Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Selim Turan


Selim Turan, 1915 yılında, İstanbul’da doğdu. Büyük kültür adamımız Ali Turan’ın tek oğluydu. İkisi kız, üç kardeştiler. Değişik konulardaki derin bilgisiyle, kültürü sağlam bir babanın oğlu olarak iyi eğitilen Selim, ruh güzelliğiyle kibarlığıyla, örneği az olan kişilerdendi. Hafızasında yaşayan Üsküdar’daki büyük konak, zengin anılarının temel taşıydı. Galatasaray Lisesi yılları, unutulmaz gençlik döneminin kaynağı olmuştu. Resme küçük yaşta başlayan Selim’in Galatasaray’daki resim hocası Mehmet Ali Bey’di. 1935 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdiğinde ise ilk hocası kendisi gibi nazik ve huy güzelliği olan Feyhaman Duran’dı. Daha sonra Akademi’de, Fransa’dan gelen Profesör Levy ile tanışacak, fırçasının tılsımını, onunla Paris’te de sürdürecekti.
Selim’in mesleğindeki ilk başarısı, Halkevleri’nin bir programı ile başladı. CHP’nin desteğiyle Halkevleri, ressamlarımızı onurlandırmak için bir program hazırladı. Onları atölyelerinden çıkartıp, Anadolu ile kucaklaştırdı.


Sanatçılar tuvalleriyle fırçalarını alıp muhtelif illere gittiler. Seçtikleri manzaraları tuvallerine aktarıp Ankara’ya döndüler. Yaptıkları tablolar jüri tarafından değerlendirildi. Selim Turan’ın Muğla ilinden yaptığı manzara birinciliği kazandı. Selim’in eseri Çankaya’ya armağan edildi. Selim Turan, şöhretinin ilk basamağına adımını böyle atmıştı


Sanatta sınır yoktur. Mesleğinde ilerlemeyi ve gelişmeyi arzulayan Selim, kafasına, dünyanın sanat merkezi olan Paris’i koymuştu. Hayalini gerçekleştirdi. Paris’e yarışının ilk gününde Alman işgalini Paris’te geçirmiş olan Fikret Mualla’yı buldu. Onu bir derbederlik örneği olan perişan evinde görmek Selim’i çok duygulandırmıştı. O geceyi hiç unutamadı. İmrenilecek bir rastlantıdır ki, yıllar sonra Selim Turan, bu binanın giriş katını satın alarak, ölünceye kadar boyaların koktuğu, fırçaların konuştuğu bu çıkmaz sokakta oturacaktı.


Selim Turan, yarım yüz yıla yaklaşan Paris yaşamında, Picasso başta olmak üzere, çok sayıda ünlü sanatkarlarla tanıştı. Onlarla kültür alış verişinde bulundu. Paris’te en çok eserleri sergilenen ressamlar arasında yerini aldı. Selim Turan’ın bir başka sanat alanındaki çalışması, heykel dalındaydı. Bunu hobi olarak değil, bu sanatın inceliğine vakıf ve yetenekli bir usta olarak yapıyordu. Selim, sanat alanın da yetenekli bir yazardı da. Kimseyle ihtilafa düşmezdi. Herkese karşı sıcak bir dostluk gösterirdi. Bilgisiyle, sohbetiyle, çevresini büyüleyenlerdendi. Cenazesi yurda getirildi ve Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan mütevazi bir törenden sonra toprağa verildi. Resim dünyasının son çağ ustalarından olan bir altın fırça, renkli anılar bırakarak aramızdan ayrıldı.

Taha Toros,
Bir aydınlık daha söndü
Erhan Karaesmen
Selim Turan, çok bileşenli, karmaşık bir büyük adamdı. Herşeyden önce üstün zekalıydı. Yeni bilgileri anlama, gözlemleri algılama, sentez yapma sürati olağanüstüydü. Bir yandan da müthiş bir göz dikkatine sahipti ve normal bir sanatçı gözünün epeyce üzerinde bir ayrıntı yakalama yetisiyle donatılmıştı. Onun tarihten sosyolojiye, dinden fiziki bilimlere ve elbette sanatın her alanına yayılmış bir merak yelpazesi içinde, çok okumuşluğu, bu konuları bilenleriyle çok görüşüp irdelemişliği vardı: Bu özelliği cin zekasıyla birleştiğinde ortaya anıtsal bir kültür birikimi çıkıyordu. Bir diğer yüksek zeka ve kültür donanımı sahibi eşi Şefika Hanım ile birlikte kendisini bu denli filozof, alçak gönüllü, kalender, dünyevi işlere ve izzet-ü ikbal’e umursamaz yapan temel unsurlardan biri, belki de birincisi bu benzersiz kültür haznesiydi.

İnsancıllığı efsaneviydi Selim Turan’ın. Darda kalmış sade insanların işleri için koşuşturuculuğu, genç sanatçılara yol göstericiliği, kendisine haklı bir bilgece yardımseverlik ünü kazandırmıştı. Rançon ve Goetz gibi iki prestijli özel akademideki parlak eğiticilik döneminde Selim Turan’ın sanatsal ve kültürel yönlendiriciliğinden çok yararlanmış eski öğrencileri vardı. Kendi ülkelerinde güçlü sanatçı kariyeri yapmış olanlar dahil, bu eski tayfası kendisini yıllar sonra bile, sürekli arar, yeni birşeyler öğrenmeye, kapmaya çalışırlardı.

Bu yan ermiş bilge yanıyla tanıyacak kadar kendisiyle görüşmüş olan halktan, aydınlardan, sanatçılardan insanlar Selim Turan’ın bir gün ölebileceğini hiç düşünemezlerdi. Çok ötelerden gelen ve çok ilerilere gidecek bir büyük, değişik adamdı. Hem avangard hem büyük klasik; hem evrensel hem ulusal köklere çok bağlı ve hep öğretici, aydınlatıcı, yol gösterici. Ayrıca da alabildiğine farfarasız, sakin, iddiasız. Tanrı böyle bir adamı niye buradan alıp götürsün ki. Kendisi, ince alaycılığıyla bazen şöyle diyordu: “Çevreme bakıyorum da benim yüz elli sene falan yaşayacağımı sanıyorlar nedense. İnsanların mutlululuğu için birşeyler yapabileceksem, hadi biraz daha yaşayayım.” Mum yetmiş dokuzunda söndü.

Selim Turan yıllarca birlikte sürüklediği nefes darlığına karşın, görünürde sağlamdı. Son nefesinin bir kaç dakika öncesi ne kadar resim boyaya kadar azimli, çoşkuluydu. Sevenlerinin çokluğu ölümünü bir üzüntü hummasına dönüştürdü. Cenazesini uğurlarken Paris kültür ve sanat dünyasının düzenlediği törene damgasını vuran entelektüel ve insancıl havanın gösterdiği gibi, Selim Turan bir başka adam, bir başka sanatçı, bir başka Türk’tü.

Bu satırların yazarı Turan ailesini 32 yıl önce Paris’te tanıdı doktora öğrencisi ve coşkulu bir sanat meraklısı olarak. Selim Turan’ın şekil ötesi soyut (abstract non figüratif) akımı içinde çok parlak bir dönemiydi. Çevresi çok dolu olmasına rağmen, sanat meraklısı gençlere ayıracak zaman hep bulurdu. Bana ayıracağı zaman arttı ve ilişkimiz bir dostluğa dönüştü.

Paylaşılmış üzüntülerin en büyüğü ve en korkuncu Selim Turan’ın Türk uyrukluğundan çıkartılmasıyla geldi. O gün iki mektup alır: Birinden önemli bir uluslararası organizatörün bir dönemine ait resimlerini satın alıp, iki, üç de sergi düzenleme önerisi, diğerinden T.C.’nin filan Genel Müdürlüğünden vatandaşlıktan çıkarıldığını belirten yazısı çıkar. Yaşadığı acı gerçekten çok müthişti. Bazılarını hasetten çatlatacak kadar, evrensel ilişkilerinde başarılı olan Selim Turan, Picasso, Matisse, Eluard ile dostluk gibi “tekin olmadığı gammazlanmış faaliyetlerine binaen ve askere gitmediği için bu işlem yapılmıştı. Oysa muhbirin ya da işkilli küçük memurun havsalasının almayacağı kadar derinden toprağına bağlı biriydi o. Türk kültürünün kökenlerine son derece duyarlı, geleneksel sanatlarımızı çok iyi bilen biriydi. Bu nedenle çok üzülmüştü. Çok gariptir ki, yönetimdeki aklı başında herkes “yahu bu iş çok yanlış, hemen düzeltilmeli” diyordu ama bu akıl almaz yanlışın düzeltilmesi tam 14 yıl sürdü. Bu dönemde Selim Turan tam bir büyük adam gibi tek kelime yakınma ve sızlanmada bulunmadı, mağduriyet ve acındırma yüzsüzlüğüne başvurmadı. ABD, İngiliz ve Fransız tabiyetine geçmesi için yapılan teklifleri ısrarla reddetti, yanlışın düzeltilip kendisine “geri gel” denmesini bekledi. O cennet Paris’in zindana dönmesine katlanıp 14 yıl bekleme bahasına. 1980’lerden sonra gelip gitmeye başladığı Türkiye’sinde çok mutluydu özlem gideriyor, yeni çoşkular buluyordu; Plastik sanatlar ortamının vıcık tecimselliğinden, dünyadan habersizliğinden, kendi kendine gelin güvey oluşundan biraz rahatsızdı ama bu ortama bulaşmamayı yeğliyordu. Geleneksel sanatlarla ilgili bilgi derlemelerinden, araştırmalarından, çevresinde giderek artan genç insanların sevgi halesinden duyduğu tatmin kendisine yetiyordu. Bir kaç sergi de açtı. Bir yığın cahilin yalan yanlış değerlendirmelerine, “folklor ve gelenekle fazla uğraşıyor”, “yaşlandı, net çizemiyor”, “Paris’te yapacağı kalmadı, buralarda dolaşıyor” sözlerine gülüp geçiyordu. Onun Türkiye ile derdi başkaydı oysa, yeniden buluşma ve kucaklaşma sürecini yaşıyordu ve mutluydu. Bunlar ona yetiyordu.

Bilmeyenler ve bilemeyenler için bir küçük bilgi notuna gereksinim var: Paris Ekolü soyut dönemi, dünyadaki saçma sapanlıkların tıkanıklığının kaçınılmaz sonucu olarak her yerde yeniden hatırlanıyor, son yedi, sekiz senedir. Selim Turan adı, yerli cühelanın, hikmeti kendinden menkul çağdaşçı uzmanların minik havsalasının çok ötesinde bir evrensel tılsım kazandı yeniden. Dünya müzeleri ve koleksiyonları son yıllarda Selim Turan resimleri kapışıyor.

Selim Turan’ın derin kültürüne de bir örnek vermek isterim. Bir söyleşimizi anımsıyorum. Yabancı ülkelerde başarıyla çalışan öğretim üyesi, araştırmacı, bilim adamı bir dostumla onun Alesia’daki atölyesindeyiz. Selim Bey, en ciddi ve derin konular da bile elinden bırakmadığı ince şakacılığıyla konuşuyor: “Sanatçı, ‘nasıl’ı sezer, biçimlendirir, ortaya koyar. Bilim adamı bu ‘nasılın arkasından niçin’, ‘niçin’ diye koşturur. Cézanne, Kübizim’in ön düşüncelerini yumurtlayıp tuale aktarmayı denerken, görselliğin zamanla bağlantısındaki izafiliğin ipuçlarını veriyordu. Einstein daha sonra genelleştirilmiş izafiyetin ‘niçin’lerini açıkladığında bilimsel aklın ürünü ile sanatsal sezginin püskürtüsü tek bir gerçek etrafında bir birlerine kavuşup kolkola giriyordu. Devlet adamları, iş adamları, savaş komutanları, hepsi çok muhteremdir elbette. Ama silkelendiğinde sanatçı ile bilim adamı kalır sadece. Copernicus, Rembrandt, Stravinsky vardır, bir de Bohr vardır. İşte o kadar. Sanatçı ve bilim adamı her ikisi de hiç tanımadıkları, hiç tanımayacakları insanların mutluluk beklentilerine düzey yükseltici yanıtlar vermenin peşindedir. Gözü gönlü okşamanın yanısıra aydınlatıcı, umut vericidirler. Geriyi koyucu, ileriyi yücelticidirler. Bireylerin mutluluğu, ferahlığı, toplum düzeyinde gerçeklere ulaşmayı da kolaylaştırır.

Yüzyıllar boyunca pek çok sanatçı, düşünür sanatı toplumsallığa ilmeklemiştir kafasında.” Selim Turan o benzersiz en basite indirgeme gücüyle olayı şöyle özetliyordu: “Sanat toplumla vardır ve toplum kadar sanat vardır.” Selim Turan ile milyonlarca lümenlik bir aydınlık kaynağı gitti. Yokluğuna alışmak zor olacak.        
Gösteri.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder