Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Sanat Yönetilebilir mi? II


Taylorizm/Fordizm ve Post-Fordizm
‘Sanat yönetimi’, küresel korporasyonlara –büyük şirketlere- özgü yönetim stratejilerinin, 1970lerde neo-liberal politikalarla birlikte örgütlenmeye başlamasıyla ortaya çıkar. Bu yeni yönetim stratejileri ise kendilerini, arkada bıraktıkları 1930’ların Taylorist/Fordist yönetim modelinden farklılaştırarak tanımlarlar. Dolayısıyla çağdaş yönetim ve sanat yönetimi incelenirken baştan Taylorizmin bir eskizini çıkarmak gerekir.

Taylorizmin başlıca ilkesi, bir ürünün üretim sürecinin olabildiğince parçalanarak basit işlemlere ayrıştırılması ve bu basit işlemlerin, becerileri onları uygulamaktan ibaret olan uzmanlaşmış işçiler/emekçiler ve makineler arasında örgütlenmesidir. Dolayısıyla, önceden baştan sona aynı zanaatkarın denetimi altında olan üretim süreci, her an makinelere devredilebilecek ayrıntılı işlemlere indirgenerek niteliksizleştirilir. Üretim sürecinin bütünüyle denetlenebildiği bilgi ve beceriler çalışanlardan koparılarak  yönetim bölümünde yoğunlaştırılır. Kavrama, tasarlama gibi zihni yetiler uygulamadan ayrılarak değişik işletme ve mühendislik disiplinleri bağlamında bilimselleştirilir. Çalışanlar ise önceki zamanlarda kendilerine ait olan yetilerini, araçlarını, ürünlerini ve işleri üzerindeki egemenliklerini yitirerek, gizlerine varamadıkları makinelerin esiri olur. “20.yüzyılda İşin Niteliksizleşmesi” konusundaki klasiğin yazarı olan Braverman’in sözleriyle, “Toplumsal işbölümü bir takım üretici uğraşları bölerken, iş mekanındaki ayrıntılı işbölümü insanları alt bölümlere ayırır”. Taylor’un “bilimsel işbölümü”, nihayetinde zamanın ve mekanın rasyonelleştirilmesine dayanır. Taylorizmde zaman, üretim sürecinin birbirlerinden ayrıştırılan işlemleri arasında parçalanmış olan mekanı kat ederek belirir veya tamamına erer. “Zaman ve Mekanın Kültürü” üzerindeki kitabında Stephen Kern, zamanın ve mekanın fragmanlaştırılması bakımından Taylorizmle, onunla eş zamanlı olan kübizm ve fütürizmin aynı kültürü paylaştıklarını kaydeder. Taylorizmin en dramatik yergisi herhalde Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar” filmi olmalıdır.

Taylor’un kılavuzu “Bilimsel Yönetimin İlkeleri” 1911 yılında yayınlanır. İlk yetkin uygulaması, iki yıl sonra Henry Ford’un T-Model Ford otomobil üretmek üzere kurduğu seri montaj hattıdır. Bu yönetim teknolojisi sayesinde, 1925 yılında  Ford önceden bir yılda ürettiği kadar otomobili bir günde üretmeye başlar. Baştan Taylorizmin uygulandığı bir yönetim modelini ifade eden Fordizm, ilerde üretim kadar toplumun örgütlenmesine ve endüstriyel topluma özgü kimliklerin oluşmasına da karşılık gelir. Gramsci “Hapisane Defterleri”nde Fordizmin yeni bir insan tipinin yaratılmasında o zamana kadarki en bilinçli, en hızlı ve en büyük çaba olduğunu belirtir. Fordizm, “mevcut uygarlık formlarını yıkmakla kalmayacak, yenisinin doğumunu da kamçılayacaktır”. Fordizmin ekonomi politik alanındaki temsilcisi Keynes’dir. Keynes, önerdiği kitlesel üretimi tüketebilecek olanaklara sahip olan, temel toplumsal/ekonomik/siyasal hakları hem devlet, hem de kendi kurdukları siyasal, sendikal örgütler tarafından piyasa karşısında korunan bir çalışan kesim öngörür. Keynesciliğin uygulamaya konduğu refah toplumunda Ford her işçisine bir Ford satabilme muradına erecektir.

Büyük 1930 ekonomik krizi sonrasında devreye giren ve II. Dünya Savaşı sonrası koşullarda Sovyet Bloku ülkelerini de etkisi altına alarak yükselen Fordizm, 1970’lerde yaşanan yeni bir krizin ardından çöküşe geçer. Alternatif olmak üzere geliştirilen post-Fordist, post-endüstriyel yönetimin örgütlenmesindeki en öncelikli etken, sermaye mekanının sınırsızlaştırılmasıdır. Sermaye, belirli bir fabrikanın veya başka bir işyerinin, belirli bir endüstiyel kentin ve ulusun sınırlarının ötesine geçerek, bütün yeryüzünü tek bir işyeri, tek bir montaj hattı gibi yönetmeye girişir. İşyerindeki işbölümü küresel bir mahiyet kazanır. Küresel işbölümüne dayalı bu yeni yönetim, merkezleri metropoller olan son derecede karmaşık, akışkan, değişken bir mal, para, ve bilgi ağı oluşturur. Önceki ‘endüstiyel toplum’ Manuel Castells’in son kitabının başlığında kullandığı tabirle “ağ toplumu”na dönüşür.

Taylorizm/Fordizm kitle üretimi ve  tüketimi üzerine kurulur. Çağdaş post-Fordizm ise, tamamıyla piyasanın koşullandırdığı bir esnek üretim ve tüketim düzenini öngörür. Esnek üretim ve tüketime, esnek çalışma rejimi karşılık gelir. Bu rejimde çalışanlar bir işten diğerine dönenip durur. Örneğin, ABD’deki üniversite mezunları, çalışma yaşamları boyunca ortalama onbir kez işlerini değiştirmeye mecbur kalırlar. Aynı işte kalmayı başardıkları süre zarfında ise durmadan görevleri –işlevleri- değişikliğe uğrar. Refah toplumundan kalma güvencelerini yitirirler.  Önceden olduğu gibi bir iş, bir istikbal vaat etmez. Bu durumun bir sonucu olarak iş hayatı süreklilik arz eden bir anlatı oluşturmaz. Geçmiş ve gelecek birbirine eklemlenen bir bütünlük içinde kavranmaz. Zaman algısı şimdiki zamana odaklanır. Bir tarihsizleşme yaşanır. Bir amaç ve hedef sahibi olmak anlamsızlaşmıştır.  Marshall McLuhan’ın sözleriyle, “artık iş sahibi olmanın yerini rol sahibi olmak almıştır. İş passé bir kavram oldu. Eskiden iş ihtisas sahibine aitti. Çocuklar artık ihtisaslaşmış bir dünyada yaşamadıklarını biliyorlar. Bugün artık kimsenin amacı olamaz. ‘Burada başlayacağım, önümüzdeki üç sene çalışacağım ve şuraya varacağım’ diyemezsiniz. Üç sene içinde, kendisi ve amaçları dahil olmak üzere her şeyin değişeceğini artık bütün çocuklar biliyor.”

Bambaşka işler ve işlevler arasında göçüp duran çalışanların toplumsal aidiyetleri giderek aşınır. Artık kendilerini toplumsal bir kitlenin veya sınıfın üyesi gibi görmezler. Hemşerilik bağları da zayıflar. Yersiz-yurtsuz bir kimlik egemen olur. Yegane aidiyet duygusu korporasyonlar çevresinde örgütlenen geçici cemaatlere karşı duyulur. İşbölümündeki bu esnekleşme, kendileri de durmadan yenilenen işler ve işlevler arasındaki geçişlilik, kesintisiz bir eğitimi zorunlu kılar. Deleuze’ün sözleriyle, okul şirkete devir olur.

Post-Fordist yönetim meritokratiktir. Bir işte zamanla kazanılmış olan birikime, deneyime önem gösterilmez. Önemli olan, verilecek olan her türlü rolü oynayabilme kapasitesidir. Uzmanlık, ehliyet ve ustalık değil, marifet gösterebilme, liyakat, sivrilebilme gibi nitelikler yeğlenir. Esnek çalışmanın, meritokratik yönetimin enerjisi amansız bir rekabettir. Fordizm dönemindeki gibi bir takım haklar ve sözleşmeler değildir. Sonunda her çalışan, bir girişimci kültürüyle davranır. Çağdaş yönetim retoriği onları kendi kendilerini yöneten failler olduğuna inandırır.  Her değişen koşulda uyumluluk ve itaat gösterebilme  becerisiyle birlikte iletişim kurabilme yeteneği öne çıkar. Burada iletişim kavramı daha ziyade duygu yönetimi ve öznelliğin denetlenebilmesi anlamınadır.  İş ortamlarında kavramayı ölçen IQ (intelligence quotient) testlerinin yanısıra duygusal uyumluluğu ölçen EQ (emotionel quotient) testlerinin uygulmaya konması iletişime verilen önceliğin göstergesidir. Sonuçta birbirleriyle rekabet eden farklı farklı ürünler gibi, çalışanların da kendi benzersizliklerini, potansiyallerini tanıtmalarının beklendiği bir halkla ilişkiler (PR) kültürü şirketlere egemen olur. Bu korporasyon kültürü (corporate culture) çevresinde, toplumsal, tarihsel, siyasal temsillerden arındırılmış yeni bir aidiyet, yeni bir bireysel kimlik oluşur. Hemşerilik, meslektaşlık, vatandaşlık erir. Korporasyon kültürü, şirketin farklılığını mitleştiren öyküler ve imgeler çevresinde; yani,  şirketin ‘kurumsal kimliği’(corporate identity), imajı, markası aracılığıyla örgütlenir.  ‘Temalandırma’ ile kast edilen, bir ortamdaki iletişimin bu gibi ‘teknolojiler’ yoluyla tasarlanmasıdır. Bu teknolojiler bir takım semboller ve ritüellerle beslenir. Amaç, tüketicileri de kapsayan bir cemaat, bir aile atmosferi uyandırmaktır. Bu atmosfer, korporasyonun örgütlendiği farklı coğrafyalara göre       -McDonalds’ın sunduğu yerel lezzetler misali- yerelleştirilir. Böylece çokkültürlü bir görüntü yaratılır. Şirket ailesinde Bill Gates’in deyişiyle ‘biz’, ‘ben’den önemlidir. Dolayısıyla, Microsoft’un bir çalışanı, diyelim ki Ayşe, Ayşe olmadan önce Microsoft’un bir uyruğudur.

Çağdaş korporasyonlara özgü bu kadar esnek, karmaşık, kaotik ve kinetik bir ağın yönetimi, bu ağ içindeki ürün, para, bilgi akışının denetimi, performansın sürekli ölçülerek anında gerekli kararların alınması,  kuşkusuz son derecede merkeziyetçi ve otoriterdir. Böylesi bir iktidara olanak sağlayan, şirket ağının devrelerini oluşturan sibernetik ağdır; bilgisayar ağlarıdır; dijital sinir sistemidir. Deleuze, her toplum tipini karşılayan bir makine tipi olduğunu düşünür. Şimdiki toplum tipi enerji makinelerinden sibernetik makinelere, bilgisayarlara geçilen bir toplum tipidir. Bu toplumda fabrikanın yerini korporasyon alır. Korporasyon yönetimi önceden olduğu gibi üretime değil tüketime odaklanır. Deleuze’e göre bu, üretim için değil, ürün için kapitalizmdir; yani pazarlama ve piyasa için. O korporasyonun bir ruh, bir gaz olduğunu söyler.  Bu  ruh pazarlamadır, satıştır. Ve Deleuze için korporasyonun bir ruhu olduğunun öğretilmesi dünyanın en dehşet verici haberidir. Foucault’nun “disiplin toplumu”nu temsil eden okul, fabrika, müze, kışla gibi disipline dayalı kapalı ortamlar, şimdi “hissedarlarından başka birşeyi olmayan tek bir korporasyona” eklemlenmiştir. “Sanat bile bankanın açık devrelerine dahil olmak üzere kapalı ortamları terk etmiştir.” Deleuze bu korporasyona dönüşmüş toplumu Foucault’un “disiplin toplumu”ndan ayırt eder ve “denetim toplumu” adını verir. Denetim toplumunda üretim alanının değil, tüketimin örgütlendiği iletişim ortamlarının yönetimi başattır. Sanat, iletişim bağlamındaki gücü dolayısıyla giderek korporasyon yönetimine uyarlanır.

Korporasyon yönetimi (veya kurumsal yönetim: corporate management), taraftarlarının şiddetle savunduğu gibi Taylorizme karşıt değildir. İşyerinde uygulanan Taylorist işbölümünün küresel ölçekte yeniden yapılandırılması, bir tür ıslah edilmesidir. Taylorizme özgü işin niteliksizleştirilmesi şimdi daha bir yoğundur, çünkü bütün değişik görevler ve işlemler her an değitirilmeye elverecek derekede basitleştirilmiştir.  İş süreci vasıfsızlaştırılmıştır. “Örneğin, Toyota’daki bir işçinin günde altı millik bir yol kat ederek, sekiz dakika yirmi altı saniyelik bir sürede otuz beş farklı işi becerebilmesi, ancak bu işlerden her türlü maharetin arındırılarak, basitleştirilmesiyle, rutinleştirilmesiyle mümkündür.” Çalışanların zihni ve fiziki yetileri şimdi bir de durmadan değiştirdikleri farklı işler, işlevler arasında bölünüp parçalanır. Küresel korporasyon ağının bir noktasından, bütün bu ağın, işleyişin kavranması büsbütün olanaksızlaşır. Kavrama, tasarlama ve güç, iyice dar ve erişilmez bir yönetim çevresinde daha da seçkinleşir.

Küresel şirketler, küresel bienaller ve sanat yönetimi
‘Sanat yönetimi’ sanat etkinliklerinin veya kurumlarının idaresine indigenemez. ‘Sanat yönetimi’, sanatın  korporasyonlara özgü yönetim dokusuna eklemlenmesi, esnek işletme sistemlerine emilmesi,  veya başka terimlerle post-Fordist sevk ve idare disiplinine soğurulmasıdır. Bu savı en okunaklı olarak temsil eden sanat ortamları bienallerdir:
*Uluslar-aşırı, metropoller-arası bir ağ oluşturan korporasyonlar, üretimlerini, hizmetlerini ve yönetimlerini bir takım yerel kuruluşlara ihale ederler: outsourcing. Bienaller sanatın ihale edildiği metropoller arası bir ağ oluşturur.

*Bienaller küresel bir sanat ve sanatçı havuzundan yararlanır. Yeryüzünün bütün sanatçıları, hatta sanatçı adayları, potansiyel olarak bienaller için çalışmaya hazır, üstelik bunun için can atan, bir marifet pazarı gibidir.

*Sanatçılar bir bienalden ötekine dönenip dururlar. Göçebelik, yersizlik-yurtsuzluk, melezlik (hybridity) efsaneleştirilir.
*Bu mesai onlara bir istikbal vaat etmez. Bienallerde bugün vardırlar, yarın yokturlar.
*Çalışmaları esnekleşmiştir. Stil, özgünlük, sahihlik gibi modern sanata özgü ve bir süreklilik gerektiren tarihsel kategoriler onları bağlamaz. Aynı sanatçının bir bienaldeki işi ile bir diğerindeki işinin estetik bir ilinti, tutarlılık oluşturması beklenmez. Aksine,  her defasında ayrı bir marifet göstermesi beklenir. Çağdaş değil de “güncel” olması yeğlenir: bir aktüalite, gelip geçici bir haber, bir reklam spotu, bir klip, bir şaşırtmaca,...
*Sanat kadar sanatçılık da esnekleşmiştir. Sanatçılık toplumsal işbölümü içinde özerk ve tarihsel bir yere sahip olan bir meslek, bir ömür, bir hayat olmayabilir artık. Esnek, değişken bir işbölümü içinde sanatçılıkla, örneğin Jeff Koons gibi borsacılık, veya Andy Warhol gibi reklamcılık arasında dolaşıma girebilirsiniz. Zaten sanatın temsil edildiği ortama göre tasdik edildiği bir görecelik (relativizm) dönemine girilmiştir. Güzelliğin estetik normları ve sanatsal dehanın kanonu lağvedilmiştir.
*Korporasyondaki gibi bienalde de zaman şimdiki zamana ayarlıdır. Sanatın ve sanatçının varoluşu tarihsel, toplumsal bağlamlarından yalıtılır. Dolayısıyla artık sanata siyasal veya toplumsal bir dava, hatta modernist anlamıyla herhangi bir içerik yakıştırmak anlamsızlaşır.
*Bienal de fazlasıyla meritokratiktir. Ustalığınız, siciliniz değil, tam aksine, farklı gösterilere, temalara, dramalara, rollere, yönetimlere uyum gösterebilmeniz önem kazanır. Bu nedenle bienaller daha ziyade genç sanatçıları öğütür. Modern bir müzede bekleneceği gibi, sanatçının özgünlüğünü kanıtladığı bir ustalık bienal ortamının koşulu değildir.
*Bu esnek-yönetim stratejileriyle bienal, yerkürenin dört bir yanından binlerce sanatçıyı yarıştırır. Dolayısıyla son derecede rekabetçi bir ortam örgütler. Bu da sanatçılar arasında girişim kültürünü yayar. Sanatçılar, özellikle halkla ilişkiler ve pazarlama konularında, geçici ‘sanat yönetimi’ eğitimlerine zorlanırlar. Eğer tırmanmayı başarabiliyorlarsa, zamanla bu hizmetleri uzmanları olan şirketlere devrederler. Daha şimdiden İstanbul’daki kimi PR firmaları, sanatçı imajı tasarlama, markalaştırma (branding) gibi hizmetler vermeye başlamışlardır. Sonuçta sanatçının yetileri ve mesaisi  yönetim şemalarını andıran bir parçalanmaya uğrar.
*Sanatçının sanatını, sanat hayatını ve geleceğini yönetme konusunda yitirdiği bütün zihni yetiler ve iktidar, Taylorist kurallar gereği, bienal yönetiminde, yani büyük ölçüde küratörde yoğunlaşır. Elitizm sanatçını tekelinden küratörünkine devir olur.
*Küratör, gene esnek bir yapı gösteren bir şirketler platformu adına bienalin yönetiminden sorumludur. Aynı şirketlerin her defasında sponsor olup olmamaları bir önem taşımaz. Küratöryel yönetim (curatorial management), küresel korporasyonlar ağını temsil eder ve bu ağa eklemlenir. Korporasyonlar adına sanatın ve sanatçıların küresel yönetimini üstlenir. Sonunda  bienal şebekesinin kendisi de, yüz otuz kadar merkezi bulunan, CEOlarını bir avuç küratörün oluşturduğu küresel bir korporasyon gibi devinir.
*Küratörlerin sınırsız bir coğrafyayı kapsayan sanatçı seçimindeki egemenlikleri ve bu sanatçıların işlerini temalandırmaları konusundaki yetkileri hatırlanırsa, bienal yönetimleri diğer korporasyonlarla kıyaslandığında daha da merkezi, otoriter ve seçkindir. Onun da iradesinin üstünde, küratörleri atayan şirket kurmayları, onların yönetim ve iletişim danışmanları veya bunlarla işbirliği içinde çalışan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı gibi ngolar bulunur. Bu ngolar da zaten, kamusal bir kimlikten ziyade bir şirket kimliği (corporate identity) arz ederler.
*Küresel bienal camiası, küratörleri, sanatçıları, medya ve kültür kurumlarındaki temsilcileri, müzecileri, ve sanat piyasasındaki galerici, danışman gibi aktörleriyle o bienalden bu bienale durmadan seyahat eden bir cemaat kültürü oluştururlar. Tıpkı küresel korporasyonların gezgin yönetim çevreleri gibi. Kendilerine özgü habitusları, jargonları ve açılış gibi seremoni ve ritüelleri bu cemaat kültürünü pekiştirir. Yönettikleri gösteriler kadar kendilerini de sahnelerler.
*Bu cemaatin mayası sanat üretimi değil, corporate bir iletişim kültürüdür. Bu kültür, katılımcıların karşılıklı olarak birbirlerinin eğilimlerini sezmeye, duygularını yönlendirmeye koşullu oldukları, onay arayan bir PR gramerini uyarlar. Her ilişki  bir tür ‘esnek’ iş ilişkisi havasına bürünür.
*Bienaller, her bienalin düzenlendiği yere ve zamana göre yerelleştirilen temaları sayesinde neo-liberal, çokkültürlü bir retoriği sahiplenirler. Oysa yerelleştirilen, her kültürü kendine mal eden küresel anlatılar ve politikalardır. Glocalisation tabiri tam da  böyle bir ideolojiyi ifade eder.
*Bienallerin kökleri, 19. yüzyılda Avrupa’da ve Amerika’da düzenlenen ve kolonyalist kültürün meşrulaştırılarak ‘evrensel’ bir geçerlik kazandığı, büyük, uluslararası ‘dünya sergileri’ veya ‘evrensel sergiler’e dayanır. Günümüzdeki bienallar, bu modern, evrensel gösterilerin, çağdaş -post-modern- ve küresel tercümeleri olarak incelenebilir. Ancak, çağdaşlık konusundaki sekterliklerine rağmen, modernliğin de öncesine uzanan sanatsal himaye rejimlerine özgü mizansenleri hatırlatırlar. Küratörler tarafından bildirilen temaları ve görsel mecralarını kuşatan şirket logolarıyla bienaller, sanatın sipariş üzerine veya hamilerin denetiminde icra edildiği, sergilerin prenslik armalarıyla donatıldığı Rönesans zamanının görkemli imparatorluk koleksiyonlarını uyandırırlar.
*Bienallerin sanat deneyiminde gerçekleştirdikleri tarihsel kırılma en çarpıcı olarak, modernizmin ve avangardın örgütlendiği ve 19.yüzyıl sonlarında yayılmaya başlayan galerilerle kıyaslandığında kendini gösterir.

Avangard ve Taylorizm
20.yüzyıl başında bir kısım avangardın Taylorizmi estetize etme çabası, yüzyıl sonunda Taylorizmin sanatı kendine mal ederek bütün hayatı estetikleştirmesiyle sonuçlanır. Böylece, Baudrillard’ın adını koyduğu “transestetik” bir çağ başlar. Bu iki dönem arasındaki fark, Le Corbusier’nin bir otomobilin tasarımında Parthenon’un klasizmini keşfetmesiyle, modacı Ralph Lauren’in Boston Güzel Sanatlar Müzesi’nde otomobil koleksiyonunu sergilemesi (2005), veya BMW’nun Guggenheim müzelerinde motosiklet sergilemesi arasındaki farkta gösterir kendisini. Son müze sergilerini Duchamp’ınki gibi bir espri çerçevesinde yorumlamak mümkün değildir. Bir hazır-nesne sanatın otonomisini, heteronomisini soruşturur; sanatla sanayi, sanatla hayat arasındakine benzer gerilimleri kışkırtır. Müzede otomobil veya motosiklet sergilemek,  avangardın hedeflediği gibi gerçekliği bozmaz; mimetik klasizm gibi gerçekliğe öykünmez de; yalın olarak gerçekliği gösterir. Gerçekliğin hayalgücü üzerindeki, aklın delilik üzerindeki, yönetimin sanat üzerindeki zaferini fetişleştirir.
Ama sanat gene de direnir.
Kaynak: Mimarlar Derneği Semineri, 27.04.2006, Yazarın izniyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder