Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Şeker Ahmet Paşa


Kaya Özsezgin-Sanat Olayı
 Batılı anlamdaki resim sanatımızın asker kökenli ilk öncüleriyle “klasik olarak nitelenen gelen Şeker Ahmet Paşa kuşağı arasındaki geçiş dönemi, yalnız çağdaş sanatımız açısından değil, genel anlamda kültür tarihimiz açısından da ilginç bir evreyi oluşturur. Bu döneme ve biraz daha öncesine, batılı değerlerle geleneksel, değerlerin kesin biçimde çatıştığı ve bu çatışmadan bir tür “sentez” kavramının türediği oluşumlar birikimi gözüyle de bakabiliriz. Şeker Ahmet Paşa’nın içinde bulunduğu üçlüye - öbür ikisi Hüseyin Zekâi Paşa ve Süleyman Seyyit - klasik damgasını vuran görüş, genellikle bu kavramın görsel sanatlardaki kaypak ve değişken anlamından hareket ediyor gibidir. Öyle de olsa, söz konusu grup içinde bu kavramın içerdiği anlama en yakın kişi, kuşku yok ki Şeker Ahmet Paşa’dır.

Bunun önemli nedenlerinden biri, Şeker Ahmet Paşa’da geleneksel yaşam biçimlerimizin, yorum olanaklarımızın batılı resim dünyasıyla da kolayca bütünleşebilen seçkin bir örneğini görmüş olmamız; ikincisi ise bu örneğin Batıya koşullanma modelleriyle alçakgönüllü bir hesaplaşma içine girmiş olmasıdır. Onda, Barbizon Okulu sanatçılarını, özellikle de Courbet’yi anımsatan yönler bulunabilir, ama bu yönlerin, Şeker Ahmet Paşa’nın sanatını oluşturan temel etkenler yanındaki değeri, ötekilerden daha önemli değildir. Tüm kurumlarıyla Batıya yönelmiş bir toplumda, bu yönelişin kültür ayrıcalığı açısından taşı dığı değeri, sanatının olanakları doğrultusunda saptamış bir kişidir O; sessiz, fakat iddialı görünümünün altında, bir Osmanlı paşasının bu gerçeği sezen bakışı gizlidir.
Ne var ki, Şeker Ahmet Paşa’nın, çağdaş resim sanatımıza getirdiği özgün değerlerin anlaşılması için, en azından Otuz yıl geçmesi gerekmiştir. Sami Yetik “Ressamlarımız” adlı kitabında, onu “Hoca Seyid’in ve Zekai Paşa’nın yanında oldukça sönük ve ruhsuz” bulmaktaydı. Ressam Cemal Tollu bu sanatçıyı konu alan monografisinde (“Şeker Ahmet Paşa”, 1967), Şeker Ahmet Paşa’nın değerini, ancak İstanbul Resim ve Heykel Müzesi kurulurken anladıklarını, ondan önce bu sanatçımızdan hiçbir zaman söz edilmediğini ve tanıtılmadığını belirtir. Pertev Boyar da Sami Yetik’le aşağı yukarı aynı görüşü paylaşır (“Türk Ressamları”, 1948); paşanın natürmortlarını, Se Bey’in natürmortları kadar “derin” bulmaz, hatta onlara göre “biraz sönükçe” bir yan görür onda. Buna karşılık Celal Esat Arseven “Türk Sanatı Tarihi”nde (C: 3, F: 2) Türk klasiklerinden biri olarak nitelediği Şeker Ahmet Paşa’da “samimi bir realizm” bulmakta, onu daha çok onyedinci yüzyıl Hollanda natüralistlerine yakın görmektedir.

Gerçek adı Ahmet Ali Paşa olan sanatçımız 1841 ‘de İstanbul’un ressamlar yöresi olarak
bilinen Üsküdar semtinde doğdu. Ali Efendi’nin oğludur. İlk öğrenimine Üsküdar ilkokulunda beş yaşında başladı, on dört yaşında sınavla “Tıbbiye Mektebi”ne girdi. Dört yıl sonra aynı okulda henüz öğrenci iken resim öğretmen muavinliğine atandı. 1864’te öğrenimini tamamlaması için padişah Abdülaziz’in buyruğuyla Paris’e gönderildi. Orada Türk öğrenciler için açılmış olan “Mekteb-i Osmani”de Süleyman Seyyit’le birlikte eğitim gördü. Abdülaziz, sanatı seven, sanatçıları koruyan ve kendisi de iyi desen çizen, resme yakınlık duyan bir kişiydi. O zamanın geleneklerine uyarak Ahmet Ali de bir tablosunu padişaha göstermiş ve onun övgüsünü kazanmıştı.

1870’te Paris’te düzenlenen evrensel sergide, Ahmet Ali’nin de Abdülaziz’in portresini konu alan karakalem bir resmi yer almıştı. Bu resmin yanı sıra, başka resimlerini de sergileyen sanatçı, derslerini izlediği Paris Akademisi’ni başarıyla bitirdi.

Ahmet Ali, o dönem Türk ressamlarının bir bölümüne hocalık yapmış olan Boulanger ve Gérome’un atölyelerinde de bir süre çalıştı. Ancak akademik nitelikli bu sanatçılardan çok, o dönemde gerçekçilik akımını geliştirmiş olan Courbet ve Corot gibi sanatçıları kendine yakın buldu. Çalışmalarında gösterdiği ” Liyakat” nedeniyle üç aylığına Romanya’ya gönderildi. Kimi kaynaklarda Paris Akademisi tarafından bir süre için İtalya’ya da gönderildiği belirtiliyor. Fransa ve Prusya arasındaki savaş nedeniyle “Mektebi Osmani” kapatılınca,Ahmet Ali de öteki Türklerle birlikte 1871’de (kimi yerde 1870) İstanbul’a dönmek zorunda kalıyor. Dönüşte piyade yüzbaşılığı rütbesiyle “taltif” ediliyor ve Tıbbiye Mektebi’ne “resim muallimi” oluyor. Aynı yıl Beyazıt, Zeyrek,Kaptan İbrahim Paşa ve Sultanahmet’teki Sanayi Mekteplerinde de resim öğretmenliği yapıyor.

Burada çağdaş sanat tarihimiz açısından önemli bir olayın da öncüsü olarak görüyoruz Ahmet Ali’yi. Bu olay, Türkiye’de batılı anlamda düzenlenen ilk resim sergisidir. Mustafa Cezar, 1971’de yayımlanan “Sanatta Batıya Açılış ve Osman Hamdi” adlı kitabında, bu sergiye ilişkin geniş ve ayrıntılı bilgiler vermekte, olayın tarihsel gelişimi üzerinde durmaktadır. Cezar’a göre, iki yıla yakın bir hazırlığı gerektirmiş olan ilk sergi Ahmet Ali, Ali ve Limoncu Efendi’lerin girişimiyle başlatılmış, ancak sergi işinin bütün yükü, sonradan Ahmet Ali’nin omuzlarında kalmıştır; Ahmet Rüştü Paşa ve Maarif Nazırı Kemal Paşa’nın koruyuculuğu altındaki sergi 27 Nisan 1873’te Sanayi Mektebi’nin bir salonunda açılmış ve sarayın ileri gelenleri serginin açılışında hazır bulunmuştur. Sergide Ahmet Ali yapıtları yanında, zamanın önde gelen sanatçılarının ve genç yaştaki- öğrencilerin resimleri de yer almaktaydı. İstanbul’da yabancı dillerde yayımlanan gazeteler sergiden övgüyle söz etmişler, özellikle Ahmet Ali’nin sayısı on beşi bulan yapıtları üzerinde durmuşlardı.


Bir serginin uyandırdığı ilgi, Ahmet Ali’yi ikinci bir sergi düzenlemeye yöneltmiş, Çemberlitaş’taki İstanbul Darülfünun binasında hazırlanan bu ikinci sergi de 1 Temmuz 1875’te açılmıştır. Beşi Türk olan otuz kişinin katıldığı sergide, Ahmet Ali’den başka Ahmet Bedri, Halil Paşa,Osman Hamdi ve Nuri Bey’in yapıtları dikkati çekmiş, padişah sergi ile yakından ilgilenme gereğini duymuştu. 1878’i izleyen yıllarda Ahmet Ali’yi saray hizmetinde önemli görevlerin başında, birçok başarı nişanının sahibi olarak görmekteyiz. Önce kaymakam, 1880’de “miralay”, 1881 ‘de üçüncü, 1883’te ikinci rütbeden “mecidiye” nişanı alarak bir yıl sonra “mirliva” oluyor. 1886’da “Sanayii Nefise Madalyası” ile ödüllendiriliyor.  890’da “ferik” rütbesine hak kazanıyor. İki yıl sonra Midilli’de, Kalona Körfezinde karaya oturmuş bir Alman zırhlı “tahlisiye” işini başardığı için kendisine madalya veriliyor. Son görevi, 1907’de ölümüne kadar sürecek olan saraydaki yabancı konuklar teşrifatçılığıdır. Artık, 48’i yabancı 60’tan fazla nişanla göğsü dolu olan başarılı bir Osmanlı paşasıdır. Yumuşak huylu yaradılışı ve ince davranışları nedeniyle saray çevresinde “Şeker” takma adıyla anılması da bu yıllardadır.

Resmi görevlerinin ağırlığı nedeniyle eskiden olduğu gibi kırlara fazla açılamayan Şeker Ahmet Paşa, yaşamının son yıllarını Mercan’daki konağında ve ancak tatil günlerinde büyük boyutlu natürmortlar yaparak geçirmişti. Pertev Boyar, onun özellikle meyva resimleri yapmayı çok sevdiğini, sık çalışmış olmasına karşın “sarayın bulanık ve karışık hayatının onun ruhundaki sanat ateşini yavaş yavaş söndürmekten hali kalmadığı”nı, son resimlerinin bu nedenle “sönük” olduğunu belirtiyor. Gene de - Bo göre - Ahmet Ali Paşa “ağır, sabırlı, şuurlu çalışmasıyla bize en temiz, en hakim ve ahenktar renk kıymetlerini göstermiş çok olgun bir üstat”tır. (…)
Şeker Ahmet Paşa


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder