William Turner (1775 - 1851).
Suluboya ressamı Thomas Gin in'in dostluğu ve zengin bir kolleksiyoncunun koleksiyonundaki eski ustaları kopya etmesine izin vermesi Turner'e ilk sanat bilgilerini sağladı. Bu resim meraklısının evinde, kendisini atmosferin belli-belirsizliği üzerine yaptığı araştırmayla etkileyecek olan suluboya ressamı Cozens'la tanıştı. 1789 yılında Krallık Akademisi'ne girdi ve ertesi yıl Lambeth Palace'ın bir görünümünü sergiledi. Bunun üzerine yayıncılar zamanın modası "pittoresk" yayınlar için kendisine kent görünümleri ısmarladılar. Bu, ülkenin ortalarına, Galler ülkesine ve Yorkshire'a yolculuk yapmasına yol açtı.
1793 yılında, ilk kez Bora adlı yağlıboya bir resim sergiledi; 1796 yılında Denizde Balıkçılar, 1797'de de Güneşin Doğuşu adlı tablolarını sergiledi. 1802 yılında ilk kez kıta Avrupa'sına bir yolculuk yaptı, Ren kıyılarını ve İsviçre'yi gezdi. 1807 yılında, Thomas Malton ve mimar Thomas Hardwick'ten öğrendiği bir teknik olan perspektifi öğretmek üzere Akademi'ye hoca oldu. Aynı yıl, Claude Lorrain'in "Liber Veritatis"inin bir öykünmesi olarak, oyma çalışmaları derlemesi "Liber Studiorum" unu yayınlamaya başladı. Türlere göre bir peyzaj sınıflandırması yapmıştı bu derlemede.
1804 yılında, kazandığı başarıların sonucu olarak kendi galerisini açtı. 1819 yılında, daha sonra 1829 ve 1840 yıllarında ziyaret edeceği İtalya'ya gitti. Kapalı, insandan kaçan bir kişiliği vardı, birçok kez insanlardan kaçıp uzaklaştı ve bunlardan birinde, 1851 yılında, Thames kıyılarında, takma bir adla yaşadığı pis bir kulübede öldü.
Son derece zengin yapıtında birkaç dönem vardır. Sanat yaşamının başlangıcında Hollandalılardan ve Wilson' un peyzajlarından etkilendi. Daha sonra, 1819'a kadar Claude Lorrain’in yoğun etkisini yaşadı (Kartaca'nın Kuruluşu, Siste Doğan Güneş, Dido ve Aenas, Kartaca Yıkıntısı).
İtalya'ya yaptığı bir yolculuktan sonra, 1819 yılından itibaren, öncelik verdiği ışığı aramaya başladı. Yavaş yavaş sıcak tonlardan yararlanır oldu: Erguvan kırmızısı, mavi, portakal rengi, ama özellikle ışıklı ve renkli bir esinlendirme yararına yavaş yavaş betimlemeyi ortadan kaldırdı. Hava, bulutlar, su, sis gibi doğanın sıvı ve uçucu ögeleriyle, meteorolojik olaylarla ilgilendi. Bunlara, basit bir renkli lekeyle dile getirdiği hareketi ekledi. Böylece, yavaş yavaş, empresyonist tasarımının ötesine geçen lirik bir soyutlamaya yöneldi Cesur İnsanın Sonu, Fırtınada Yanan Gemi, Denizde Kar Fırtınası (1842), Güneşin Doğuşu ve Deniz Canavarı (1840), Yağmur, Buğu ve Hız (1844).
Ama Turner yalnızca atmosfer ressamı değildir: Ev içi tablolarında da olağanüstü bir içtenci ressam olduğu görülür Pelworth’ta Ev İçi, Konser, Gece Toplantısı, Yalak Odası). Okumayı seven sanatçı bunun doğal sonucu olarak Milton, Byron ve Walter Scott'u resimledi.
İşığı saptamak saplantısıyla yaşayan, desene dayalı bütün ilkeleri cesurca yıkan Turner bütün zamanların en büyük ressamlarından biridir.
(…) Sanatçının konusunu seçmedeki bu yeni özgürlükten, o zamana dek küçük bir tür olarak görülen manzara resmi çokça yararlandı. Daha çok, kır evi, park veya "resim gibi" (picturesque) sahneler resimleyerek ekmeğini kazanan ressamlar sanatçı olarak pek ciddiye alınmıyordu. Bu tutum, geç XVIII. yüzyılın romantik ruhunun etkisiyle olduk-ça değişti ve büyük sanatçılar, bu tür resmin yeni bir saygınlığa yükseltilmesi gibi kesin bir görevle yükümlü saydılar kendilerini. Gelenek, burada da, hem itici hem de engelleyici olabilirdi. Bu açıdan, sorunun çözümü karşısında, aynı kuşaktan iki İngiliz manzaracısının nasıl değişik davrandığını görmek ilginçtir. Bu sanatçılardan birisi William Turner (1775-1851), ötekisi de John Constable'dır (1776-1837). İkisi arasındaki karşıtlık, bir parça, Reynolds ile Gainsborough arasındaki karşıtlığı andırıyor. Ne var ki iki kuşak arasında geçen elli yıl boyunca, karşıt düşünceler arasındaki uzaklık da epeyi artmıştı. Turner, Reynolds gibi, tabloları çoğun Royal Academy'de derin etki yaratan çok başarılı bir sanatçıydı. O da Reynolds gibi gelenek sorununa takmıştı aklını ve geçmek denmese bile, Claude Lorrain'in ünlü manzaralarına ulaşmak istiyordu. Tablo ve taslaklarını, ulusuna kesin bir koşulla, bunlardan birisinin, Lorrain'in bir yapıtının yanına konulması koşuluyla bağışladı.
Turner, böyle bir karşılaştırma yapmakla, kendine karşı doğru davranmıyordu. Claude Lorrain'in tablolarının güzelliği; onların dingin yalınlığından, sükûnetinden, sanatçının düş dünyasının apaçıklığından ve somutluğundan, gürültülü etkilemelerin yokluğundan gelmekteydi. Turner'de de ışık dolu, güzellik parıldayan bir düş dünyasından görüntüler vardı, ama bu dünya dingin değil, devingendi; uyumlu bir sadelikle değil, göz alıcı bir tantanayla doluydu. Turner, tablolarına, şaşırtıyı ve dramatikliği vurgulayacak her türlü etkiyi koymasını biliyordu. Seyirciyi bu etkileme tutkusu, eğer Turner o çapta bir sanatçı olmasaydı, çok kötü sonuçlar doğurabilirdi. Ama Turner öylesine büyük bir yönetmendi, öylesine bir ustalık ve beğeniyle çalı-şıyordu ki, amacında başarı sağladı. Onun tabloları bize, en romantik ve yüce anlarında yakalanmış doğanın görüntüsünü sunarlar. "R. 327", Turner'in en atak resimlerinden birini gösteriyor. Fırtınada allak bullak olmuş bir gemi. Bu burgaçlı kompozisyonu Vlieger'in deniz görüntüsüyle karşılaştırırsak ancak, Turner'in girişiminin nice ataklık gerektirdiğini ölçebiliriz. XVII. yüzyılın Felemenk ressamı yalnız bir bakışta yakaladığı şeyi değil, bir noktaya dek, konuda varolduğunu bildiği şeyi de çiziyordu. Bir geminin biçimini ve donatım araçlarını biliyordu; hem de öylesine biliyordu ki, o gemileri, onun tablolarına bakarak yeniden kurabiliriz. Oysa hiç kimse, Turner'in bir tablosundan, XIX. yüzyılın bir gemisinin nasıl olduğunu çıkaramaz. O bize koyu teknenin, direğin ucunda korkusuzca sallanan bayrağın, tehlikeli dalga vuruşları içinde, çılgın denizin ortasında kalmış bir geminin izlenimini vermekle yetiniyor. Rüzgârın furyasını, dalgaların şiddetini nerdeyse duyar gibi oluyoruz. Parlayan ışığın ve fırtına bulutunun koyu gölgelerinin yuttuğu ayrıntıları arayacak vaktimiz bile yok. Bilmem, Turner'in kendisi acaba böyle bir fırtına görmüş müdür ya da bir deniz fırtınası gerçekten böyle bir görüntüye mi sahiptir? Ama şunu kesinlikle biliyorum ki, romantik bir şiir okuyarak veya romantik bazı müzik parçalarını dinleyerek, bunun gibi, baş döndürücü ve ürkünç bir fırtına düşleyebiliriz.
Turner'de doğa her zaman, insanın heyecanlarını yansıtır ve dile getirir. Özdenetimimiz dışına çıkan güçler karşısında küçük ve yenik duyarız kendimizi. Öyleyse doğanın güçlerini avcunun içinde tutmasını bilen sanatçıya da hayran kalmak zorundayız. Gombrich
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder