Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Rubens, Pieter Paul


Pieter Paul Rubens (1577-1640)
Kuzey sanatının büyük ustalarından biri Pierre - Paul Rubens, otuz yıllık sanat yaşamı boyunca, insan vücudunun olağan görüntüsünü, barok düzenlemeler ve kahramanlığa ilişkin bir şiirsellikle işleyerek, yalnız Flaman sanatının yönünü çizmekle kalmamış, kendisinden sonra gelen sanatçılar üzerinde de açık seçik izler, etkiler bırak. iniş bir ressamdı.

1577 yılının 28 temmuz günü Westfalya eyaletinin Siegen kentinde dünyaya gelmişti. Brueghel, Michelangelo ve Titien, onun doğumundan kısa bir süre önce ölmüşlerdi. Venedik’in renkçi ustalarından Veronese, yaşamının son yıllarındaydı. Anvers’li bir hukukçu olan Rubens’in babası, Protestanlığı kabul, ettiği için, yurdunu bırakmak, önce Köln’e, sonra da Rubens’in doğum yeri olan Siegen’e yerleşmek zorunda kalmıştı. Rubens çok küçük bir yaşta iken yeniden Köln’e dönen babası, 1587’de yurdundan uzak kalmış, amaçlarını gerçekleştirememiş bir insanın kırgınlığı ve küskünlüğü içinde orada ölmüştü. Rubens’in ilk çocukluk yılları bu kentte başlıyor, sonra annesi birlikte Anvers’e geçiyorlar. Annesi küçük Rubens’i bir Latin okuluna yazdırarak onun Katolik esaslara da bir din eğitiminden geçmesi için bütün olanaklarını kullanıyor. Rubens bu okulda bir yandan dine bağlı hümanistlerin derslerini ilgiyle izliyor, öte yandan büyük bir tutkuyla bağlı olduğu resim çalışmalarına yöneliyor. Önce Verhaecht’in sonra da bir maniyerist olan Van Noort’un atölyelerinde ilk resim derslerini alıyor, çok sayıda eskiz çiziyor, resmin alfabesini öğreniyor. Ama, onun bu ilk resim dersleri sırasında en fazla etkilendiği ressam Anvers’li Otto Vaenius’tur. Venedik okulu ışık-gölge tekniğine, görüş ve ilkelerine bağlı bir sanatçıydı Vaenius. Öğrencisinin de bu ilkelerin ışığı altında yetişmesi ve onyedinci yüzyıl başında İtalya’ya giderek güneyin büyük ustalarını yakından tanıması yolunda, hazırlayıcı bir etkisi olmuştu. 0 zamanın Flaman ressamları, genellikle sanatın gizlerini ve temel ilkelerini öğrenmek için, İtalya’ya giderek orada büyük sanatçıların atölyelerinde bir süre çalışmanın gereğine inanmışlardı. Nitekim Rubens de yirmiüç yaşında İtalya’nın ‘yolunu tutarak, önce Venedik’e, oradan Floransa ve Roma’ya geçecek, oralarda ilk eskizlerini yaptığı Padua’lı ressam Mantegna’yı, Michelangelo’yu, Titien’i, Caravacciyo’yu yakından tanıma ve inceleme olanağı bulacak, Mantua’ya giderek Dük Vincenzo Gonzaga’nın yanında saray ressamı olarak çalışacaktır.

Sanatçıları koruyan ve gözeten dük, Rubens’in sanatına kısa zamanda hayran olmuştur. Onu, yirmi beş yıl sonra tekrar gideceği Madrid’e yollar ilk kez. Orada da Rubens’in karşısına çıkan, Venedik res samlarıdır. 1608’de yeniden memleketine, Anvers’e dönünceye kadar, Roma ve Cenova’da, kiliselerdeki dinsel konulu resimleri uzun uzun inceleyecek, bir çok kopyalar yapacak ve bu yapıtlarında özellikle kuzey geleneğini, İtalyan sanatının erişilmesi güç güzelliğiyle bağdaştırmaya çalışacaktır. Bugün “Hopitel de Grasse”ta bulunan “Dikenli Taç Giydirilmiş İsa” ile Anvers Müzesi’ndeki “İsa’nın Vaftizi” yapıtlarında Michelangelo, Caravaggio ve Caracci gibi ressamların etkileri görülür.

1604’te dük için yaptığı “Transfiguration”da da, gene İtalyan Rönesans sanatçılarının izleri seçilir Venedik ustalarından öğrendiği renk bilgisiyle, Michelangelo ve Raphael gibi Rönesans öncülerinden öğrendiği desen ve kompozisyon bilgisini, bu yapıtların da birleştirmiştir Rubens. Mantua’da Cizvit, Cenova’da San Ambrogio ve Fermo, Roma’da SantaMaria in Vallichella kiliseleri için yaptığı resimler de, İtalya’da geçen bu sekiz yıllık çalışmaların ürünleri arasındadır.


Rubens, 1609’da Anvers’e dönmüş ve aynı yıl ilk eşi olan İsabelle Brandt’la yaşamını birleştirmiştir. Aynı yıl yaptığı ve eşiyle kendisini bir arada gösteren resim, mutluluk yıllarının başlangıcında durur. 1611’de yerleştiği evini, antik koleksiyonlardan,
İtalyan ressamlarının tablolarından, çağdaşı Flaman ressamlarından derlediği resimlerle süsler Rubens.
1939-1946 yılları arasında onarılan bu ev, sonradan müzeye dönüştürülmüş ve Anvers kentinin sayılı yapıları arasına girmiştir. Anı evde, Rubens’in o yıllarda kurduğu özel bir atölyesi de vardır. Bu atölyede, başta A. van Dyck olmak üzere sayısız ressam çalışmıştı. Atölyede türlü konulara aynı anda başlanıyor, Rubens başlangıca ilişkin ilk önerilerini yapıyor, bir tablo birçok kişinin ortak çalışması sonunda tamamlanıyordu. Kuzeyde ve İtalya’da izlenen atölye geleneği de, böyle bir koşulu gerekli kılmaktaydı. Bu atölyeden altı yüzü Rubens’e ait olmak üzere üç bine yakın resmin çıktığını yazıyor eldeki belgeler. Barok üslubun gereklerine uygun bir yol izlenmekteydi.
Artık klasik Rönesans’ın simetriye ve geleneksel kompozisyon düzenine dayanan şeması kırılıyor, sakin duruşlu figürlerin yerini, hareketli ve dinamik vücutlar alıyordu. Işık-gölge, kompozisyonun barok görünümü içinde, temel öğelerden biri ve başlıcasıydı. Gizemli ışık, kırık tonlu koyu gölgeler, gerilim ve heyecan izlenimini son noktaya ulaştırıyor; geleneksel konu yaklaşımları aşılıyor, üstün kahraman ilkesi ve dinsel kurallar, yeni bir sanat anlayışının doğrultusunda eski önemini yavaş yavaş yitiriyordu. Dinsel konulu figürlerde bile, dünya beğenilerine uygun bir yöntem egemenliğini duyurmaktaydı. Rubens de antik konuları işlerken, boğumlu ve iri kadın vücutlarını çekinme den resmine alıyordu. Yaşayan varlıklardan gözünü ayırmıyor, klasik güzelliğin doruklaştırdığı sanat biçimlerine fazlaca ilgi duymuyordu...
Avrupa’nın değişen toplumsal ve siyasal görüntüsüyle, Rubens ve çağdaşlarının ürettikleri yeni sanat biçimleri arasında doğal benzerlikler bulunuyordu. Anvers’i, Roma’dan sonra Avrupa’nın ikinci büyük sanat merkezi haline getiren eğilimler arasında, kuşku yok ki Rubens’in büyük katkısı ve rolü olmuştur. Onun tablolarında çokça yer alan tombul yapılı melek figürleri, antik kahramanları, kuzeye özgü bir duyarlık taşımasının, barok üslüpla kaynaşan ilginç görüntüleridir. Eleştirmen Taine, haklı olarak, sanatçının başarısının ve beğenisinin, içinde yaşadığı çevrenin alışkanlıkları ve duygularıyla atbaşı gittiğini savunuyor ve bu konuda Rubens’in kişiliğini de belirtmiş oluyordu. Bir sütnineyi andıran Meryem’ler, iriyarı Judith’ler, acar Minerva’lar, şakacı ve çapkın Paris’ler fizikötesi ve antik konuların, Rubens’te yansıyan başlıca görüntüleridir bu bakımdan.


Rubens’in kompozisyon gücü, birçok tabloları gibi, 1615’te yaptığı “Leucippus’un Kızlarının Kaçırılması” tablosunda da görülebilir. Kadın vücudunun Rubens gözüyle güzelliğini yansıtan bu resimde, tek bir vücut halinde yoğrulmuş grup, anıtsal bir heykel görünüşüyle karşımıza çıkar. Karşıt hareket öğeleri, tabloyu, izleyicinin gözünde canlı bir kompozisyon haline sokar. Aynı özellikleri; 1620 yılına doğru yaptığı ve şimdi birçok, başka Rubens’ler gibi Münih’deki eski Pinakotek’te bulunan “Mahşer’ tablosunda da açıklıkla’ görebiliriz.

Sürekli çalışan bir sanatçıydı Rubens; bütün bir gün aralıksız resim yaptığı oluyordu. Sık sık sipariş alıyor, bunları zamanında yetiştirmek için olağanüstü bir güç harcıyordu. Dinsel konuların yanı sıra, yaşamının son dönemlerine doğru din-dışı (profane) konular, geniş bir yer tutmaya başlamıştı. Aslan, hipopotam ve timsah aylarını gösteren birçok resmi, aşağı yukarı bu döneme rastlar. Mitolojik ve dinsel konular gibi, egzotik beğeniye bağlı bu tür resimlerinde de, güçlü bir sanatçı olarak kendini gösterir. Felemenk kiliseleri kadar, Paris, Madrid, Londra ve Alman kentlerinin birçoğu da, ona, yaraşır biçimde kapılarını açıyorlardı. Eşi Isabelle Brandt’ın öldüğü 1626 ile 1630 yılları arasında Rubens, Avrupa’yı; İngiltere ve İspanya’yı dolaşan bir diplomattır. Elli üç yaşında ikinci eşi Helene Fourment’la evlenir. Bir halı tüccarının on yedi yaşında genç ve güzel bir kızıdır Helena Fourment. Birçok tablosuna modellik yapmış olan bu kadının, şimdi Viyana Müzesi’nde bulunan boylu portresi, Rubens’in Ünlü tabloları arasında yer almaktadır.


Rubens, ölümünden beş yıl önce, Anvers’e birkaç saat uzaklıktaki Elewyt’te Steen şatosuna çekildi ve yaşamının son dönemini burada manzara resimleri yapmak, doğayı incelemekle geçirdi. Köylü dansları ve kır eğlencesi gibi bazı pastoral resimler, bu dönemin ürünleridir. Kazanç amacından çok, kendi beğenisini ön planda tutan çalışmalardır bunlar. Ailesinden kişilerin portreleri de bu resimler arasında sayılabilir. Sürekli çalışma, araştırma ve incelemeyle geçen hareketli bir yaşam, 30 mayıs 1640’ta, Anvers’te son buldu. Ölümünden sonra büyük bir tören düzenlendi ve Anvers’teki St. Jakobs kilisesinde özel olarak hazırlanan bir yere gömüldü. Flaman sanatının gözde ressamı Rubens, kuzeyde barok sanatın öncülerinden biri olarak, kendisinden sonra gelen kuşaklara yeni görüş ufukları açmış ve batı sanatının, doruk noktalarından birine ulaştırmıştır. Van Dyck ve Jordaens gibi doğrudan doğuya kendi atölyesinden yetişenlerin yanı sıra, Watteau ve Delacroix gibi yenilik resminin kişiliklerini de etkilemekten geri kalmamıştır. Hatta daha ileri giderek Ensor’da biçimlenen anlatımcı resmin geleceğinde ve romantik şiirsel üslupta da, Rubens’in belli bir payı bulunduğu öne sürülebilir.
Kaya Özsezgın, Milliyet Sanat Dergisi, 1977

Carracci ve Caravaggio çağının Roma ortamıyla sıkı ilişki kuran tek kuzeyli sanatçı Felemenkli Pieter Paul Rubens oldu. Rubens, yaklaşık Guido Reni’nin yaşındaydı ve Poussin’le Claude’dan bir önceki kuşaktandı. Roma’ya 1600 yılında geldiğinde, belki en duyarlıklı, her şeye en açık çağ olan yirmi üçündeydi.

Sanata ilişkin birçok tartışmaya katılmış, yalnız Roma’da değil, Cenova ve Mantova’da da, eski-yeni bir sürü yapıt incelemiş olmalıdır. Keskin bir ilgiyle dinliyor ve öğreniyordu. Ama hiç bir “akım” veya kümeye katılmışa benzemiyor. Yüreğinde, hep bir Felemenk sanatçısı olarak kalmıştı. Van Eyck, Rogier van der Weyden ve Bruegel gibi, hep nesnelerin renk renk yüzeylerini sevmiş ve bir kumaşın dokusunu veya derinin pürtüklüğünü ifade etmek, kısacası, gözün yakalayabildiği her şeyi elverdiğince aslına uygun olarak resmetmek için her aracı deneyen ressamların ülkesindendi. Bu ressamlar, İtalyan meslektaşlarına bunca sevimli’ gelen kural ve örnekleri önemsememişler ve soylu konulara pek öyle ilgi duymamışlardı. Rubens, bu geleneğin içinde büyümüştü. İtalya’da oluşan yeni sanata duyduğu hayranlık; ressamın görevini, “nesnelerin yaşayan, sonsuz güzelliği karşısındaki hazzı ileterek, kendini çevreleyen dünyayı resmetmek, ne hoşuna gidiyorsa onu resmetmek olduğu” sayan temel görüşünü sarsmışa benzemiyor. Carracci’nin ve Caravaggio’nun sanatları bu yönsemeyle çelişmiyordu. Rubens; Carracci ve okulunun; öyküleri, klasik söylenceleri diriltiş biçimine, inançlıların eğitimi için görkemli sunak tabloları yaratış yöntemine hayran kalıyordu. Ama aynı zamanda Caravaggio’nun doğayı yansıtmadaki ödünsüz içtenliğine de hayrandı.

Rubens, 1608’de Anvers’e döndüğünde, öğrenilecek ne varsa öğrenmiş otuz bir yaşında bir sanatçıydı.

Fırça ve boya kullanımında, figürleri ve giysileri sıralamada ve geniş boyutlarda kompozisyonlar yaratmada, Alplerin kuzeyinde rakibi olmayacak denli ustalık kazanmıştı. Kendinden önceki Felemenk ressamları çoğunlukla küçük boyutlu resimler yapıyorlardı. Rubens, kiliselerin ve konakların süslenmesi için geniş tuvale eğilimi getirdi Italya’dan. Prenslerin ve kilise adamlarının hoşuna gitti bu. Rubens, figürleri büyük ölçüde bir araya getirme ve bunların etkisini vurgulamak için ışıktan ve renklerden yararlanma sanatını öğrenmişti.


Yukarıdaki resimbir Anvers kilisesinin büyük sunağı için yapılacak bir tablonun taslağıdır. Hem Rubens’in kendini önceleyen İtalyanları nice incelediğini, hem de onların görüşlerini ne denli bir atılganlıkla geliştirdiğini göstermektedir. Bir kez daha Wilton House Ikilisi, Bellini’nin Meryem’i veya Tiziano’nun PesaroMeryem’i çağı sanatçılarının çok sevdiği azizlerle çevrili eski ve saygın Meryem konusunu buluyoruz karşımızda. Rubens’in bu geleneksel işi, nasıl bir rahatlık ve el ustalığıyla göğüslediğini anlamak için andığımız resimlere bir kez daha göz atmak yararlı olacak. İlk bakışta apaçık olan bir şey var: Yukarda adı geçen tablolara oranla burada daha çok ışık, daha çok mekan ve daha çok figür var.
(…)

Ayrıntıları gördükten sonra, şimdi tablonun tümüne dönelim: Hemen, Rubens’in, sevinç ve neşe dolu bir törensellik havası yaratarak, figürlerini birbirine bağlayışındaki fırtınalı gücüne hayran kalıyoruz. Bu kadar büyük tabloları, böyle bir görüntü ve değinti güveniyle tasarlama yeteneğindeki bir ustanın, çabucak, altından kalkılamayacak sayıda sipariş alması’ şaşırtmıyor elbette. Bu. siparişler R gözünü korkutmuyordu. Çok büyük örgütleme gücü olan, çok çekici bir kimseydi. Felemenkli birçok iyi ressam onun önderliğinde çalışmaktan ve ondan bir şeyler öğrenmekten onur duyuyordu. Eğer, yeni bir yapıt siparişi, bir kiliseden veya bir prensten geliyorsa, o yalnızca renkli bir taslak yapmakla yetiniyordu. Taslağı büyük tuvale geçirmek ise öğrencilerinin veya yardımcılarının göreviydi. Onlar, ustalarının yönergelerine göre hazırlık işini bitirince, Rubens eline fırçayı alıyor, şurada bir yüze dokunuyor, burada ipek bir giysiye fırçasını sürüyor veya çok şiddetli çatışkıları yumuşatıyordu. Her şeye yaşam vermek için fırçasının yeteneğine güveniyordu. Haksız da değildi. Çünkü en büyük gizi buydu sanatının: Yaşam vermek, her bir şeye yoğun ve neşeli bir güç katmak! Gombrich





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder