Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Yeni Bir Gerçeklik Olarak Resim-IV


Hasan Bülent Kahraman
Tinin Fenomenolöjisînde, kitabın kahramanı Hegel'in Geist diye adlan­dırdığı, dünyanın ruhudur ve onun, gene Hegel tarafından diyalektik bir biçimde izlenen gelişim sürecidir. Kendisine yönelik bilgilerden (self-knowledge) kalkarak gene kendisine yönelik bilgiye ve kendi bilincine (self-realization) ulaşım sürecidir; onun aşama ve evreleridir.

İşte yirminci yüzyıl sanatı da bir anlamda bu evrelerden ve bu aşama­lardan birisidir. Denebilir ki, tinin, tinden geçerek ya da tin aracılığıyla tine dönüş serüveninin son evrelerinden birisidir.

Geist’ın ulaşabileceği en üst nokta Hegel'e göre felsefedir. Çünkü, felsefe dönüşlü (reflexive) bir kavramdır. Felsefenin sürekli olarak sorduğu nedir? sorusu, felsefenin ne olduğudur; kendisidir ve gene felsefenin kendisi (varoluşu) doğrudan doğruya felsefenin en temel sorunudur. Felsefe tarihini de, bu anlamda, felsefenin yanlış özdeşleşimlerinin (mistaken identities) öyküsü olarak okumak olanaklıdır. Yanlışlıkların tümü de fel­sefenin kendisini nerede ve ne olarak gördüğüyle ve verdiği yanıtlara karşı çıkmasıyla oluşmuştur. Bu mantığa ve yoruma göre sanatın fılozofık tarihi bu tarihin bir felsefe olarak sanat tarafından temellük edilmesidir. Bir başka deyişle, sanatın, sanat tarihini felsefeye, ama Hegelci anlamdaki felsefeye, dönüştürmesidir.40

Buradan çıkarılabilecek iki sonuçtan birisi,
a) olguların kendilerine yönelik kuramlar (selftheorization) oluşturma­larının mümkün olduğu; diğeri de,
b) kimlik gerçeğinin olgunun özünü anlaması (özünün bilincine varması: (self-understandinğ) demek olduğudur.

Bir başka sonuç da, tarihin ulaştığı en son aydınlık noktasında—ki bu tarihin kendi içinde, kendisinde oluşan aydınlanmadır—tükeneceğidir.

Sanatın tarihsel önemi de, öyleyse, sanat felsefesini olanaklı ve önemli kıl­masında yatmaktadır.
Yakın geçmişteki sanata bu deyimlerle baktığımızda gördüğümüz, sanatın sanat olarak var olabilmesi için kuramlara (giderek) daha çok gereksinim duymasıdır ve daha çok dayanmasıdır. Bu anlamda kuram, sanatın anlamaya çalıştığı dünyaya ait olan dışsal bir şey değildir ve sanat nesneyi ve amacını anlamaya çalışırken kendisini de anlamaya çalışmaktadır.

Sanatın amacı ve irdelediği, anlamaya çalıştığı nesne sıfıra yaklaşırken onlara bağlı, ya da onlara yönelik kuramlar sonsuza yaklaşmakta, sonunda, elde kuramdan öte bir şey kalmadığı gibi sanat da buharlaşmakta, kendisine yönelik katışıksız bir düşünceden öteye gitmemektedir. Sanat, olsa olsa, kuramsal bilincinin nesnesine dönüşmektedir. Sanat, bundan böyle, tarihsellik sonrası bu dönemde de üretilecektir; fakat bu, sanatın tarihsel bir anlamı ve önemi olacak, demek değildir.

Sanatın tarihsel dönemi yaşanmış ve bitmiştir. Sanatın ne olduğu bilinir ve ne anlama geldiği tanımlanabilirken yaşanan bu tarihsellik şimdi aşılmakta, sanatın ne olduğu sorusu her geçen gün bir kez daha, yeniden, yanıtlan­maktadır. Dolayısıyla felsefenin sanata yönelik işlevi de her geçen gün biraz daha büyümektedir. Felsefe sanatın, felsefeci de sanatçının yerini almıştır.

Bunda Hegel'in tanımladığı mutlak bilgi (absolute knowledge) kavramının da etkisi vardır.
Bilgi, bilgiyle nesnesi (ya da amacı) arasında bir uzaklık kalmadığı zaman, ya da bilgi bilginin nesnesi haline gelip nesne-özne bütünlüğünü sağla­dığında mutlaklaşır, mutlak bilgi olur. Fenomenoloji'nin son cümlesi nesnenin felsefi anlamdaki tükenişini tanımlaması ve nitelendirmesi açı­sından önemlidir: "Bu tükeniş her anlamda kendi bilincine varmasıyla, ne olduğunu bilmesiyle gerçekleşir..." Artık hiç bir şey bilginin dışında değildir.

Danto'nun öldürücü çatlak diye nitelendirdiği ama gerçekliğini de yadsı­madığı bu yorumun bütün boyutlarıyla temellendiği alanın sanat olduğunu söylemeye gerek yok: Bugün, sanat nesnesinin ne olacağı sorusunun yanıtını kuramsal bilinç verdiğinden ve nesne-özne ayrımı ortadan tümüyle kalktığından sanat mı felsefedir, yoksa felsefe mi sanattır sorusu artık önemini ve anlamını yitirmiştir.
Ne mi olacaktır? Hegel "sanat geçmişe ait bir şeydir ve öyle kalacaktır," diyor ve devam ediyor, "en yüksek olanaklara ulaştığı bir dönemde sanat doğruluğunu yitirdi ve bizim düşünceler (ideas) dünyamıza aktarıldı. Bu, hem kendisine duyulan gereksinimin yittiği hem de onun gerçeklik sıralamasında sahip bulunduğu yeri yitirdiği anlamına gelir." Öyleyse bir sanat bilimi," bir Kunsiwissensckaft, "bugün, sanatın, sağladığı doyumla doyuma ulaştığı günlere oranla, çok daha fazla acil olan bir gereksinimdir. Sanat bizi üstünde düşünmeye ye doğasını bilimsel olarak kesinlemeye çağırıyor...

Bunlar da Hegel'in sözleri. Sanat tarihinin ve felsefesinin hazırlığı, birikimi ve olanakları bu yönde değil fakat, bugün yaşanan her şeye karşın, bu.

Başa, başladığım noktaya dönelim. Sanat evren, bugün o evreni anla­mamıza olanak veren dillerin en yetkini tarafından, postmodernizm tara­fından nasıl görülüyor? Onu belirleyerek bugünün gerçeğini hiç değilse şimdilik dondurayım.

Baudrillard şöyle diyor:
Postmodern, artık tanımların tükendiği bir evrenin karakteristiğidir. İşe yarayan tanımlarla oynanan bir oyundur. Olanaksız bir tanımın çevresinde dönüp durur. Bu tanım artık, ne sanat tarihinde, ne de biçimler tarihinde bulunabilir. Çünkü olası tüm tarih ve tüm tanımlar sökülmüş (deconstructed) ve tahrip edilmişlerdir. Gerçekliğe, artık hiçbir biçime gönderme yapılmamaktadır. Her şey olmuş, yaşanmış ve bitmiştir. Olanakların sonuna varılmıştır. Tanımlar kendilerini parçalamışlardır.. Geriye kalan yalnızca parçacıklardır. Yapılacak tek şey bu parçacıklarla oynamaktır. İşte postmodernizm budur.

Çok mu karamsar? Baudrillard onu da yanıtlıyor:
Postmodernizm ne karamsardır ne de iyimser. Yıkılan şeylerin kalmasıyla oynanan bir oyun değil midir postmodernizm? İşte bu nedenle bir 'sonra'dan söz ediyoruz. Tarih durmuştur; kişi, artık anlamı olmayan bir tarih-sonrası (post-history) içinde yer almaktadır. Bu çerçevenin içinde bir anlam bulmak artık kimse için olanaklı değildir. Tıpkı daha fazla gelişmenin mümkün olmaması gibi. Sadece hareket etmekten söz açabiliriz. Postmodernizm insanın elinde kalanla yetineceği bir noktaya ulaşma çabasıdır.4 Bana kalırsa "ne iyimser ve ne de karamsar"dır denilen bir olgunun, ondan da öte, bir yaklaşım biçiminin, bir bakış açısının ne ölçülerde karamsar olduğunu gösteren, kanıtlayan satırlardır bunlar.

Burada göstermeye çalıştığım üzere, salt belli kavramlar açısından ele alırsanız bir "tükeniş"ten söz etme olanağımız bulunabilir. Tükenişi bir "varoluş" biçimi diye değerlendirirseniz, ya da bir varoluşun ortadan kalkması diye algılarsanız o takdirde bunun gerçekliği de söz konusu olmaktan çıkar.

Sanat, onu üretenler için, insanlık için hemen her zaman bir Sisifos söy­lencesi olmuştur. Tepeye kadar çıkarılan kaya, bir süre sonra yeniden tepenin dibine yuvarlanmıştır. Ama sanat her zaman küllerinden doğan bir Anka kuşu olmasını da bilmiştir. Tıpkı ateşi insanlara getiren Prometeus'un gündüz oyulan ciğerlerinin akşam yenilenmesi gibi, sanat da kendi külle­rinden doğmuştur.
Üstelik bu söylediklerim gerçeklik ötesi metaforları içeren şeyler de değildir, yaşanmış olgulardır.
Eski Yunan uygarlığı, ilkel, köleci bir toplum olmasına karşın, insanlık için bugün de şaşırtıcı olmayı, insanlığı bugün de yönlendiren, bilinç­lendiren, ona aşamalar kazandıran yapıtları bağrında taşımaktan doğan onuru yaşamayı sürdürüyor.

İnsanlığın "tarih öncesinde," tarih-sonrası denebilecek bu düşsel uygarlığın nasıl yaratıldığını açıklayabilmek için Marx sadece bir tek çözüm önerebilmişti: İnsanlığın harika çocukluğu.
Tüm düşsellik o harika çocukluğun içindedir.

Her dönemde harika çocukların yaşadığı kanısındayım.

Sanat da özünde başka bir şey değildir.

İkinci bir nokta da, sanat yapıtlarının bütün ideolojik bağlamlarına ve bağlanımlarına karşın ideolojilerin üstünde bir olgusallığa ve bir varlık-bilime sahip olduklarıdır.

Ama bu kavrayış çok daha bütüncül arayışlar ve bütünsel ideolojik yakla­şımlar gereksinir.

Sanata salt sanatın içinden ve onun olanaklarıyla bağlı kalmak, sorunları belki değerlendirmek için yeterli olabilir ama sorunların çözümü o yak­laşımı aşmalıdır.

Çünkü, sanat yapıtı, andığım özellikleriyle, ideolojik belirlenimlerin ötesindedir.
Bunun nasıl bir etkinlik olduğu ise çok daha uzun bir çalışmayı gereksinir
(a) Bu gerçek kendisini bilim evreninde de göstermiştir; göstermektedir. Hattâ, bilimsel terimlerin semantiğini artık "acı" gibi bir kavramın semantiğine benzetmek bile yanlış değil. "Acı" kavramı nasıl onu ifade eden kişiden kişiye değişiklikler gösteriyor, değişik anlam içe­rikleri sunuyorsa, bugün, "kütle" kavramı da aynı içeriğe sahiptir, dendiğinde kimseler buna şaşırmıyor. Hemen her bilimsel dönem ve yaklaşım "küde" gibi nesnel bir terimi kendi temel-lendirmek istediği kuramın bağlamında ele almakta, anlamlandırmakta ve yorumlamaktadır. Dolayısıyla, bir kuramla bir başka kuram arasındaki özdeşlik ve anlam eşitliği de artık yok olmuş, bilim sürekliliğin değil, kopuklukların ve sıçramaların üzerine oturmuştur.

 40Terry Eagleton, "The World as Artefact," The Ideology o/the Aesthetic (Oxford: Basii Blackwell, 1990).
41The Revenge of the Crystal, s. 294.
42 A.g.e, 105.

Çağdaş Düşünce ve Sanat, Hazırlayan: İpek Aksüğür Düben; Deniz Şengel, Plastik Sanatlar Derneği, 1991

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder