yaşamdan uzaklaşması, dünyadan kaçmak için değil, bunları, ilksel ortak varlığımızın ve ortak özümüzün kanıtı olacak başka bir düzeyde yeniden bulabilmek içindir.

Sonuçta, soyutlama denen şey nedir? Ritmin, içinde somutlaştığı biçimler üzerindeki dönüştürücü ve aydınlatıcı etkisidir. Bu biçimler, pratik görüşe ilişkin ilk niteliklerinden yavaş yavaş uzaklaşarak, ritmin onlara kazandırdığı daha özsel niteliklere bürünüp -ikinci kez doğarak- yeniden ortaya çıkar. Daha da iyisi; bu biçimler, ritmin arındırıcı etkisiyle, ifade etmeleri gereken aşkın dünyaya, ilk duygulanımın içinde üslup olarak varolan o dünyaya uyarlanır, ayak uydurur.

İster bir omzun, ister bir yamacın eğiminde yer alsın, gerçek olanın belirli etkin odaklarını seçmek ve bunların derin iletişimini yakalamak -ve bunu onların evcil dünyasında yer alan önceden görülmüş olan'ın, önceden bilinen'in çizgisinde değil, tüm dünyanın kalbinin attığı noktada yakalamak- ve bunu etkili olan tek biçimde, ritimsel kipte yapmak, Soyutlama'nın temel görevi işte budur: her şeyi, kendi üslubuna doğru aşmasını sağlayarak kendiyle buluşturmak, kendine teslim etmek.

Gerçeklik, bizi çevreleyen nesnelerin toplamı değildir. Daha temel bir düzeyde yer alır ve Gerçeklik'in şaşırtıcılığını oluşturan, söz konusu temel şeyin günlük yaşamda patlama yaparak ortaya çıkışıdır. Gerçek olan, her zaman, bizim beklemediğimiz şeydir. Dolayısıyla, soyutlama, belirli bir dünyayı değişime uğratmaksızın yok etmek ya da söylendiği gibi, biçimini bozmak değildir; biçimini değiştirmek, bir şey anlatan biçimlerin yerine, bir şey söyleyen biçimleri koymaktır. Anlatmasını seven kadınlar gibi, günlük dünyanın önemli önemsiz her olayını anlatmayı seven biçimler vardır. Dünyanın ve bizim birlikte kendi derinliklerimize doğru yöneldiğimiz aşkın gerçekliği söyleyen biçimler yaratmak gerekir. Soyutlama, yaratmanın bir başka adıdır.

Sanat Yapıtı-Beatrice Lenoire- Çeviren: Aykut Derman- Yapı ve Kredi Yayınları





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder