Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Yeniden Türk Kavramsal Sanatı Üstüne

Hasan Bülent Kahraman
Canan Beykal, Gösteri dergisinin Haziran sayısında yayınladığım Plastik Sanatlarımızın Son Dönemine Kavramsal Sanat Bağlamında Bir Bakış başlıklı yazıma karşı bir yazı yazarak (Gösteri-Temmuz) kimi saptamalarda bulundu. Onları ele almak istiyorum. Ne var ki, amacım yalnızca Beykal'ın yazısını 'yanıtlamak' değil. Daha çok, bir önceki yazımda dile getirmediğim ya da yeterince açamadığım kimi öğeleri deşmek, biraz daha derinleştirmek istiyorum. Beykal'ın yazısını bu bağlamda 'değerlendireceğim.'

Kavramsalcı Sanat, Plastik Sanatlar İçinde Değerlendirilebilir mi?
Kavramsalcı sanat plastik sanatların bünyesi içinde ele alınabilir mi? Yeterince tartışılmış ve ayrıntılandırılmış bir yanıtı yok bu sorunun. En azından bizim ülkemiz için yok. Oysa ben, bu doğrultudaki tüm tartışmaların tam da Beykal'ın olumsuzladığı o düğümlenme noktasından başlatılması gerektiğine inanıyorum.

Şöyle başlayayım: Gerçekten de, kavramsal sanat plastik sanatların sınırları dışında kalınarak geliştirilmiş bir estetik dil olarak algılanabilir. (Niçin estetik dil dediğimi ilerde açıklayacağım.) Bu alan, plastik sanatların tümüyle ötesinde, bambaşka, kendi koşulları ve kuralları olan (o arada da kuralsızlığı kural kabul eden) bir gerçekliktir. Gerçi kavramsal sanat, plastik sanatların arayışlarından geniş ölçüde etkilenmiştir. İlk açılımlarını plastik sanatlarda, özellikle resimde yaşanan tartışmalardan türetmiştir. Ama buna rağmen bugün dayandığı nokta farklıdır. Önemi de oradan kaynaklanmaktadır.
Gene de, ben sorunu Türkiye için iki alanı birlikte düşünerek ele aldım. Nedeni şudur: Ben, plastik sanatları üreten zihniyetle, kavramsal sanatı üreten mantığın aynı kaynaklardan beslendikleri kanısındayım. Bir başka deyişle, her iki alanın arka planını oluşturan episteme ortaktır.

Sorunu bir tür kültür sorunu olarak gördüğümden ve üretimin öncesini irdelemek istediğimden, bir alanı tartışırken onun zihinsel ve soyut verilerini öteki alanın sonuçlarıyla karşılaştırmanın yararına inanıyorum. Nitekim, plastik sanatlar, kavramsal sanat, edebiyat ve öteki disiplinler üstünde eşzamanlı olarak durmam, tümünü bir ortaklık paydasında ele almam, bir ortak katyeri arama ve bulma kaygumdan kay­naklanıyor.

Plastik sanatlar - kavramsal sanat etkileşimini de özellikle bu yaklaşımla ele alıyorum. Bu, gelenekselci bir tutum ya da tavır üstlenmekle ilgili değil. Çünkü, bu yaklaşım Batılı sanatsal üretimle Batı düşüncesinin dizgesini birbirine bağlıyor. İkisini de belli bir düşünsel terminolojiyle kavramayı öngörüyor.

Çoğunlukla, Batılı sanatın bir 'bütün' olduğundan söz edilir ve bu tanım genellikle belli bir alam özgülleştirmek için kullanılır. Bununla daha çok, 'o' sanatsal üretim alanının kendi içinde bir gelenek, bir eklemlenme, bir bireşim (sentez) yaratmış olduğu vurgulanır. Oysa, bu 'o' kadar da yeterli ve açımlayıcı bir yaklaşım değil. Çünkü, bu yaklaşım da Batılı sanatsal üretim bölümlenmesini Batı düşüncesinin genel yapısal özelliklerinden kopararak ele almaktadır. Oysa, doğrusu Batı bilincinin bütünlüğünden söz açmaktır. Onu oluşturan çeşitli evrelerin, dönüşümlerin, kopmaların birbirine bağlandığını, o arada sanatsal üretim dönemlerinin bu genel yapılanmanın bir parçası olarak ortaya çıktığını bilmektir. Ya da vice versa. Çünkü, örnekleri çok az da olsa,.kimi sanatsal çıkışlar düşüncenin gelişi­mini bir öncüllük - ardıllık sıralaması içinde belirleyebilmiştir. (Tıpkı ideoloji - teknoloji karşıtlığı, çanşması ve bütünleşmesi gibi ve onun yapılanma mantığının bir benzeri olarak...)

Dikkat edilirse, yukarda bütünlüğü olan Batı bilincinden söz ettim; fakat, aynı anda kopma kavramına da göndermede bulundum. Gerçekten de kopma ya da kırılma kavramları Batı'nın düşünce dizgeselliği içinde bence en önemli ve ayrıksı iki kavramdır.

Batı düşüncesi başlıca iki nokta etrafında oluşmuştur: İktidar ve sınıf... Bunlar bir noktada doğal gerçekliklerdir. Ancak ideoloji boyutu bağımlı veya bağımsız bir değişken olarak oluşuma katılınca sorunun görüntüsü ve boyutları değişmiştir. O noktadan başlayarak, bilim, sanat, düşünce üçlüsü sınıfsal ve toplumsal, o arada da iktidara yönelik açılımları önbelirlemeye başlamıştır. Dolayısıyla da bu üçlünün herhangi birisinde ortaya çıkan kopma da az sonra iktidan belirlemek için kullanılan bir araca dönüştürülmüştür. Örneğin bilim tarihindeki gelişmeler yeni sınıfsal açılımları, yeni iktidar modellerini doğurmuştur. Ya da, din düşüncesinde ortaya çıkan farklılaşmaların altında sınıfsal zorlamalar yeralmıştır.

Bu nedenlerle, Batı düşüncesi dediğimiz şey, aslında iktidarın, değişse de bütün olarak süren yaşantısını ve gerçekliğini somutlamak doğrultusunda yaşanmış kırılmaların tarihidir.

O bütüncül tarihte önce Rönesans bir çıkış olmuştur. Ardından, Luther ve Calvin'in patlamaları gelmiştir. Belli bir dönemde Galile ve Kepler'in önemlerini aramak gerekir. Nihayet Einstein ve Freud son büyük kopmaları hazırlamışlardır.

Gene de şu gerçek değişmez: Bütün bu kırılmalar, kopmalar Batı epistemesini oluşturan bütü­nün dışında değillerdir. Onu zorlamışlardır fakat, ona eklemlenmişlerdir.

Batı sanatının üslupçu ve biçimci geleneği bu gerçeğin ardındadır. O da öteki disiplinlerde yaşanan değişimlere bağlı olarak başkalaşmıştır. Kopma gerçeğine yabancı olmayan Batı düşüncesi, bu eklemlenmeyi kabul etmiştir. Teori - pratik ilişkisi de buradadır: Kübizm önce maddenin ve bilinçaltının deşilmesine tanık olmuş oradan bir sıçramayla kendisini ortaya koymuştur. Dışavurumculuk çok katmanlı bir toplumsal gerçeğin yaşanmasıyla üretilebilmiştir. Perspektifin çok çeşitli yansımaları vardır. Duchamp, kendi özgül gerçeğiyle bir yeniliktir. Ama, bu onun kopuşlar geleneği içindeki ayrıksılığını, yabansılığını doğurmaz. Çünkü, öteki tepkiler de ayrıksı çıkışlardır ama, bu onların bir bütün oluşturmasını engellemez.

Batı sanat tarihinin de bir parçası olduğu Batı düşünce tarihinin ana gerçeği budur.
Oysa, Türkiye toplumunun böyle bir geleneği yok. Olabilirdi. Çünkü, 1920'lerle birlikte yaşanmış büyük bir us yarılımı var. Eğer o noktanın özgürleştirilmesi mümkün olabilseydi, yeni bir dizi çıkış, yeni bir dizi oluşuma gidilebilirdi. Oysa, 1920'lerin çıkışı Batı'ya eklenme (eklemlenme- değil) olarak sunulduğundan ve Batı'nın yaşanmış tarihi tartışılmaz bir veri-gerçek olarak koyulduğundan sanatsal üretim de bir tekrar çevresinde dönmeye kendisini tutsak kılmıştır. 'Örnek alan', bir sanatsal üretim Duchampyen kopmayı sağlayabilir mi?

O zaman da Lhote ve Leger olgusuyla karşılaşıyoruz. Bir yanda Batı'nm sınırları içinde kalarak bir şeyler yapabilme kaygusu, öte yanda ayrıksılığın varsayılan olanaklılığı... Bu ikisini bir arada düşünmek,   eğer   eklemlenme mantığı aşılırsa nasıl olabilir?
Benim söylemek istediğim şudur: Yaptığım tanım içinde belli bir kopma ve özgüllük çok daha iyi bilinen konvansiyonel plastikle dahi sağlanamamışken Türkiye'de bunu kavramsal yaklaşımlarla yapmak acaba söz konusu olabilir mi, ya da kavramsal sanat Türkiye'de öyle bir arayışın uzantısı olarak mı doğmuştur?

Birinci soruya yanıtımın olumsuz olacağı bellidir. İkinci sorunun da birinci bölümünü tartışıyor, ikinci bölümünü öneriyorum: Yani özgüllük çizgisini tutturamamış bir yerel oluşumla karşı karşıyayız. Bizdeki plastik, tekrara ve yeniden üretime dayalıdır. Bu, plastisyenin sorunu değildir? Bir epistemoloji olgusudur.

Geriye kavramsal sanatın kopmayı öngören çıkışı kalır. Fakat, orada da bir gebelik ve doğum sorunu var. Ben değil, Türkiyeli sanatçının kendisi kavramsal sanatı konvansiyonalizmin bir uzantısı olarak düşünüyor. Dolayısıyla da kopmayı sağlayacak birikimi oluşturmuyor ve kendisini o noktaya zorlamıyor. Geçen yazımda bu nedenle "gelenekselden tedrici ya da ani bir kopuşla ayrılan yorum arayışlarını olumlu, bu özellikleri sağlayamayanları da olumsuz buluyorum" demiştim.

Kısacası şu: Batılı sanat tarihi gerçekten de bir eklemlenme zinciri ile oluşmuştur. Fakat eklemlenen zincir, kırılmaların zinciridir. Bu bir. İkincisi, toplam Batılı epistemolojik birikime sahip olmadığı, onu özümsemediği için Türkiye'nin kavramsal sanat alanında ya da bir başka alanda Duchampyen bir kopma yaşaması olanaksızdır. Çünkü, ortodoksiyi ve konvansiyonalizmi aşacak böyle bir çıkışın maddi temelleri söz konusu değildir. Bu nedenle, kendi içindeki tutarlılığı ayrı bir sorun olarak kalsa bile, yapılanın aşkın bir gerçekliğe ulaşması bir tür öte anlatım geliştirmesi olanaksızdır!..
Varsa da ben o örnekleri gerçekten bilmiyorum...

Bu nedenlerle Batı düşünce dizgesinin içinden bakınca, kavramsal sanatla (onun özgül gerçekliğine ait bağımsızlık koşullarını bir yana bıraksam da) plastik sanatlar geleneğinin bir bütüncül, tümleşik ilişkisi vardır. Nasıl olmaz?,. Dediğim gibi, kendisine ait farklılık sınırlarını bilsek de, kavramsal sanatın öncesinde konvansiyonel plastiğin anlam ve anlatım zorlamaları kavramsala giden yolun taşlarını döşememiş midir? Bizse, henüz o boyutu (özgül olarak) yakalayamadığımız için kavramsal sanatın ifade olanaklarını belli bir düzeye taşıyabilmiş değiliz. Bizim kavramsal sanatımızın yeni bir dil üretimi içinde denediklerinin Batı'nın konvansiyonel anlatım araçlarıyla deneyip tükettiği şeyler olması bu nedenledir!..

Buradan hareketle de kavramsala sanatın kendi gerçeğini bir tür bağımsızlaşma temeline yaslamasını öneriyorum. Eğer Türkiyeli sanatçı gövde, süreç ve çevre sanatının getirdiği duyarlılığı bağımlı ya da bağımsız olarak yaşamış olsaydı belki bugün yeni bir ayrıksı bir zemini de yakalamaya çalışabilirdi.
Olmadı. Olmasını da güç görüyorum. Çünkü, şöyle bir nokta var: Estetik, felsefenin gerçeği sorguladığı bir kaç belli başlı alandan birisidir. Kavramsal sanat da gerçeği sorgulayan estetiğin kendisidir. Bu nedenle, onun sorması gereken sorulan sormuş, vermesi gereken yanıtları vermiştir.-Ama bu arayışında yalnız değildir. Daha önce konvansiyonel araçlarla, o malzemeyle o üslup ve biçim sınırlamalan içinde 'boş' tuvallerin boyanabilmiş olması da bundandır. Fakat aradaki fark şudur: Konvansiyonel plastisite gerçeği sorgulamaz. Onu yanıtlamaz. Onunla özdeşleşir ve onu belli bir dönüştürme içinde 'verir'. Hiç değilse kübizmden bu yana gelişen ayrışma böyledir. Oysa kavramsal sanat kendi gerçeğini üretme çabasındadır. Verili olanı anlamlı bulmaz. En azından onu söker ve yeniden kurar. Bu nedenle estetik - felsefe etkileşiminin kendisidir.

Bu birikimin olmaması daha başlangıçta Türkiyeli sanatçının elini kolunu bağlamıştır. Türkiyeli kavramsal sanatçının çıkış noktası ancak kendisi ve sezgisidir. Sistem (atik) değildir.

Dilin Sınırlarını Zorlamak
Dil de aynı sorunun bir başka yanıdır.
Dil, bir iktidar olgusudur. Ama, dilin kavramsal (soyut) bir gerçeklik olduğunu söylememize olanak veren özellikleri de vardır. Bu, onu kavrayışla ve alımlayışla ilgilidir.
Bu, sanatçının yerleşiklikle, iktidarla ve maddeyle kurduğu ilişkinin yanıtlayacağı bir sorudur.
Türkiyeli sanatçının bu çizgiyi yakalaması da güçtür. Çünkü, dilin kavramsal sınırlarını zorlamak, onu kavramsal bir gerçeklik olarak algılayıp dönüştürmek, yeniden kurmak, izlerini sürmek kişiyi ister istemez çelişkin bir nokta­ya itecektir. "Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır" gerçeğini kabul ettikten sonra onun kavram plastiğine ulaşmaya çalışmak, yeni bir yapıyı eski yapının taşlanyla kurmak olacaktır. Ne derecede farklı bir yapı olduğu, olabileceği başlı başına bir sorudur. Çünkü o, başka herşey bir yana, insanın kendi bilincine, benine müdahale etmesidir. Kendi sınırlarının dışına çıkmaya çalışmasıdır.

Kavramsal sanatın ilk el attığı alanlardan birisinin dil olması boşuna değildir. Ancak, oradan ha­reketle yeni bir dönüşümün başlatılabileceği düşünülmüştür. Çünkü, ancak öylelikle varolan iktidar sorgulanabilecek, ilişkilerin ıralı mantığı tartışılabilecek, verili gerçek sınanabilecekti.
1960'lardaki çıkışlardan söz edilmesi bu anlamda sevindirici ve düşündürücüdür. Çünkü, Türkiye dilin ve ona bağlı kavramların tümüyle değiştirildiği bir ülkedir. Bununla birlikte resmi bir dil anlayışının dayatıldığı bir ülkedir de. Beklenen, sanatçının buna tepki göstermesiydi. Oysa, sanatçı kendisine önerileni kabullenmiştir. Sandalyenin fotoğrafıyla kendisi, sözlük tanımıyla fotoğrafı arasındaki çelişkinin sunulması, Türkiyeli sanatçı için sıradan birşey olmak gerekirdi. Çünkü, oAltan Gürman'ın 1974 te yaptığı iki düzenleme tasarımı her eski - yeni sözcük çifti içinde gerçeğin silinip bir kez daha yaşanmasına tanıklık etmişti. Ama...

Evet, sorun tümüyle bir bilgibilimsel sorundur. Eğer onu öteleyecek bir mantığınız yoksa, Feyerabend'in yaptığını asla yapamayacaksınız, örneğin bilim tarihini yeniden tanımlayamayacaksınız demektir. Tabii, hapisanenin, cinselliğin, deliliğin sorgulanması da Batılı düşünürlere kalacaktır. Tüketim toplumu gelişecek, pop sanat doğacaktır. Sanayi ötesi topluma geçilecek video sanatıyla yüzyüze gelinecektir.

Bu anlam çerçevesi içinde keşke 1960'larda Altan Gürman'ın çıkışı sürdürülseydi denebilir mi? Nasıl olacaktı ki... Yapı söküm (deconstruction) mu tanınıyordu, yapısalcılık (structuralism) mi biliniyordu, göstergebilim (semiotics) yorum bilgisi (hermenautics) mi öğrenilmişti, onların verilerine mi ulaşılmıştı ki, dil bir kavram olarak 'değerlendirilecekti'?!.. Aradan geçen otuz yılda bir kaç ayrıksı örnek dışında bir gelişmenin sağlanamamış olması boşuna mıdır?

Kaldı ki 1960'ların tüm dünyada kavramsal sanat için önemli olması onu beslemesi bundandır. O yıllarda yukarda andığım 'okulların' eşliğinde toplumsal dizgeler, iktidar (içi) ilişkiler, yapılar sorgulanmıştır. Yukarda dediğim gibi, kavramsal sanat onların estetik bileşenidir. Ya Türkiye?.. Beykal, Türkiye'deki sanatçıların kimi sanatçıların 'kavramsal)' izlerini sürerek, benzeri sonuçları yakaladığını vurguluyor. Bana şaşırtıcı olduğu kadar da söylediklerimi doğrulayan bir çıkış gibi görünüyor bu. Şaşırtıcı, çünkü andığım yaklaşımların metinleri, birikimi Türkiye'ye henüz aktarılmamışken sanatçı onların 'sonuçlarını' yapıtıyla vurgulayacak!.. Bu nasıl olabilir?.. Doğrulayıcı; çünkü ben kavramsal sanatın bu ülkede sezgiyle götürüldüğü kanısındayım. Sezgi bir dayanak olabilir de, olmayabilir de. Eğer başlatılmış ve gelenek olabilecek bir çıkış sürdürülmemişse bundandır. Bir sanatçının sezgisiyle bulduğu şeyi de sonuçta öteki sanatçı, eğer bir kült değilse atlayacaktır.

Geriye bir tek şey kalıyor. Türkiye, bir çok şeye olduğu gibi kavramsal sanata da eksikli olarak başladı. Bu, birşeyi olumlamak ya da olumsuzlamak değil. Nesnel gerçeği tanımlamaya çalışmak. Kaldı ki, kavramsal sanatın daha geniş bir algılama ve kavrama düzlemi yarattığı ortadadır. Fakat, bu, karşımızdaki kültün sezgisel ve ikincil bir üretim olduğunu değiştirmiyor.

Sorun da ilkin bu gerçeğin yerli yerine oturtulmasıdır. Bir başka değişle şu: Türkiye, özellikle de Türkiye ve evrensellik söz konusu olduğunda öncüllerle ardıllar şimdilik ve bu koşullar altında yer değiştiremeyeceklerdir.

Ayrıksı bir kaç örneğin gücü ve pırıltısı da bu karanlığı yırtmaya yetmeyecektir. Fakat, bu geleceğe yönelik bir umut beslememek anlamına gelmez!..
Hürriyet Gösteri, Ağustos, 1993

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder