Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Şefik Bursalı


Erhan Karaesmen
Atelyelerin İçinden
Soyadının da açıklıkla tanımladığı gibi Bursa’lıdır, Şefik Hoca. Türk resminde Bursa’nın güçlü doğası, anlamlı ve alabildiğine bizden mistisizmi Şefik Bursalı’nın fırçasıyla ölümsüzleşmiştir. Ama Şefik Hoca, sadece, Bursa görüntülerinin Türk resim tarihine aktarıcısı değildir. Bizden doğaların, bizden iklimlerin, eskiden gelip yeniye giden Türk çevresinin sabırlı, dikkatli bir gözleyicisi olmuştur, altmış yıl boyunca. Konya’nın, İstanbul’un, Burdur’un, Ankara’nın.
“Bir Bursa görüntüsü yaparken oraya özgü İç Marmara rutubetinin Uludağ’dan ovaya yayılan esintinin bende uyandırdığı fiziki, manevi algılamaları da resmetmek isterim. Bir peyzaj sadece gözüken nesnelerin ağaçların, evlerin değil, tabiat parçasında gözükmeyen ama hissedilen unsurların da sentezi olmalıdır. İzlenimciler bir ölçüde, ama özellikle Cézanne peyzajdaki üstünlüğünü herhalde buna borçludur. Ben de gücüm yettiğince böyle yapmağa çalışıyorum”.

Hoca ile evinde 1930 öncesi bir Bursa peyzajı karşısında ayakta konuşuyoruz.
“Şu karışık gök rengine de, binaların yarı çürüklü cephelerindeki solukluğa da Bursa rutubeti işlemiştir. Bir ressam peşin bunun hissedecek, sonra resmedecek. Hissetmede veya resmetmedeki bir aksaklık eserin kalitesini düşürüverir.”

Şefik Bursalı hissetmedeki derinliği ve resmetmedeki titizliğiyle ün yapmış bir ressamımız. İlerici ve yenilikçi bir Atatürk dönemi aydını olması, Osmanlı tarihine ve Islam mistisizmine duyarlı olmasına engel değil. Konya’da Mevlana türbesi ve çevresinin uhrevi sükuneti, Bursa’da Orhan türbesinde büyük ozanın deyişiyle şakırdıyan su ve bin yıllık çınarlar Şefik Hocayı hep derinden etkilemiş. “Görüntü bir dıştır. Hep içini merak etmişimdir. Sanırım bir aklı başında sanatçı da bu içi arar.”
Devrin önemli talik yazısı ustası Hafız Hulusi Efendi’den alınan hat dersleriyle, 1920’ler Çallı Atelyesinin, günün koşullarına göre buram buram çağdaşlık kokan atelye çalışmaları Şefik Hoca’nın kişisel entellektüel sentezindeki önemli dokuları oluşturmuş.

Şefik Bursalı, bu yazı dizisinde övgüyle çok sözünü ettiğimiz 1920’ler Çallı Atelyesinden çıkan ve resim tarihimizde önemli yer tutan 1900-1905 doğumlu sanatçılarımızdan biri. Seksenine yaklaşıyor. Ancak sağlıklı bir beden, zinde bir dimağ ve hele hele tükenmeyen bir coşkuyla Türk resmine katkısını sürdürüyor.

1930’da Avrupa eğitim sınavını kazanıyor Şefik Bursalı. (Bu sınavı kazanmak, aynı zamanda Sanayi-i Nefise’yi en parlak dereceyle bitirmek anlamına geliyor.) Milli Eğitim ödeneklerindeki bir bütçe kısıntısı sonucunda, o yıl kimse gönderilemiyor, Avrupa’ya. Yaşlı annesinin sağlık sorunları ve geçim derdi Şefik Efendi’yi sonraki yıllarda benzer bir fırsat çıkmasını beklemeksizin resim muallimliğine yöneltiyor. İzmir, İstanbul ve Konya’da.

Konya’da geçirdiği 1934-37 dönemi Hoca’nın deyişiyle, yeni bir arayışa, yeni bir senteze götürüyor, kendisini.
“Çallı Atelyesindeki son yıllarımda resimde kesin gerekli teknik ve artizanal beceri yönlerinden belli bir rahatlığa vardığımı hissediyorum. Artık üslup ve kendimlik sorunu kalıyordu, önümde sadece.”     
Marmara’nın, Boğaz’ın, Ege’nin yeşili bol doğasından sonra Şefik Hoca Konya’daki bozkır sarılığıyla sarsılıyor. Ama sadece bakılan doğadaki renkler olayı değil, bu yeni senteze yol açan. Mevlana, Karatay çevrelerinin uhreviliğin de payı var. Ama bir de şu var:
“Atatürk dönemlerinde muallimlik en güzide mesleklerden biriydi. Düşünebiliyormusunuz, Ziya Bey gibi bir tarihçi filozof (Prof. Ziya Somar), Pertev Naili Bey gibi bilgi, kültür ve heyecan dolu bir halk bilimcisi (Prof. Boratav) hep Konya’da hocaydı. Konya’da sonradan atfedilmiş olan dini gericilikten falan eser yoktu. Halkı güngörmüş ve saygılıydı. Benim ölçülerime göre hala öyledir. Mektebimiz bir kültür ocağı gibiydi heyecanla pek çok şey tartışılırdı. Milli kültürümüzü unutmadan, evrensel kültüre ve bilime açılmanın yolunu arardık. Bildiğimizi birbirimize öğretirdik. Çevresindeki bu doyuruculuk bana şevk verirdi. Çok resim yapardım. Hep daha iyisini yapacağım diye gecemi gündüzüme katardım. Türk Maarif ve devlet yönetiminde nur içinde yatsınlar Hasan Ali Bey, Cevat Dursunoğlu Bey, Salah Limcaz Bey gibi kültür ve sanata değer veren insanlar vardı. Konya’daki bir resim mualliminin tabloları Türk resmini tanıtmak üzere Rusya’da, Yugoslavya’da açılan sergilere götürülürdü. Büyük şehirlerin dışında olmak unutulmuş olmak anlamına gelmezdi. Bunlar benim kendime emniyetimi artırırdı, şevkimi çoğaltırdı.”

Şefik Hoca’nın Konya dönemi resimlerinin önemli bir bölümü devlet müzelerinde sergileniyor. Kendi elinde ve evinde bir tek çerçeve kalmış. Nefis bir peyzaj. Kolleksiyoncular, meraklılar satın almak istemişler. “Milyonlar verseler, satmam.” diyor. Hoca’nın sanatçı yaşamındaki önemli bir kilometre taşını oluşturan bu Konya döneminden elinde kalan tek belgeye böylesine bağlılığı, genelde köklere, anılara olan bağlılığın da göstergesi.

Kendi kuşağındaki ve 1930’lar kuşağındaki ressam arkadaşlarının önemlice bir bölümünün yurt dışındaki ek eğitim ve ihtisasla sağlamağa çalıştığı kültür birikimini, Batıyı ve dünyayı izleme, algılama alışkanlığını Şefik Bursalı, büyük bir kişisel çabayla Konya ovasında kazanıyor. Ayrıca Hoca’nın sonradan Avrupa ülkelerine masrafını cebinden ödemek kaydıyla, ikişer, üçer aylık çeşitli seyahatleri oluyor. Resim tarihinin önemli eserlerinin sergilendiği müzeleri eksiksiz inceleme fırsatı buluyor.



Diapozitif ve reprödüksiyon uygarlığının gelişmesiyle klasik müze kültürünün prestijinden birşeyler yitirip yitiremeyeceği sorunu gelişmiş ülkelerde zaman zaman tartışılıyor. Tarihsel kültür ve çevre mirasına sahip çıkma yolunda kimi toplumlar büyük özen gösterip, milyarlar harcıyorlar. Buna karşın, bir kaç on yıl ya da yüz yıl sonrası için şimdiden tasalanıyorlar. Ama müzelerine zaten kimseciklerin uğramadığı ve “müze” kavramı çevresinde bireylerine hiç bir duyarlılığın kazandırılmadığı kimi diğer toplumlar da var. Çok üzülerek Türk toplumunun bu grupta yer aldığını gözlüyoruz. Elbet büyük resim klasiklerini görmeden de aydın olunabilir. Hatta ressam da olunabilir. Ama birşeyler sanki eksik kalır bu aydın oluşta, ressam oluşta. (Bursalı Hoca’nın yukarda özetlemeğe çalıştığım tavırları ve görüşleri, ilgisi biraz dolaylı da olsa kafamda böylesine çağrışımlara yol açıyor.)



Bursalı Hoca’nın Akademi öğretim üyeliği dönemi 1937-38 ders yılında başlar. Leopold Levy’nin denetiminde güzel sanatlar eğitimi yeni ilkelere oturtulurken yeni genç, yetenekli dinamik kadrolar oluşturulurken, Şefik Bursalı hatırlanır. O dönemlerde kendisini Belgrad’daki Ulusal Akademide hocalığa da layık görmüşlerdir, Yugoslav yetkilileri.

“Üstü kapalı da olsa böyle bir teklif almıştım. Aile durumum gereğince Türkiye dışına çıkmam imkansızdı. Benim için pratik çözüm yoktu. Belki adamlarda sadece gönlümü almak için böyle bir teklif yapmış olabilirler. Ama yine de gururumu çok okşamıştı. Arkasından, sanatsever devlet adamlarımızın, hatta galiba Büyük Atatürk’ün de, bu kabiliyetli çocukla ilgilenelim şeklindeki hatırlatması üzerine Akademimizden teklif alınca çok mutlu olmuştum. Akademiye giriş, o giriş. Yaş haddinden emekli oluncaya kadar Akademide kaldım. Mutlu, sevinçli yıllar yaşadım,o camiada. Her çalışma yerinde olduğu gibi biraz ekipleşmeler biraz köstekleşmeler olmuştur. Ama yaptığı işi sevenler için, resim yapmaya ve resim öğretmeyi sevdirmeyi hayatının gayesi yapmış olanlar için etkisi almamıştır, bu ufak tefek hesaplaşmaların. Kaldı ki her meslek dalında, her öğretim kurumunda - benzeri hesaplaşmalar olduğunu sanıyorum.”



Hoca’nın resim sevgisi ve coşkusu kendi bildiği yolda kırgınlıklara falan önem vermeksizin yürümesinde başlıca etken olmuştur. Hayatın akışı içinde beklenmedik sürüklenmelerin ortaya çıkabileceğini filozofça kabullenmiştir. Ama bu sürüklenmelerin Türk Resim Sanatında bir dönemde büyük yetenek olarak umut veren kişilerin gelişme çizgisine olumsuz etki yapmasından üzüntü duymuştur.

“Bir Saim Özeren’imiz vardı. Ne zengin bir iç dünyası, nasıl bir desen, renk ustalığı taşırdı. Çağdaş Türk resminde bu büyük isimlerden biri olmasını beklerdik. Sürüklenmiş ve kaybolup gitmiştir. Hâlâ üzülürüm.”

Akademi sonrasında, Hoca’nın Ankara dönemi başlar. Günümüzde yine bu kentte oturur. İlerlemiş yaşına karşın koruduğu zindeliğiyle sıkça ve rahat seyahat eder. Birayağı Bursa’dadır. Kimi zaman İstanbul’a, kimi zaman İzmir’e, bazen yurt dışına kaybolur. Ama merkezi Ankara’dır. Çankaya’da Ahmet Mithat Efendi Sokak 36 No’lu apartmanın giriş katında eşiyle birlikte oturur. Evi de, atelyesi de burasıdır.

“Benim atelyem oturma odasının pencereye yakın bir kesiminde yere serdiğim beyaz bez parçalarıdır. Çalışacağım zaman yere teke yapmıyayım diye bu bezleri sererim. Sehpamı ve avadanlığımı kurarım üzerine, ışık müsaade ettikçe çizerim, boyarım. Sonra hepsini kaldırır içeri götürürüm. Oturma odamda ağızlığıma sigaramı yerleştirir, gündelik ev yaşamına dönerim. Işıktı özel atelyem falan hiç olmadı, olamadı. Zaten peyzajları mümkün olduğu ölçüde tabiatın içinde yapmayı ilke edinmişimdir.” Bu konuda söz, açılmışken bir keresinde, Hoca’nın Bursa’da yeni yapılmış bir binanın çatısının tepesinde günlerce oturduğunu ekleyelim. Yeşil türbesini en güzel oradan görüyormuş. Başına güneş geçmiş, yağmur çiselemiş, ama işine devam etmiş. Tabiatı resmederken, tabiatı duymaya bu denli önem veriyor, sanatçı.

Hoca’nın titizlik ve düzenli olmak gibi tutkuları var. Sözünü ettiğimiz oturma- çalışma odası-atelye’de duvarlar resimleriyle kaplı. Düzenli ve bir rasyonel içinde duvardaki çok güzlü ve az bilinen bir natürmort’unun önünde söyleşiyoruz.

“Peyzajcı Şefik diye bilinirim. Peyzaj’ı çok sevdiğim ve çok yaptığım doğrudur. Ama natürmort ve portre yapmadan, orada tatmin bulamadan ve başkalarını tatmin etmeden ressamlık eksik kalır.”
Bu konuda karşılıklı örnekler veriyoruz, Eşref Üren’in önemli ve çok başarılı bir peyzajcı olmakla birlikte çok güzel natürmortlar da yaptığını söylüyor, Hoca. Eskilere dönüyoruz. Cézanne, Matisse, Braque gibi Hoca’nın çok sevdiği ustaların da bir çeşidin en iyisini yapsalar bile, tek çeşitle yetinmediklerin, ansıtıyoruz.

Hoca’nın müzelerde görülen, reprodüksiyon olarak dergilerde basılan resimlerinin çoğu gerçekten peyzajlardır. Evindeki kişisel kolleksiyonunda ayrılamadığı, satmaya elinin varmadığı dolayısıyla az kişinin bildiği çok başarılı portreleri ve ölüdoğaları var. Çeşitli tarihlerden. Her iki alanda da söyleyecek sözü olduğuna inanıyor. Hoca’nın bu inancını çekinmeden açıkça söyleyişi yüzünden, bazı kişilerin Hoca’nın aşırı güvenini yadsıdığı da olmuştur. Oysa Hoca kendi kişiliğinde güçlü unsur olarak, kendine olan güveninden öteye mesleğine ve sanatına olan sonsuz sevgisini gösteriyor. “Duyarak ve titizce en iyisini yapmak isterim. Bu dünyaya ne sanatçılar gelmiş, gitmiş. Bir Şefik Bursalı da gelmiş, gidecek. Ama arkam da iz bırakmak istiyorum. Bu kadar.”
Bursalı Hoca’nın ressam ve eğitici olarak Türk Resim Tarihinde kesin bir izi şimdiden var zaten. Tükenmeyen coşkusuyla dahi uzun yıllar üreterek bu izi pekiştirmesi en içten dileğimizdir.
H.G.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder