Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Van Gogh, Vincent

Vincent Van Gogh (1853-1890)
Vincent Van Gogh 30 mart 1853’te Zundert’te (Hollanda), bir Protestan papazının oğlu olarak dünyaya geldi. İyi bir genel eğitim aldıktan sonra 1869’da, Lahey’de sanat tüccarı Goupil’in yanında çalışmaya başladı. 1873’te, kendisinden dört yaş küçük olan kardeşi Théo da Goupil’in Brüksel’deki bir şubesine girdi; aynı günlerde Van Gogh da şirketin Londra’daki şubesine atandı. Van Gogh ölünceye kadar kardeşiyle mektuplaştı. Belli bir yerde durmayan, birçok ülke ve şehir değiştiren, ailesiyle sürekli bozuşup barışan Van Gogh, sinirli ve coşkulu bir karaktere sahipti; belki de buna bağlı olarak toplum dışına itilmiş kişilerle ilgilenmeye başladı ve vaiz oldu. Mons bölgesinde (Belçika) yer alan Borinage’daki küçük çocukları eğitmekle görevlendirildi: onları öylesine büyük bir coşkunlukla eğitmeye çalıştı ki sonunda hasta düştü. Böylesine aşırı bir coşku göstermesi öbür kilise mensupları tarafından hoş karşılanmadı ve Van Gogh kısa bir süre sonra görevinden alındı.
Hollanda Yılları
Geçirdiği bu deneyimin yanı sıra Dickens’ın, Dostoyevski’nin kitaplarından da büyük ölçüde etkilenen Van Gogh, yirmi altı yaşındayken ressam olmaya karar verdi. Artık gizemci arayışını sanat alanında sürdürecek, Millet’nin köy yaşamını konu alan tablolarını kopya etmeye başlayacak ve akrabası olan ressam Anton Mauve’un öğütlerini dinleyecektir. Ne var ki Théo ile birlikte sanatçının tek desteği olan Anton Mauve, bir süre sonra fazla tuhaf bulduğu Van Gogh’a sırt çevirdi. Vincent’ın sanat tüccarı olan bir amcası kendisine on iki Lahey manzarası ısmarladı. Van Gogh bunun üzerine resimlemeci (illüstratör) olmaya yöneldi. Nuenen’deki ana babasının yanına dönünce köy yaşayışından sahneler resmetti ve natürmortlar yaptı. Gündelik hayattaki nesneleri ışık-gölge karşıtlıklarıyla veren bu kompozisyonların da XVII. yy. Hollanda ressamlarından (Rembrandt, Gerard Dou, Gabriel Metsu) esinlendi.
1885 yılının kışında, elli kadar köylü yüzü çizdi; bunlar sofrada bir yemek anını canlandıran daha iddialı bir kompozisyon için yaptığı etütlerdi. Yakınları ve çevresindekiler kendisine poz verdiler ve Van Gogh bütün gücüyle sefaleti, umutsuzluğu ve boyun eğmeyi anlatmaya çalışırken, bu özellikleri de şiddetli ışık ve gölge karşıtlıklarıyla daha yoğun hale getirdi. Nisan 1885’te, babasının ölümünden bir yıl sonra Van Gogh Patates Yiyenler adlı o büyük kompozisyonuna son fırçasını da vurdu.


Ama köyün papazı, kilise mensuplarından ona artık poz vermemelerini istedi. Bunun üzerine sanatçı Nuenen’den ayrılarak Anvers’e gitti ve orada kendisi için son derecede önemli olan iki keşifte bulundu: bunlardan biri Güzel Sanatlar Müzesi’nde görüp hayran kaldığı Rubens’in tablolarıydı, öbürüyse Doğu’nun ilgi çekici eşyalarını satan dükkanlarda gördüğü Japon estamplarıydı. Modele bakarak çalışmak için Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydını yaptırdı; ama bu arada ticari amaçla portreler ve şehirden görüntüler çizmeyi de sürdürdü. Başarısız olması üzerine cesareti kırıldı Ve 1 mart 1886’da Paris’e hareket etti.

Paris’te Bohem Hayatı
Vincent, Paris’te modern resmi tanıdı ve sanat piyasasında kendini kabul ettirebilmek için üslubunu değiştirmek gerektiğinin bilincine vardı. Kardeşiyle birlikte Montmartre’daki Lepic sokağında rahat bir daireye yerleşti. Paris’in büyük bulvarların dahi tablo satıcılarının vitrinleri önünde dolaşıp durdu; Julien Tanguy’nin dükkanının müdavimi oldu ve hatta Japon estamplarını fon diye kullanarak Tanguy’nun bir portresini yaptı.


Delacroix ile Puvis de Chavannes’ın resimlerine ve süslemelerine, Monticelli’nin kalın boya tabakasıyla gerçekleştirdiği, renkleri çok canlı natürmortlarına hayran kaldı. İzlenimcilik onu şaşırttı ama aynı zamanda aydınlık resmi bulmasını da sağladı.
1887 ilkbaharında, dostu Signac, onu açık havada çalışmak üzere Asnières’e götürdü. Yeni izlenimciliğin etkisiyle, fırça darbeleri parçalara ayrıldı, paleti aydınlandı. Van Gogh tablolarına artık saf renk dokunuşlarıyla belirginleşen ince gri nüansları katmaya başladı. Yakın banliyöden görünen birçok Paris manzarası yaptı; bu tablolarında, doğmuş olduğu ülkenin hiç de yabancı olmadığımız görüntülerini çağrıştıran Montmartre değirmenleri göze çarpıyordu. Kasım 1887’de Cichy yolundaki Grand Bouillon’da hem kendi eserlerini, hem de arkadaşları Émile Bernard, Louis Anquetin ve Toulouse-Lautrec’in eserlerini sergiledi.

Ressam Cormon’un atölyesinde tanımış olduğu bu arkadaşları kendileri ne “Küçük Bulvarın İzlenimcileri” adını vermişlerdi. Van Gogh, Paris’te geçirdiği iki yıl içinde aşağı yukarı 220 tablo ve desen gerçekleştirdi: bunların arasında kendi portreleri, şehir manzaraları, çiçek resimleri, heykel ve Japon estampı kopyaları, meyve, ayakkabı ve kitap natürmortları (Paris Romanları) vardı. Hollanda dönemine ilişkin karanlık üslubu bıraktıktan sonra kalın bir boya tabakası sürdüğü palet bıçağının yanı sıra fırça da kullandı ve işlediği motiflere biçim veren dokunuşları görünür durumda bıraktı: çoğunlukla ışıl ışıl parıldayacak biçimde vurulan bu fırça darbeleri, işlenen konuya özel bir titreşim katıyordu. Van Gogh’un sanat anlayışı, sadece birkaç ay içinde tam anlamıyla değişmişti. Ama gerek çalışma hırsı, gerekse Montmartre’ın zevk ve eğlence çevrelerine düşkünlüğü nedeniyle hem kafaca hem de bedence yorgun düştü. Şubat 1888’de, dinlenmek ve daha yumuşak bir iklimde yaşamak için Fransa’nın güneyine git meye karar verdi.

Arles Ve Saint-Rémy
Ama Van Gogh çok geçmeden hayalkırıklığına uğradı: geldiği Arles şehrinin dondurucu bir kışı vardı; ayrıca giyim kuşamını ihmal etmesi ve sert davranışlarıyla, bu şehirde ilgi yerine kuşku uyandırmıştı. Bütün geliri kardeşinden gelen para olan Vincent önce küçük evlerde kaldı, eylülde «Sarı Ev» olarak adlandırılan evde kiraladığı dört odaya yerleşti.

 

Arles’daki dar odasının resmini boyadı. Bu bakımdan, kardeşine yazdıkları, onun düşüncesini çok iyi açıklamaktadır:
“Aklıma yeni bir düşünce geldi, işte ona ilişkin yaptığım taslak... Bu kez söz konusu olan yalnızca benim yatak odamdır. Ne var ki renk burada her şeyin yerini tutmak zorunda. Böylece, nesnelerin basitleştirilmiş üsluplarını vurgulayarak, dinlenmeyi veya genel olarak uykuyu anıştırmalı. Tek sözcükle, tabloya bakınca, us ya da daha iyi bir deyişle imgelem kendini dinlendirebilmeli.

“Duvarlar solgun mor. Döşeme kırmızı tuğladan. Yatağın ve iskemlelerin ağacının rengi taze tereyağının sarı tonunda. Çarşaflar ve yastıkları çok açık bir limon yeşili. Örtü al renginde. Pencere yeşil. Küçük masa portakal, leğen mavi, kapılar leylâk.
“İşte hepsi bu. Kepenklerle örtülü odamda hiç bir şey yok. Eşyaların geniş çizgileri bile bozulması olanaksız bir dinlenmeyi dile getirmeliler. Duvarlarda portreler. Bir ayna, bir havlu, birkaç giysi.

“Tabloda beyaz bulunmadığı için çerçeve beyaz olacak. Bütün bunlar bu zorunlu dinlenmenin hıncım çıkaracak.

“Daha bütün gün çalışacağım üstünde, ama görüyorsun, anlayış ne denli basit. Gölgeler ve yansımalar kalkmış. Her şey, Japon baskıları gibi, hafif ve basık katmanlarla boyanmış...”
Belli ki, Van Gogh’un başlıca endişesi doğru betimleme değildi. Şeyleri resmettikçe, şeylerde duyduğunu ve başkalarına iletmek istediğini ifade etmek için biçimleri ve renkleri kullanıyordu. “Üç boyutlu gerçeklik” denen şeyi, yani doğanın bir fotoğraf gibi resmedilişini pek umursamıyordu. Eğer işine yarasaydı, şeylerin görünümünü zorlayıp değiştirebilirdi de. Böylece, değişik bir yolla, o yıllarda Cézanne’ın bulunduğu yolağzına benzer bir yolağzına gelmişti. İkisi de “doğayı taklit” amacını bırakıp, kesin adımlarını attılar. Gerçekleri, birbirinden farklıydı elbette. Cézanne bir ölüdoğa çizdiğinde, biçimler ve renkler arasındaki ilişkileri bulmayı amaçlıyor ve bu özel deneyi için, gerekli olduğunda, “doğru perspektif”i kabul ediyordu. Van Gogh, resminin, duyduğunu dile getirmesini istiyordu. Eğer amacına ulaşmada, bozma (distorsion) işine yarasaydı, bozmayı da kullanabilirdi. Bu noktaya her ikisi de, sanatın eski ölçütlerini yadsımadan varmışlardı. “Devrimci” yollarına yatmıyorlardı; kendini beğenmiş eleştirmenleri şaşırtma amacını gütmüyorlardı. Kalkıp da bir kimsenin tablolarıyla ilgileneceği umuduna nerdeyse boş vermişlerdi. Çalışmak zorunda oldukları için çalışıyorlardı.
Gombrich, Sanatın Öyküsü

Çektiği maddi sıkıntılara rağmen sanatçı gelir gelmez işe başladı. İlkbaharla birlikte kırsal bölgeler hayranlık uyandıran görüntülere bürünüyor, kiraz ağaçları çiçeklenerek Japonya’yı hatırlatan tablolar oluşturuyordu. Ressam, Arles kanalı köprüsü yakınlarında Port de-Bouc’ta oyalanıyor (L’Anglois Köprüsü), orada gezinenlerin, köprüden geçen yük arabalarının ve çalışan çamaşırcı kadınların resimlerini yapıyordu.



Antonin Artaud
“Van Gogh Toplumun Müntehiri”nden
“Öyle sanıyorum ki, Gauguin, sanatçının, simgeler, efsaneler araması gerektiğini düşünüyordu. Yaşamın olgularını bir mitosa değin büyültmek için. Van Gogh ise, günlük, sıradan şeylerin mitosunu en aza indirgemeye çalışıyordu. Bunda da sapına dek haklıydı. Benim görüşüm. Çünkü gerçeklik dediğimiz olgu, hiçbir kurmaca, hiçbir masal, hiçbir kutsallık, hiçbir gerçeküstücülükte yan yana gelmeyecek kadar, önemli ve üstündür. Gerçekliği yorumlamak için bir gerçeğe sahip olmak yeter. Van Gogh' dan önce, ne de sonra, hiçbir ressam gerçekleştirmedi bunu. Çünkü Van Gogh, gerçeklik denen olgunun üstesinden gelmişti bir kez ve son kez.”

(...)
“Bedene kulağı veren candı, Van Gogh ise ona canını verdi.”

(...)

“Onun resmettiği güneş yanığı altın ayçiçekleri birer ayçiçeği olarak resmedilmiştir, başka hiçbir şey değil. Ama doğadaki bir ayçiçeğini anlamak için, bundan böyle ilkin Van Gogh‘unkilere bakmamız gerekiyor.”

Haziran başlarında Van Gogh, Saintes-Maries-de-la-Mer’de bir süre kaldı; sahile yerleşerek sürekli yenilenen bir manzarayı birkaç çizgiyle resmetmek istiyordu. Desen kağıtlarını kamış kalem kullanarak çini mürekkebiyle kaplıyor, kendi yaptığı perspektife uygun çerçeve sayesinde manzara ile ilgili çok kesin notlar alıyordu; böylelikle her öğe, tahtadan bir kasnağa yatay ve düşey olarak gerilmiş iplerin yarattığı kareli görüntü sayesinde kolayca yerine oturtulabiliyordu.


Van Gogh daha sonra sahil manzaraları yapmak için atölye de yaptığı etütleri yenide ele aldı. Bu desenler, onun konuyu büyük deformasyona uğratmasına yol açan doğal, içten gelen bir anlatıma egemen olmasını sağlıyordu. Arles’a yeniden döndüğünde, açık hava çalışmalarını sürdürdü, çini mürekkebiyle tarlada çalışanların resimlerini çizdi, daha sonra da bunları tablo haline getirdi.

Kardeşi Théo’ya Mektuplar’dan
Van Gogh büyük bir ressam olduğu kadar, düşüncelerini, duygularını, kaygılarını, sevgilerini günlük yaşamını büyük ve has yazarlara yakışan bir yalınlıkla dile getiren bir sanatçıydı.
Kardeşi Théo’ya, yakınlarına ve sanatçı dostlarına yazdığı, birçoğu, resimlerinin taslakla rını da içeren mektupları üç büyük ciltte toplanmıştır. Burada sunduğumuz seçmeler “Theo’ya Mektuplar” (Ada Yayınları 1985, Çeviren: Pınar Kür)’dan alınmıştır. Milliyet Sanat
Arles, Eylül başı 1888
(...)
‘Resimlerimle rahatlatıcı, yatıştırıcı bir şeyler söylemek istiyorum, müzik kadar yatıştırıcı bir şey. Resimlerimdeki kadınlara, erkeklere, bir vakitler halenin simgelediği o sonsuzluk duygusundan katmak istiyorum, bunu renklerimin parlak titrekliğiyle vermeye çalışıyorum. Ah, portre... Portre... Modelin düşüncesini, ruhunu yansıtan portre!.. Gerekli olan bu, ilerde gerçekleşecek olan da bu bence.”
(...)
Arles, Ağustos ortası, 1888
(...)
“Buralar her zaman canlı renklerle dolu değil. Geçende bir ahırda dört tane aynı kahverengi inekle gene aynı renkte bir buzağı gördüm. Her yanından örümcek ağları sarkan ahır, mavimsi beyazdı, ineklerin hepsi çok temiz, çok güzeldi, kapıda ise toz ve sinek girmesini önlemek için yeşil bir perde asılıydı.
Gene gri - Velasquez’in grisi...
Öyle bir sükunet vardı ki görünümde - ineklerin sütlü kahve ve tütün rengi derileri, duvarların yumuşak, mavimsi gri beyazı, yeşil perde ve dışarısının ışıltılı altın yeşili çok çarpıcı karşıtlıklar oluşturuyordu. Görüyorsun ya, şimdiye dek yaptıklarımdan çok farklı şeyler var burada hâlâ yapılabilecek.”
Arles, Ağustos sonu, 1888
‘Artık Gauguin ile birlikte kendi atölyemizde oturmayı kuruyorum ya, stüdyo için dekorasyon hazırlamak istiyorum. Hep kocaman ayçiçekleriyle... Hani, senin dükkanın bitişiğindeki lokantada çok güzel süs çiçekleri vardı ya, orada, pencerenin içinde duran ayçiçeği hep aklımda.
Bu fikri gerçekleştirirsem on iki ayrı tablo olacak; hepsi birden, sarı ve mavi üstüne bir senfoni oluşturacaklar. Her sabah şafakla birlikte bunun üstünde çalışmaya başlıyorum, çünkü .çiçekler daha çabuk soluyor ve her tabloyu bir oturuşta bitirmek gerek.”
Arles, Eylül sonu 1888
“İnsan, Japon estamplarını ciddi olarak toplayan bir koleksiyoncuya, Levy’nin kendisine diyelim, “Aziz dostum, şu beş kuruşluk estamplara hayran olmaktan kendimi alamıyorum” diyecek olsa, herhalde adam şoke olacak, karşısındakinin cahilliğine, zevksizliğine acıyacaktır. Aynı şekilde, bir vakitler Rubens’i, Jordaens’i, Veronese’yi beğenmek de zevksizlik sayılıyordu.”
(...)

Van Gogh, Gauguin ve Émile Bernard ile Fransa’nın güneyinde (Midi) bir atölye, Pont Aven’dakine benzer bir sanatçılar topluluğu kurmak istiyordu. Gauguin’e ithal ettiği kendi portresini buna karşılık olarak ona, gönderdi. Gauguin de buna karşılık olarak ona, yüz çizgilerin iyice belirginleştirdiği ve bile bile Jean Valjean’a benzettiği bir tuval yolladı; tablonun adıysa Sefiller’di. Her iki sanatçı da birbirinin düşüncesini almadan kendilerini toplumun paryaları olarak temsil etmişlerdi. Gauguin Arles’a gitmek üzer Pont-Aven’dan ayrıldı ve 23 ekim 1888’de Arles’a vardı. Ancak iki sanatçı, bir araya geldikten sonra, umdukları gibi pek öyle huzurlu bir hayat yaşayamadılar. Ordan birbirine karşıt kılan şeyin ne olduğunu kısa sürede fark ettiler: zevkleri ve yaşama ritimleri. İlk günlerde Gauguin çalışma ve dinlenme günleri belirlemek istedi. İki ressam bazen yan yana aynı motifler üstünde (Alyscamps’ların bahçesi, şehrin çevresindeki kırlar, gece kahvesi) çalışıyorlardı, ama Gauguin Arles’daki yaşama biçimini hiç beğenmiyordu. Sık sık kavga ediyorlardı. Böyle bir kavgadan sonra Vincent kulağını usturayla kesti ve kopan parçasını bir fahişeye hediye etti. Bunlar olup biterken Gauguin olay yerinde değildi; ama yine de tutuklandı. Serbest kalır kalmaz Théo’dan kardeşinin yanına gelmesini rica etti. Üç gün sonra 26 aralıkta iki adam birlikte Paris’e döndü. Vincent ise hastaneye yatırılmıştı. Düşünülenin tersine Van Gogh kısa zamanda kendine geldi. Atölyesine döndü, sargılı kulağını gösteren bir portresini yaptı.


Ne var ki, bu iyileşme geçiciydi. Kaygılar, sıkıntılar kısa sürede ressamın ruh sağlığını bozmuştu. Van Gogh şubatta yeniden hastaneye yatırıldı, sonra kendi isteğiyle Saint-Remy yakınlarındaki Saint-Paul-de-Mausole’e yattı. Buranın müdürü atölye olarak kullanması için ressama bir oda verdi. Van Gogh, ya pencereden dışarıya bakarak ya da hastanenin bahçesinde çalıştı, bahçedeki çiçekleri, çınar ağaçlarının ve çeşmenin resmini yaptı.

Bazen bir hastabakıcı eşliğinde hastane dışına çıkıyor, zeytin ağaçlarını ve selvileri boyayı kalın tabakalar halinde kullanarak tablolarına aktarıyordu. Bu ağaçların kıvrımlı, dolambaçlı biçimleri, gökte döne döne ilerleyen korkunç bulutlarla uyum içindeydi. Bu tablolar ressamın acılarını, sıkıntılarını yansıtıyordu. Bundan sonra geçirdiği delilik krizleri 1889 temmuzunun ortalarından 1890 kışına kadar birbirini izledi ve çalışmalarını engelledi. Kısa süren yatışma dönemlerindeyse ressam Millet’nin estamplarını kopya ediyordu. Bunlar röprodüksiyondan çok renkli gerçek birer eser niteliğindeydi.

Auvers-Sur-Oise
Bir süre için sağlığına kavuşan sanatçı Auvers-sur-Oise’a hareket etti, bu arada Paris’e de uğradı. Orada, tuvallerinin Théo’nun dairesinde yığılı olduğunu gördü, bu ona çok acı verdi, çünkü tabloların satışı için Théo’ya güveniyordu; öte yandan bazı tuvallerinin de Peder Tanguy’nin evinde, bir tahtakurusu deliğinde» süründüğü de gözünden kaçmadı.

Yalnızlığına ve hastalığına rağmen ressam hiçbir zaman kendini kabul ettireceği umudunu yitirmedi. Mayıs sonunda Auvers-sur Oise’da, küçük, gösterişsiz Sanit-Aubin oteline, sonra da Ravoux kahvesine yerleşti. Koleksiyoncu olan ve kendisine yakınlık gösteren Doktor Gachet tarafından tedavi edildi. Van Gogh onun iki kez portre resmi yaptı. Güzel yaz günlerinde kır manzaraları, buğday tarlalarını, saman yığınlarını konu aldığı tuvaller de yapıyordu.


Bu kompozisyonlarda geleneksel olana bir dönüş vardır,ama yine de fırça darbeleri çok daha belirgindir ve bir yürek darlığı bir iç sıkıntısı kendini belli eder. Hayatını tehdit eden tehlike, tablolarında, buğday tarlaları üstünde uçuşan kargaların belirmesiyle açığa çıktı. Sanatçı ölümü böyle üzüntü verici bir manzara içinde seçti ve 27 temmuz 1890’da göğsüne bir kurşun sıktı; iki gün sonra da öldü. Altı ay sonra Théo da öldü. İki kardeş Auvers-sur Oise mezarlığında yan yana gömülmüşlerdir.  Axis

1890 yılının temmuzunda Van Gogh, Raffaello’dan daha genç bir yaşta yaşamına son verir. Ressamlık mesleği ancak on yıl kadar sürmüştür. Ününü borçlu olduğu tablolarının hepsi,- üç yıllık bir bunalım ve umutsuzluk döneminde yapılmıştır. Bugün hemen herkes onun birkaç yapıtını bilir. Ayçiçekleri, boş iskemle, serviler ve bazı portreleri, renkli çoğaltımlarıyla yaygınlık kazanmıştır. Bunlara sıradan birçok odada bile rastlanır. Van Gogh’un istediği de buydu zaten. Tablolarının, hayran kaldığı renkli Japon baskıları gibi, doğrudan ve yoğun bir etkiye sahip olmasını istiyordu. Yalnızca sanattan anlayan zenginlerin dikkatini çekmeyip, her insana sevinç ve avuntu götüren, beyinsellikten uzak bir sanat uğruna çırpındı durdu.

Fakat hiç bir fotoğraf onun tablolarının aslını yansıtamaz. Ucuz fotoğraflar, Van Gogh’un tablolarını, gerçekte olduklarına göre daha çiğ gösterirler. Kimi durumda da insana usanç verirler. Böyle olunca, tabloların aslına gitmek gerçek bir bulgu olacaktır, çünkü yalnızca aslında, en güçlü etkilere bile sızmış olan o incelik ve bilinç duyumsanabilir.   
   
Van Gogh, hem İzlenimciliği hem de Seurat’nın Noktacılığını özümlemişti. Katışıksız renklerli çizikleme ve noktalama tekniğini seviyordu, ama bu resimsel teknik onun ellerinde, Parisli sanatçıların yapmak istediğinden çok değişik bir şey olup çıkıveriyordu. Nitekim Van Gogh, her fırça vuruşunu, yalnızca rengi parçalamak için değil, aynı zaman da kendi coşkusunu dile getirmek için de kullanıyordu. Arles’dan yazdığı mektupların birinde esinlenme anlarını anlatarak şöyle diyor: heyecanlanmalar bazen o denli güçlü ki, insan çalıştığının farkına bile varmadan çalışıyor... ve fırça vuruşları, bir konuşmadaki veya mektuptaki sözcüklerinkine benzer bir gelişim ve tutarlılıkla birbirini izliyor”. Oranlama, bundan daha uygun olamazdı. Bu anlarda, nasıl başkaları yazı yazıyorsa, o da resim yapıyordu. Nasıl ki bir mektupta yazının biçimi, kalemin kâğıtta bıraktığı izler, yazan kişinin davranışlarına ilişkin kimi ipuçları verirler, öyle ki bir mektup büyük bir heyecan durumu içinde yazılmışsa güdüsel olarak varırız bunun farkına, aynı biçimde Van Gogh’un fırça vuruşları da onun ruh durumuna ilişkin birçok şey söyler bize. Ondan önce hiç bir sanatçı, bu araçtan bunca tutarlılık ve etkililikle yararlanmamıştı. Ondan önceki resimlerde de, örneğin Tintoretto’nun, Hals’ın, Manet’nin  yapıtlarında, atılgan ve rahat fırça vuruşlarının bulunduğunu anımsıyoruz, ama bu fırça vuruşları, bu andığımız yapıtlarda sanatçının üstün ustalığını, bir görüntüyü canlandırmadaki hızlı algısını ve büyülü becerisini gösterirken, Van Gogh’da, sanatçının kendinden geçişini ifadeye ‘yararlar.

Van Gogh, yeni araçlara yeni olanaklar veren nesneler ve sahneler ile fırçasını kullanmaktan başka çizim yapmasını da sağlayacak motifler boyamayı, bir yazarın sözcüklerinin altını çizmesi gibi boyayı kalın katmanlar halinde sürmeyi seviyordu. İşte bu nedenle saman köklerinin, çalılıkların ve buğday tarlalarının, zeytin ağaçlarının pütür pütür dallarının ve servilerin koyu ve kımıl kımıl biçimlerinin güzelliğini ilk bulgulayan kişi o olmuştur.


Van Gogh, öylesine yaratıcı bir çılgınlığın içine girmişti ki, yalnızca ışınlarını saçan güneşi değil , hiç kimsenin dikkati çekecek değerde bulmadığı sıradan, dinlendirici ve yalınç şeyleri de imgeleştirme gereksinmesini duyuyordu.
 Gombrich, Sanatın Öyküsü

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder