Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Yüksel Arslan

Yüksel Arslan (1933-2017)

Ferit Edgü
Sözcüklerle çizilebilir mi bir portre? Hele bir ressamın portresi? Ressamlar, hep kendi portrelerini çizmezler mi? Figüratifler, non figüratifler; gerçekçiler, gerçeküstücüler, aşırı gerçek çiler; eski klasikler, yeni klasikler, hep kendi portrelerini çizip boyamamışlar mıdır? Başkalarının portresini yaparken bile, sözkonusu olan, yansıtmak istedikleri, kendi “iç yüzleri” değil midir? Madem bir soru sorduk, cevabım da biz verelim: Elbet öyledir.
Yüksel Arslan da hep kendini çizmiştir. Onun portresini, şimdi sözcüklerle çizmeye kalktığımda, itiraf edeyim ki, bir değil, iki kolaylığına var. Birincisi, yıllar boyu, dostluğu aşan bir dostluk ilişkisi içinde tanımış olmam onu; ikincisi ise, diğer ressamlardan farklı olarak, onun, çizgiler kadar sözcükleri; renkler, biçimler kadar cümleleri sevmesidir. Ta başından beri böyledir bu. Aslında o bir yazar-çizerdir. Birçok resmi de, resimden çok yazı değil midir? Bir cümle bulur, onu resimler; o cümleyi, o sözcüğü resminde okursunuz. Maya’daki ilk sergisi (1955) resimlerden önce, adıyla (“İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü”) çekmemiş miydi ilgimizi?

Örneğin, o günlerin bir desenini ansıyorum, yıllarca beyaz kireç badanalı duvarımdan bakıp durmuştu bana, bir saman kağıdı üstüne kömür kalemle çizilmiş hüzünlü bir öküz (ya da baygm bakışlı bir inek). İmzasının üstüne, desenin adını yazmıştı Yüksel: “Freud haklı.”
Dedim ya, sözcüklerdir onun dostu. Resim sanatının olanaklarını araştırmamıştır. Kendince bir dil bulmuştur, düşüncelerini, duygularını, varlığını, bir kağıdın üstüne aktaracak. Resim kitaplarından çok ozanların kitaplarına bakmıştır. Filozofları okumuştur. Onlardan esinlenmiştir. Okuduğu tüm kitapların satır altları çiziktir. Sayfalarını, boşluk bulduysa, resimlemiştir. Çok önemli bulduğu sayfaları ya da paragrafların kıyısını, o anda cigara içiyorsa, cigarayla yakarak işaretlemiştir. (Kitaplığımda, Yüksel’in okuduğu kitaplar, ayrı bir yer tutar.) Bazılarına mührünü basmıştır. “Y.Arslan/Eleşkirt” Evet, o da, askerliğini hemen hepimiz gibi Doğu cennetinde (ya da cinnetinde) yapmıştır. Eleşkirt’te de okumuştur. Çizemese bile çok yazmıştır. Zaten ikisi aynı şey. Birçok resmi mektup gibidir. Birçok mektubu da resim gibi.

Beyoğlu’na, Beyoğlu’ ndaki Maya galerisine, Eyüp’ten kalkıp gelmişti. Ayağında Beykoz potinleri, kocaman kafası, sevecen gözleri ve pala bıyıklarıyla Beyoğlu’na gelmeden önceki yaşamı, tam bir “prolo”dur. İşçi bir babanın oğludur. Evleri fabrikaya komşudur ve karşılarında da güzel bir mezarlık görüntüsü vardır. Mezarlığı hiç unutmamıştır. Altındakileri değil, üstündekileri. Mezar taşlarına yeni biçimler veren odur. Onun. resimlerindeki mezar taşları taş değil, insandır.

Ressam sözcüğünü sevmediği için, bir ara çizer boyar adını takmıştı kendine. Hiç değilse, bununla, kendini gerçek ressamlardan ayırıyordu.

Yukarda söyledim, 1955 yılında Eyüp’ten Beyoğlu’na gelmişti. O sıralarda Sanat Tarihi’nde öğrenciydi. Belli aralıklarla Anadolu’yu dolaştı. Ama mekan, tüm sanatçıların mekanı meyhanelerdi. Beş altı yılı, “bu çağın her tür pislik ve sıkıntılarıyla” bu ortamda geçti. Bu sıkıntı sözcüğünün içinde, kendisi kabul etse de etmese de, bir kişilik bulmanın sıkıntısı, bunalımı vardır.Kendine uğraş olarak sanatı seçmiş, bu alanda ödün vermeyi onursuzluk saymış kişi için sanata yer olmayan bir toplumda yaşamının yarattığı sıkıntıdır bu. O sıralarda (1950’ ikinci yarısı), kişilik bulma, sanata sarılma ve kişiliği sanatın içinde bulma... bunlardı en büyük kaygımız.

Ama o, başlangıç döneminde, ilişkilere, davranışlara olduğu kadar sıkıntılara övgünün de resimlerini yapıyordu. Sonra, bu iliş kiler, davranışlar, sıkıntılar biçim değiştirdi. Daha doğrusu, gerçek kişiliklerine kavuştular. İlişkiler, insanlararası ilişkiler, cinsel ilişkiler oldu. Davranışlar, başkaldıran davranışlar oldu. Umutsuzluğun büyük çığlığına doluştu. Sıkıntı, artık gülünç bir sözcük olmuştu. Onun yerini dinginlik ve yaratıcılık aldı. Çevreyle ilişki, çevredeki nesnelerin değerlendirilmesi aldı. İlk resimlerini yaptığı, fabrika boyası pastelleri bir yana attı. Kendini nasıl yaptıysa, boyalarını da öyle yaptı. Kendi kendine. Sorarak ihtiyar kadınlara kök boya nasıl yapılır diye? Okuyarak kitapları, ilkeller resimlerini nasıl boyadılar, mağara duvarlarını nasıl bezediler diye. Kendi harcını nasıl kendisi kardıysa, boyasmı da kendi yaptı. Toprakla, balla, yumurta, akıyla, kemik iliğiyle, kanla, sidikle, spermayla.

Söylemesem olmaz mı: İnsanın kendini yapması, boyasını yapmasından daha güçtür. (Hazır reçeteleri kullananlar sözüm dışı Kafka’nın Köy Hekimi’nin dediği gibi, “Reçete yazmak kolay, insanlarla anlaşmak zor.”) Ve kişiliğin pahasını da ödemek gerek elbet. Şu ya da bu biçimde. Birçoğumuz, bedenimizi yıpratarak, karaciğerimizi bozarak, akıl dengemizi yitirip yeniden bularak ya da bulamayarak ödedik bunu. Kimimiz, yolun yarısında eyvallah, dedi yaşama, kimimiz yaşarken öldü. Eğer, bir portre için çiziktirmeye çalıştığım bu taslakta, başkalarından söz ediyorsam, portre sahibi de bu saydığım yollardan, geçitlerden geçmiştir, onun için., (Bunu da, fonda bir yere, soluk bir leke olarak bırakalım.)

Bunca engebeli yollardaki yolculuktan sonra, yalnızlığı, kendi içinde ve kendi için bir dünya kurma çabalarını, insanlara sırtını dönmüşlüğünü, aykırılık bilincini sonuna dek değil (çünkü bütün bunların sonu nereye çıkar, bu yolun yolcuları çok iyi bilir, ama yıllar boyu sürdükten sonra, yani Maya’daki ilk sergi den 13 yı1 sonra, 1968’de (Ah! 1968 yılı!) Das Kapital’e döndü. O gün bugün resimlerinde yalnızlığı haykıran insan başları yok, o gün bugün resimlerinde boşluk içinde devinen, yalnızlığını çiftle sürdüren, Arslan mitolojisinin varlıkları yok. O gün bugün, sabahlara değin süren alkolün, uyuşturucuların yalancı düş dünyası yok. Yalnızlığa, tekliğe, bireysel başkaldırışa övgüler yok. Anarşizm, nihilizm 1968’in öncesinde kaldı. Ama izlerini bırakarak. Ve o dönemin resimlerinde yaşayarak.

İnsanoğlunun yalnızlığı, cinselliği, doyumsuzluğu sanmıyorum ki diyaletik materyalizmin konuları olsun.

O dönemin verimleri anlamlarını, yalnız Yüksel Arslan’ın yaratıcı gücünden değil, yaşanmışlıklarından, gerçekliklerinden ve onlara bakan gözlerdeki karşılıklarından alıyorlar.
Yüksel, o günleri ansıdığında, büyük bir sadelikle, şöyle diyor: “Kendime, küçük, toplum dışı, yıkıcı, anarşist, insanlara - karşı bir yaşantı seçmiştim. Bu küçük özel dünyadan, 1967 yılı sonlarında materyalizm diyalektiğe vararak çıkıp kurtuldum, yeniden doğmuş gibi oldum.” Hiç kuşkusuz, insan birkaç kez doğabilir. Elimizde olmayan birinci doğuşumuzdur. Ondan sonrakilerde, anası da, babası da, ebesi de kendisidir insanın. Yüksel’in bu ikinci (ya da üçüncü) doğuşu, Eyüp’te bıraktığı sınıfsal kökenine dönüş müdür? Yoksa yaşamın kaçınılmaz çelişkilerinin getirdiği, uzun süren yeni bir dönemi midir?
Bu sorunun karşılığını - yoo hayır, zaman değil, Yüksel Arslan’ın kendisi verecek.

Milliyet Sanat. 1970 ler.


Sezer Tansuğ
Ankara’da bu ay düzenlenen SANART etkinliğinin, sanatta  tabu kavramının irdelendiği özel tema seçimi, öteden beri fallik tabuların üzerine hayli pervasızca giden Yüksel Arslan’ı yeni baştan gündeme getirdi. Etkinliğin kapsamında düzenlenen sergilerden biri de Yüksel Arslan’ın Türkiye’deki koleksiyonlarda yer alan yapıtlarından oluşuyor. Şimdilerde L’Animal dizisini oluşturmak üzere hayvanlar arasındaki cinsel ilişkilerin en olmazları ya da... imgelem fantezileri içinde en rakipsiz sayılabilir olanlarını resimlemekle uğraşan Yüksel Arslan’ın, Türkiye’deki koleksiyonlara son katkısı sayılabilecek çizimlerinin yer aldığı bir yenisi de Orhan Duru’dan geliyor. Geçen yıl ‘Çağdaşlara Saygı’ adıyla tarafımdan düzenlenen ve yüzü aşkın yapıtın yer aldığı bir diziye, hem eski bir dostu, hem de veteriner eğitimi görmüş bir ‘kitabı Baytaran’ meraklısı olduğu kaydıyla, Yüksel Arslan’ın önerim ve hatta ısrarım üzerine. Orhan Duru’ya bir ‘hommage’ olarak, içinde envai türlü hayvanın çiftleşmesini betimlediği kocaman bir deseni de sergiye katılıyor.


Yüksel Arslan, 1970’den beri adımını atmadığı Türkiye’de son sergisini 1966 yılında Ankara’da düzenlemiş ve yaşlı bir Fransız madamın müstehcen ihbarı üzerine açılan dava sonucunda beraat ettikten sonra resimlerini muhafaza edildiği karakoldan alıp Fransa’ya dönmüştü. 70’li yılların ortalarında İstanbul’da sanat galerileri faaliyete başladıktan sonra, Yüksel Arslan sergi tekliflerini hep geri çevirdi. Daha doğrusu bu sergileri galeri sahiplerinin yapıtlarını satın alarak gerçekleştirebileceklerini belirtmekle yetiniyor, fazla külfete yanaşmıyordu. Yüksel Arslan’ın 1980’li yıllardaki . İstanbul sergileri bu yaklaşım doğrultusunda açıldı ve yanılmıyorsam sadece. Besi Cecan’ın yönettiği Tem Galerisi bu yaklaşıma doğrudan ve dolaysızca sahne olan tek mekanı oluşturdu. 1995 Sanat etkinliği kapsamında düzenlenen Yüksel Arslan sergisinin ana kaynağını Besi Cecan’ın oluşturması, işte bu nedenle boşuna değildir.
Yüksel Arslan'ın 1955 yılında  Maya Galerisi’nde açılan, ilk sergisiyle benim ilk resim eleştirim arasında dolaysız bir bağ vardır.

Sonraları da çeşitli vesilelerle Arslan’ın resimleri hakkında yazmayı sürdürdüm. 1959 yılında açılan ikinci sergisi için yazdığım: yazıda, o resimlerdeki fallusların pıtrak bolluğuna değindiğimi anımsıyorum. Yüksel Arslan için yakınlarda kaleme alınan bir başka metni de TRT 2 nin Paris’te yaşayan ressamlar dizisi için hazırlamıştım. Yüksel Arslan bu çekime nedense izin vermedi. Telefonda bana söylediğine göre ‘mit’ine, yani ‘efsaneliğine’ halel gelirmiş. Fakat gene de bu metni esas alarak yazdığım bir yazı, Jale Erzen’in önerisiyle Sanart kapsamında. açılan serginin kataloğuna maloldu. Arslan’ın ‘Efsaneliğe halel gelmesi’ sorunu öyle sanıyorum bira profesyonelce bir reddedişin dile gelişidir. Çünkü Arslan’ın resimlerini satın alan Besi Cecan, Yüksel Arslan’ın Paris’teki yaşantısını kapsamlı bir video ‘filmine maletmeyi de başarmıştır.

Yüksel Arslan’ın 34 yıla yaklaşan Paris yaşamı, 1961 yılının güzünde başladı. Arslan’ı Paris konusunda yüreklendiren epeyce kişi ve neden vardı, ama bunların arasın da biri, sürrealistlerin ünlü eleştirmeni Edouard Roditi başta geliyordu. Roditi, Yaşar Kemal’in eşiyle akrabalığı nedeniyle İstanbul’a gelmiş ve Yüksel’in resimlerini görmüştü. Onu bir sergiye çağırması için Andre Breton’u ikna etmiş, o da Yüksel’e bir mektup yollamıştı. Yüksel’in ilk Paris yıllarını dolduran meslek hayalleri bunlara dayanıyordu. Fakat onun Paris’teki asıl desteği her zaman cüzdanında taşıdığı bir sarışın çocuk fotoğrafıydı. Sonradan evlendiği Belçikalı Lidy’den olan oğlu Arture. 1967’de Paris’e geri dönüşünden sonra, Arture orada yaşamasına olanak sağlayacak olan tek dayanağı oluşturacaktı.
Yüksel Arslan, haftanın her çalışma günü, sabah 9’la akşam 5 arasını dolduran çizim uğraşlarını büyük bir disiplin ciddiyeti içinde sürdürdü. İlk Paris yıllarında Artures adını verdiği resim dizilerini gerçekleştiriyordu. 


Okuma düşkünlüğü Arslan’ı Marquis de Sade metinlerine kadar her sanatsal, edebi ve filozofık daldaki kitaplara yöneltti. Giderek bunlara tıp kitapları bile katılacak ve Batı dünyası sanırım ilk kez, bütün bu yapıtların bir Türk’ün naif humor fantezisi ile yorumlandığı garip ölçütlere de sahne olmuş olacaktı.

1968 olayları sırasında Marksist öğretinin irdelendiği koşullar, elbet Yüksel Arslan’ı da etkiledi ve bu yeni siyasal eğilimlere katılma isteği, sanatçının Marks’ın Kapitalini bir dizi resimle ilginç yorumlara vesile ettiği bir çalışmaya yol açtı.


Öğretiyi bir siyasal realiteye oturtma isteğine gelince, bundan da lider portrelerinin yorumlarına değin yeni bir siyasal dizinin çıktığı görüldü. Bütün bunlar Arslan’ın siyasal bir yoğunlaşmadan çok, çizgisine vesile edebilecek bir kaynak bulmasına dayanıyordu. İmzasını Türkiye’de iken Comte de Phallus diye belirlemişken daha sonraları bir ara Artslan’a da dönüştüren sanatçı, Kapital dizisinin bir kitap haline gelişinden sonra bu kitaplaştırma yöntemini benimsedi.

 

Yüksel Arslan’ın 4 Temmuz 1969 tarihinde "Kutsal Aile"yi okuduğu sırada üretmeye karar verdiği ünlü tablo dizisi "Kapital", 27 yıl sonra Türkiye’de. 30 tabloluk dizinin birbirinden ayrı 13 orijinal örneğini kapsayacak sergi, Nişantaşı semtinde, Arman Palas’ın ilk katında hizmet veren güncel sanat ortamının yeni mekânı Dirimart’ta bu akşam açılıyor. Sanatçının çalışmaları genç galerici Hazer Özil ve ressam Komet’in gayretleriyle Türkiye’de ilk ve son kez sergileniyor.
Yüksel Arslan, altı yılda ürettiği yapıtlarına "Arture" adını veriyor. Bu orijinal kelimenin çıkışı ise, kendisinin Paris’te yaşamaya başladığı 1961 yılına rastlıyor. O dönemde eserlerinin galerilerde satışını kolaylaştırmak ve onları sınıflandırmak için Arslan’a danışılıyor. Bu aşamadan sonra, Arslan kaleme aldığı "Kapital İçin Uyarı" dizisinde bu terimin öyküsünü şöyle özetliyor: "Bunlara ne yağlıboya, ne guvaş, ne suluboya, ne desen denilebilirdi. Bu durumda sorunu kökünden çözümlemek amacıyla "Art" (sanat) sözcüğüne (Fransızcada Peinture ve Architecture sözcüklerinde olduğu gibi) "ure" son ekini katarak çalışmalarımın anabaşlığı olarak "Arture" sözcüğünü oluşturdum."
Arslan, bu dizi nedeniyle 1975 yılında yalnızca 200 adet basılan özel kataloğa da giren aynı yazıda kullandığı teknikten şöyle söz ediyor:
"...Bu daha da basit bir konu! 1950 - 1953 yıllarında, bilinen yollarla yaptığım çalışmaları (yani yağlıboya, suluboya, pastel, guvaş, suluboya, vb.) yok ettikten - (!) - sonra, yakın çevremde, İstanbul’da yaşadığım dış mahallede kolayca bulabildiğim ve doğal renkler adını verdiğim malzemeyi kullanmak gibi güzel bir fikir geldi aklıma. Böylece otları, çiçekleri, taşları tuğla parçalarını ezerek çalışmaya başladım. 1955 yılında, prehistorya sanatı üzerine bir kitapta hazır bir reçeteye rastladım; toprak, bal, yumurta akı, ilik, yağ, kan, vb.. O zamandan beri kağıt üzerine bu teknikle çalışıyorum, onu yetkinleştirerek." Evrim Altuğ

Önce tüm yararlandığı kaynakları ele aldığı influences (Etkilenmeler) ile kendi yaşamını irdeleyip sorguladığı Autoartures’ü kitaplaştırdıktan sonra L’homme(insan) adı altında oluşturduğu yeni bir dizinin de kitaplaşmasını sağladı.


L’homme (insan) dizisi, insan varlığının ruhsal ve zihinsel tüm hastalıklarını irdeleyen ilginç bir yorum vesilesiydi. Önceki diziler için olduğu gibi bu ve bunu izleyen L’Animal dizisi için de sayısız desenin yer aldığı koca koca defterler dolduruyor hâlâ ve bunlar Arslan’ın çalışma süreçlerindeki tüm gizemleri içlerinde saklıyorlar.

Yüksel Arslan’ın 1995 SANART etkinliği içinde yer alacak olması, aynı kentte 28 yıl önce yapılan ihbar ve yargılamanın anısını da canlandırıyor. Fallik tabuların hiçbiri, şüphesiz, önemli bir sorun da oluşturmuyor. Tabular adına, halktan ya da sıradan insanlar mı tepki gösteriyor? Siz bunların hiç birine kulak asmayın.        
Gösteri Dergisi, 1995


Ezber Bozan Ressam Yüksel Arslan

Yüksel Arslan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder