Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Şevket Dağ


Kaya Özsezgin

Yaşamöyküsü
Sivil ressamlar kuşağının ilk üyelerinden olan Şevket Dağ İstanbul’da doğdu. 1897’de “Sanayi Nefis mezun olduktan sonra, Evkaf’ta küçük çok bir görev alarak meslek yaşamına başladıysa da bu görevi uzun sürmedi. Galatasaray Sultanisi’nde resim öğretmeni oldu. Sanat yaşamında hareketli bir dönemin başlamasına yolaçan bu olayda, o sıralar kendisine İttihat ve Terakki tarafından maarif nazırlığı önerildiği halde, bu görevi kabul etmeyen ve Galatasaray’da müdürlük yapmayı tercih eden Tevfik Fikret’in büyük bir payı vardı. Fikret, okulda eğitime ilişkin birtakım yenilikler tasarlarken, sanat gücüne inandığı Şevket Dağ’a da Galatasaray’ın resim öğretmenliğini uygun görmüştü. Bu değerlendirmede, Tevfik Fikret’in şairliği yanında ressamlığının da kuşkusuz yönlendirici bir katkısı vardı. Nitekim Şevket Dağ, daha sonra sanat gelişmesinde ve belli bir kişiliğe ulaşmasında Fikret’in büyük payı bulunduğunu söylemekten çekinmeyecek ve ona duyduğu “minnet” duygularını sık sık belirtecektir.

Galatasaray’daki öğretmenliği, Şevket Dağ’a her şeyden önce resim çalışma olanaklarını getirmiş ve sanatçı bu yolla, İstanbul’un eski yapılarını, camilerini daha yakından inceleme fırsatı bulmuştu. Ayrıca Şevket Dağ da Fikret’i bu görüş ve beğenisinde yanıltmamış, sonradan ressamlık yönüyle çevreye oldukça geniş biçimde yayılan ününü, öğretmenlik mesleğine bağlılığıyla da pekiştirmekten geri kalmamıştı. Dağ’ın Galatasaray’da resim öğretmenliğine başladığı yıllarda, okulların sanat eğitiminde izledikleri yöntem, genellikle basma resimlerden kopyalar yaptırma ilkesine dayanmaktaydı. Doğadan etüdler yapmak, çevre gözlemini ön plana almak, o dönem öğrencilerinin yabancı oldukları bir gelişmeydi. Şevket Dağ, Galatasaray’da öğrencilerine doğrudan doğruya doğadan çalışmanın önemini kabul ettirmişti. Öğrencilerine dershane dışında görevler veriyor, onların getirdikleri resimleri büyük bir ilgi ve dikkatle düzeltiyordu.

Galatasaray’dan sonra gene resim öğretmeni olarak çalıştığı İstanbul Öğretmen Okulu’nda da Şevket Dağ’ın izlediği yol buydu. 24 yıl boyunca görev yaptığı bu okulda, mesleğine titizlik ölçüsündeki bağlılığı, öğrencilerinin sonradan birer anı olarak beleklerinde yaşattıkları zengin izlenimlerle de kanıtlanıyordu. Öğrenciler üzerinde “hürmet telkin eden” bir kişiliğe sahipti. Okulda kendi çabasıyla düzenlediği “resimhane”, duvarlarını süsleyen eski öğrencilerin resimleri, vitrinlerine dizili Kütahya çinileri, tabaklar, işlemeli ibrikler, testiler, biblolar, Karagöz tasvirleriyle ziyaretçilerin çokça dikkatini çekerdi.

Şevket Dağ, özel yaşamında da titiz ve ölçülü bir kişiydi. Ressam Malik Aksel, kendine özgü bir anlatımla, onu şöyle tanımlıyor: “Kendisini yakından görenler, onun iri, kalın vücuduna rağmen, hassas,duygulu bir ruhu, neşeli ve nükteli bir dili olduğunu hiç unutmazlar. Kılık kıyafetine büyük bir itina gösterir. Yaz, kış beyaz kolalı yaka kullanır. İpek boyunbağlarının üstüne, altın üzerine elmas ile süslenmiş küçük bir palet iğne takar. Üzerinde ufak bir boya, bir yağ lekesi bulunmaz ve buna tahammül edemezdi. iyi giyinenleri olduğu gibi, iyi konuşanları, derli toplu kimseleri severdi.”
Şevket Dağ, geleneğin katılaştırdığı toplum alış kanlıklarını yenmede ve sanatçı yönüyle çevresine örnek olmada da, büyük başarı elde etmişti. Kuyucu Murat Paşa türbesi yakınında, bir muhallebici dükkanında sergi açması ve Ramazanda halka resim göstermesi, yıllarca cami içlerinde yorulmadan resim çalışması, buna karşı çıkan bağnaz kişilere direnmesi, onun sanata duyduğu sevgi ve saygının da somut belirtileridir. Yapı içlerine ve sokak aralarına sehpa kurup resim yapmanın geleneklere aykırı sayıldığı bir dönem de, doğa karşısında resim çalışmak gerektiğini savunu yor ve birtakım koşullanmaların kırılması yolunda şimşekleri üzerine çekmekten yılmıyordu. Çok sevdiği Ayasofya içinde resim çalışması, ancak bir “irade-i seniyye” ile mümkün olabilmişti. Şevket Dağ, bu olayı şöyle anlatıyor: “Ayasofya’da resim yapmak üzere Dahiliye Nezaretine bir istida vermiştim. Bu istidam Zaptiye Nezaretine gelince Şefik Paşa beni huzuruna çağırdı. Ayasofya’da ne yapacağımı sordu. Ben de ressam olduğumdan müsaade buyurulduğu takdirde oranın resmini yapacağımı söyledim. Paşa da ‘Evinde oturduğun yerde resim yapsan olmaz mı?’ deyince, ben de şu cevabı verdim: Evet paşa hazretleri, doğru ama bizim evden camiin içi görünmez.”

İmzasını yıllarca palet biçiminde atması ve Rumelihisarı’nda yaptırdığı yalının görülebilecek birine palet kabartmasını koydurması da, mesleğine duyduğu saygının bir işaretiydi. Başka bir çok arkadaşı gibi Avrupa’da sanat bilgisini genişletme fırsatı bulmamıştı ama, akademideki hocaları Valeri titizliğinden, Oskan Efendi bilgisinden sık sık söz etmeden geçmiyordu. Güzel Sanatlar Birliği’nin kurulmasında ve gelişmesinde, Yönetim Kurulu üyesi olarak büyük çaba göstermişti. Ayrıca Atina ve Münih sergilerinde gösterdiği resmi altın madalya kazanmış, 1933’te Paris’te açılan Fransız ressamları sergisinde üç tablosu yer almıştı.

Ölümünden bir yıl önce, 1943’te Güzel Sanatlar Birliği üyesi olarak katıldığı beşinci devlet sergisinde “Kadılar Hanı”, “Yenicami Köprü Kapısı” ve “Yenicami Dahili” adlı üç tablosu sergilenmişti. Şevket Dağ, 1944’te öldüğünde Siirt milletvekiliydi. Sami Yetik ve arkadaşlarıyla buluşmak üzere sözleştikleri bir gün, ani bir kalp sektesi sonucu öldüğünde, ressam dostları onun ilk kez sözünde durmadığına tanık olmuş, hayret ve üzüntüyle irkilmişlerdi.

Gene Malik Aksel’e kulak verelim: “Şevket Dağ, memlekette resmin gizli yapıldığı devirlerde, bir pehlivan cesaretiyle göğsünü gere gere resim yapmış, şövalesini istediği yere dikmiş, her türlü tehlikeye karşı koymuş, resmin günah olduğunu söyleyenlere bunun kutsiyetini bile telkin etmiş ve her yerde ressam olduğunu söylemiş, en mutaassıp çevrelerde sergiler açmış, mesleğiyle övünmüş, mesleğini herkese saydırmış, neticede haklı olarak da memlekette şöhret kazanmış..

Sanatı
Resim sanatımızın Batı ile ilk ilişkiler çerçevesinde, 1860’larda Şeker Ahmet Paşa ve arkadaşlarıyla başlayan gelişmeleri iki ana konu üzerinde izlenebilir: Bunlardan biri natürmort(ölüdoğa), öteki ise peyzaj (manzara)’dir Anıtsal ve bir ölçüde de “teatral anlamdaki figür yorumu ise Osman Hamdı’nın resimleriyle akademik bir araştırma alanı halinde çağdaş sanatımıza yansımış, ancak bu figürün manzarayı tamamlayan ikinci, hatta üçüncü derecede bir etken olmaktan sıyrılarak çağdaş resim sanatımızın yaşayan bir öğesi haline dönüşmesi cumhuriyet kuşağı ressamlarıyla mümkün olabilmiştir. Manzara resimlerinde ise eski tarihsel yapıların dış görünüşü, en azından İstanbul doğal güzelliği ve çekiciliği kadar sanatçılarımızı İlgilendirmiş bu yapıların doğa içindeki görkemi bir yandan plastik etkileri açısından öte yandan tarih değerlerinin kalıcılığı nedeniyle ele alınmıştır. Yapıların dış mn bağlantısı ve uyumu boşluk içindeki anıtsal etkisi sanatçılarımızı yakından ilgilendirmiş bu ilgi çevresinde oldukça zengin bir resim üretimini hızlandırmıştır. ‘Ne var ki, Şevket Dağa gelinceye kadar, söz konusu tarihsel yapıların içine girmek, böylece iç mekan mimarlığına özgü elemanlarını çağdaş resim olanaklarıyla değerlendirmek kimsenin aklına gelmemiştir.


Yapıların içinde canlı tasvir bulundurmanın saygısızlık sayıldığı bir ortamda ressamların oralarda uluorta ve istedikleri gibi resim çalışmaları kuşkusuz söz konusu olamazdı. Bu bakımdan dinsel yapıların iç düzenlerini konu alan resimlerin yapılmamış olmasını biraz da doğal karşılamak gerekir
Bir interieur ressamı olarak Şevket Dağ' ın kendi dönemi içindeki değeri böylece iki noktada anlam kazanıyor. Onunla yapıların iç mekanı biraz da yöresel denebilecek bir ilişki düzeniyle resme konu yapılmış ayrıca bu yolla belli bir koşullanma aşılmış, özellikle cami içlerinde resim yapılabileceği gerçeği, doğrudan doğruya kişisel bir sanatçı çabasının ürünü olarak gün ışığına çıkmıştır. Şevket Dağı, peyzaj ve natürmort ilişkilerinin yoğunlaştığı bir ortamda, bu tür konulara yabancı kalmamakla beraber, daha çok iç mekan resimlerine yönelten başlıca etken neydi? Bu konuda sanatçının izlenimlerini içeren kaynaklardan yoksunuz. Avrupa’da öğrenim görmemiş olmanın, sanatçıyı çok özel denebilecek yaklaşım ve ilişkilere yönelttiği düşünülebilir. Öte yandan, cami içlerinin “loş ve sessiz atmosferi, ulvi havası” da, Şevket Dağ’ı etkilemiş, onu, bu havayı yansıtmaya yöneltmiş olmalıdır. Malik Aksel, Dağ’ın öğrencileriyle mesire yerlerinde gezerken, onlara Tavukpazarı saz şairlerinin bazı beyitlerini söylettiğini, bu beyitlerin “muammaları” üzerine bilgiler verdiğini ve bunları çözdürmekten hoşlandığını yazıyor. Özel yaşamında da kişisel görgü ilkelerine geleneksel terbiye ve alışkanlıklara çokça bağlı bir kimliğe sahiptir. Eski İstanbul yaşamı, ondaki bu kimliği bel başlıca etkendir. Böyle bir yapının, cami içlerinde pencereler den sızan ışıkla yıkanmış dingin ortama, iç mekan ayrıntılarının bu ortamla bütünleşen günümüze yakınlık duymuş olması doğaldır. Şevket Dağ gibi “rind” yapılı bir kişi, ancak camilerin içindeki dünya-ötesi ilişkiyi kavrayabilir ve onun çağdaş bir sanatçı gözlemine konu olabilecek ayrıntılarını seçebilirdi.


Daha çok da Ayasofya ilgilendirmiştir Şevket Dağı. Onun Ayasofya içinden çalıştığı tabloları bir araya getirildiğinde, dikkatini belli bir konu çevresinde yoğunlaştırmış bır sanatçının zengın Bır gözlem yumağı ortaya çıkar. Ayasofya’nın çeşitli görüş açılarından yakalanmış değişik köşeleri, Şevket Dağ’ın bu Bizans yapısına, salt bir cami içi ressamı olarak bakmadığını da yeterince kanıtlamaktan uzak değildir. Üst galerilerden kapısına,son cemaat yerine ve bir sütunun ayağına yakın yerdeki mermer küpe -dostları bu küpü sanatçıya benzetiyorlardı- varıncaya kadar Ayasofya’nın bir dönem mimarlığına kaynakça yapacak tüm iç mekan düzenli sabırlı bir çalışmanın ürünü halinde kendini gösterir.
Şevket Dağ’ın bu resimleri kadar tüm öteki camı ve türbe içi resimlerinde konusunu bilinçle kavramış bir sanatçının işlek devingen paleti dikkati çeker. Kuru, cansız ve belgesel bir tasvircilik yerine çağdaş yaratma coşkusuyla örülü interiyör ressamlığının bu resimlerde ağır basmasını öncelikle izlenimci değerlerden kaynaklanan bu renk anlayışında aramak gerekir. İzlenimcilik onda, belli bir dönemin zorunlu anlayışı olmaktan çok konusunu yöresel bir duyuş ve algılayışla yansıtmanın zorlamasız koşulu gibidir. Bu bakımdan onun izlenimciliği, bir “okul” izlenimciliği karakterinden uzaktır. Camı duvarlarındaki çinilerle ve onların üzerine vuran ışık yansımalarını Avrupa ressamlarının hiçbirinin üslubuna uymayan bir yolla ele aldığı ilk dönem resimlerinden sonra Şevket Dağ’ın biraz da arkadaşlarının etkisiyle modernleşme eğilimlerine kapılarak izlenimciliği yöneldiği görüşündedir Arseven.  Ona göre bu tarz Şevket Dağ in duyuş ve görüşüne aykırı bir yoldu ve yeterince intibak edemediği bu yol eski realist resimlerinin değer düzeyinde değildi.  Nurullah Berk ise Şevket Dağ’ın izlenimcilikle bir ilişkisi bulunmadığı görüşündedir. Berk onu cami içi resimlerinde Osman Hamdi’ye yakın görmekte ancak Osman Hamdi’deki” ustalık”ı, Dağ’da bulamamaktadır. Burada Osman Hamdi’nin bir “interiyör” ressamı olmadığına değinmekte yarar var. Osman Hamdi’nin resimlerinde iç mekan figürle bağlantılıdır ve ancak figüre çevre oluşturduğu ölçüde vardır. Bizi sürekli olarak figürle ilişkiye yöneltir; onun bir resim değeri olarak önemini vurgular.

Oysa Şevket Dağ’da böyle bir kaygı yoktur. Cami ve han içleri onun resimlerinde, salt bir mimari mekan olarak ele alınmıştır. İzleyici sürekli olarak bu mekânın sessizlik dolu atmosferine çekilir, ışık-gölge değerleri, bu atmosferin gücünü ön plana çıkarmak için bir araç olarak kullanılır. “Türbe Kapısı” bu anlayışın tipik örneklerinden biridir. Ayasofya Cami Kapısı”nda olduğu gibi, figür sadece yapının anıtsal ölçülerini ortaya koymada küçük bir gereksinmedir. Topkapı Sarayı ve Rüstem Paşa Camii gibi geleneksel mimarlık anıtlarının içmekân nitelikleri bu tür bir gereksinmeyi daima ikinci plana itmiştir.
Milliyet Sanat Dergisi Eki



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder