Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Zühtü Müridoğlu


Zeynep Oral
Bir kitap, bir sergi ne zamandır yazmak istediğim “portre”ye olanak verdi. Kitap “Zühtü Müridoğlu Kitabı”: Yapı ve Kredi Yayınları’nın, sonsuz bir özenle hazırladığı Zühtü Hoca’ nın çizdiklerinden ve bu çizgilere eşlik eden sözcüklerden oluşan kitap. Sergi ise Cumalı Galerisi’ndeki heykel sergisi...
Zühtü Müridoğlu’nun nüfus kâğıdında 80’in üzerinde bir şeyler yazıyor. Doğrusu ben inanmıyorum. Mutlak bir yanlışlık olmalı o belgede. O muzip gülüş, o hınzır bakışlar, o fıkır fıkır gözler, yerinde duramayan yaramaz çocuklar gibi kıpır kıpır hali, her an “hadi gidelim” demeye ya da “hadi gidelim” diyenin peşine takılmaya hazırmış gibiliği... Ve o bitmek tükenmek bilmeyen çalışma gücü, bitmek tükenmek bilmeyen yaratıcılık, hep yeniden üretmek... Hayır, hayır nüfus kâğıdında mutlak bir yanlışlık olmalı...
Ona bakarsanız, üç yaşına dek “dobişçe, sakin bir çocukmuş”. En büyük eğlencesi merdiven ayağında, tek oyuncağı bir takunyayla oynamak. Sonra... “Sonra hastalanmış, sıskalaşmışım ve huyum değişmiş. Vırvırcı, hırçın, arsız zırlayan kötü bir velet olmuşum.” (Zühtü Müridoğlu, kendini anlatırken sık sık bu sıfatları sıralıyor: Vırvırcı, hırçın... Ama ben bunlara da inanmıyorum!) İşte bir deyiş daha: “Bu sıskalık ve kötü huy, yaşamım boyu süregelmiştir. Uysal, iyi görünürken birden hırçınlaşmayı üstümden atamamışımdır. Ailemin ve yakınlarımın bana nasıl katlandıklarına çok şaşarım.” Ailesinin, yakınlarının nasıl “katlandıklarını” bilmiyorum ama, onunla birarada olduğum kısa ve sınırlı süreler benim için yalnız keyif anları olmuştur hep. Ve hırçınlığından çok kahkahalarına tanık olmuşumdur.
12 yaşında okulu bıraktı. 16 yaşına dek girip çıktığı işleri bıraktı. Kâh okur, kâh okumaz, kâh çalışır, kâh çalışmaz... “Ailenin başına bela” olmuştur... “Sıfır numara serseri olmasına az kalmıştı ki” iki rastlantı onu kurtardı: Birincisi Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının “Ferah Tiyatrosu”, ikincisi aile ocağının tavanarasında bulduğu bir boya kutusu.
On yedisinde ya vardı ya yoktu Ferah Tiyatrosu’nda bir oyun izlemeye gittiğinde. O an çarpıldı. Çünkü burada öyle kantolar düetler değil, koskoca ciddi oyunlar oynanıyordu. Kararını yerdi: Aktör olacaktı. Doğru sahne arkasına gitti, Muhsin Ertuğrul’u buldu. Hoca “Yarın gel, işe başla” dediğinde, artık kendisini aktör olmuş saydı. Ferah Tiyatrosu’nda kaldığı 5 ay boyunca aktörlüğü değilse de çalışmayı, kendini işe vermeyi, işini sevmeyi, çıkarın değil, işin önemli olduğunu öğrendi.
Tavanarasında bulunan boya kutusuna gelince: Bayıldı boya kutusuna ve içindeki boyalara. Ama fırça tutmayı bilmiyordu ki... Hadi onu bir arkadaşından öğrendi, ama gerisi... On sekizinde “Sanayi-i Nefise Mektebi’ ‘ne, yani Akademi’nin resim bölümüne girdi. Yaprak ve çiçeklerden oluşan alçı modele baka baka aynısını çizmeye çalışması boşunaydı. Çizdikleri, modele hiç benzemiyordu... Hikmet Onat’la yıldızının bir türlü barışmaması ve çizimine yararı olur diye çamur yoğurma ya, çamurla haşır neşir olmaya başlaması, akademideki yönünü değiştirecekti... Günün birinde İhsan Hoca (Ozsoy), karar vermesini istediğinde, “Ressam mı olacaksın, heykeltıraş mı?” diye sorduğunda, o kararını çoktan vermişti: “Heykeltıraş olacaktı.”


Heykel bölümünü bitirince, ver elini Paris. Yıllar önce onunla yaptığım bir söyleşide kendi şöyle özetleyivermişti—sonrasını: “Sonra Keferistan’a yolladılar beni. Üç buçuk yıl Paris’de sürttüm. (Neyse, parantez için de ben belirteyim: Öğrenimini Paris’de Callorossi Akademisi’- nde sürdürdü). Sonra Samsun Lisesi’nde dört yıl resim hocalığı, 3 yıl İstanbul Arkeoloji Müzesi heykeltıraşlığı, 1940’da Akademi’ye hoca oldum. Toplantılardan, bürokrasiden illallah deyip 1974’de emekliliğimi isteyip ayrıldım.”
O gün bugün çalışmayı sürdürüyor Zühtü Müridoğlu:
Dünyaya, yaşama ince bir alay, keskin bir mizah duygusuyla bakan Zühtü Müridoğlu, yaşam ve kültür birikimlerini, damıta damıta eserlerine akıttı, eserleriyle yoğurdu. Yine yıllar önceydi. Hiç durmadan Kibele heykelleri yapıyordu. Ahşaptan, çamurdan, bakırdan, avuç içi kadar ya da bir karış boyunda Kibele heykelleri... Bunlara hayran kalmıştım. Şöyle açıklamıştı: “Şu sıralar maliyeyle başım dertte, eve bereket gelsin diye Bereket Tanrıçası, Kibele heykelleri yapmaya başladım. Sonradan sardı bu beni, vazgeçemedim.”
Bir başka kez, yalnız ahşap heykeller yaptığına tanık oldum. O zamanki açıklaması da şöyleydi: “Bu kış mazot yok, soğuktan donduk. Ben de bol bol ahşap heykel yapıyorum: Malum, tahta yontmak insanın içini ısıtır da...’’


Bir kez de, bir gazetecinin “Neden büyük heykel yapmıyorsunuz?” sorusunu şöyle yanıtladığına tanık olmuştum: “Büyük heykel için büyük yer gerekir. Benim evim küçük, ondan küçük heykel yapıyorum.”
İşte Zühtü Müridoğlu’nun heykellerinin “neden”, “niçin"lerine ilişkin güncel yaşamdan kopmamış, ayakları yere basan açıklamaları. Yine eski günlere dönüyorum: Onu en çok öfkelendiren iki şey vardı. Öfkesinin hâlâ sürdüğünden hiç kuşkum yok. Biri “Halk bunu anlamaz” diye sanatı yozlaştıran yöneticiler... “Kendileri anlamaz da ondan... Yoksa halka kimse sormamıştır ki...” İkincisi ise “Ben sanatla ilgilenmem” diyenler... “Sanatla ilgilenmeyen hayatta ne yapar, bir türlü anlamam, bir türlü anlayamıyorum.” Öfkelenince bile o muzip gülümseme, dudaklardan eksilmez, yalnız bakışlar biraz daha çakmak çakmak olur ve daha şimdi söndürdüğü sigaranın ardından bir sigara daha yakar ve sürdürür: “Sanatla ilgilenmeyen, kitap okumayan, şiir sevmeyen, resme bakmayan, sinemaya gitmeyen, tiyatroya adım atmayan, çevresinden, kendinden nefret eder ve kendine de, çevresine de kin, öfke, fesat saçar!”


Sevgili Zühtü Hoca’ya nice kitaplar, nice sergiler dilerken, yalnız yarattığı o birbirinden güzel ve değerli heykeller için değil, var olduğu için de teşekkür ediyorum.
Milliyet Sanat, 1992



Seksen altı yaşındaydı ve yeni heykeller yapmaya hazırlanıyordu...
Nail Güreli
Beşiktaş’ta yaz aylarının yoksullar parkındaki Barbaros Anıtı bilir miydi, kendini tunca döken ellerden Hadi Bara’nm bir yaz ayında -1971’i bir Ağustos gününde- öleceğini? Bilir miydi, tuncuna hayat veren Zühtü Müridoğlu’nun yine bir yaz ayında -ne rastlantı, yine bir Ağustos sıcağında- bu dünyayı bırakıp gideceğini?
Biz ne bilirdik, Göztepe’deki evinde Zühtü Müridoğlu Hoca ile karşılıklı oturmuş konuşurken, onun bir hafta sonra her şeyi bırakıp gideceğini? Ne bilirdik, bunun “son röportaj” olacağını ve Zühtü Hoca’nın bunu okuyamayacağını.
Seksen altı yaşındaydı ve yeni heykeller yapmaya hazırlanıyordu.
“Bakır teller getirecekler, yine tezgâh yapacağım” diyordu.
Çalışma odası tüm sanatsal dağınıklığı ile onun tezgâh yapmasını bekler gibiydi. O, salona göçmüş; oradaki büyük masanın bir kenarına kurduğu ufak tezgâh bir balmumu çalışmasını sürdürüyordu. Balmumunda upuzun iki ayak, incecik bir gövde yükseliyor, iki yanında sıska kollar filizleniyordu.
“Bir buçuk aydır buna çalışıyorum” diyordu Zühtü Hoca. “Ama nedense biraz ağır gidiyor.”
“Adı ne olacak Hocam bunun?
Pul pul balmumu bacakları okşuyor:“Dansöz. Sonra tunca dökülecek bu.”
“Dansöz nerden aklınıza geldi Hocam?” diye hafiften sırnaşıyoruz. O ciddiyetle anlatıyor:
“Son yıllarda, on yıldan beri bale heykeli yapıyorum. İnce uzun birtakım heykeller yapmaya başladım. Tutturdular Giacometti’yi (x) yürütüyorum diye. Yürütüyorum da hakikaten. Ne var bunda? İnce uzun heykeli sevdim. Giacometti de yapıyorsa ne var bunda?”
Sonra daha gerilere dönüyor, kesik kesik anlatıyor:“Ben kırk yedilere kadar tombulca heykeller yapardım. Tombulca ama, öyle şişman filan değil, normal heykeller yapardım. Ellili yıllarda Kalamış’ ta oturuyoruz. Ağaçlar var bahçede. Budadılar bunları. Aman ne güzel dallar çıktı. O dalları heykel yaptım. Tabii, ağaç dalı incecik nesne. İncecik figürler çıktı.”
Zühtü Hoca’nın sesi, asırlık çınarın gövdesinden fışkıran bir filiz gibi taptaze sevinç dolu: “Ne kadar güzel aman” diye nerdeyse kalkıp oynayacak. “İncecik figürler çıktı ortaya; dal onu verdi, incecik... Ben ince figür yapayım demedim, dal onu verdi. Ama, ‘Haaa, işte Giacometti’yi yürütüyor’ dediler. Çünkü, onun heykelleri de incecik.”
Prof. Zühtü Müridoğlu’nun “tombulca” heykellerden “incecik” heykellere geçişini anlatışı, söyleşimizin bir başka yerinde anlattıklarıyla çağrışım yaptırıyor. Çünkü, orada da “tombulca"lıktan “incecik" liğe geçiş var.
Çocukluğunu anlatıyordu Hoca:
“Fatih’te, camiin arkasında bir evimiz vardı. Haliç’e, Marmara’ya bakan bir evimiz. Ben üç yaşıma kadar o evde yaşamışım. O evde böyle bir merdivenaltı varmış, bir taşlık varmış. Orada akşama kadar tek başıma oynarmışım. Dobiş bir çocukmuşum. Birdenbire bir hastalık geçirmişim, ne olduğunu bilmiyorum. O  zaman sıskalaşmışım birdenbire. O zamandan beri hep sıskayım, bu sıskalığım ordan kalma.”
Zühtü Hoca’nın yaşamındaki dobişlikten sıskalığa geçiş ile, heykelindeki tombulcalıktan incecikliğe geçiş arasında bir bağ kurulabilir mi bilemeyiz, ama anlattıkları, bizi bu ikisini altalta getirmeye yöneltti.
Zühtü Müridoğlu’nun tek başına yaşadığı, kendi malı olan bu daireye Hoca’nın yaşam biçimi sinmiş, kendisiyle bütünleşmiş, özdeşleşmiş. Eli gibi, kolu gibi, ayağı gibi... Balmumu lokmalarında doğum sancısı çeken Dansöz’ünden tutun da, hemen yanıbaşında okunduğu sayfadan katlanmış iki kitaba, dergilere, sehpanın üzerindeki gazetelere, Bafra paketine kadar her şey, zamanı Hoca’yla birlikte yaşıyor.
Zühtü Hoca “okumayanlar” ülkesinde bir “istisna heykeli” gibi üç kitabı birden okuyor: Ahmet Haşim ile Emre Kongar’ın “Demokrasi ve Kültür”ü bir de İlber Ortaylı’nın “İstanbul’dan Sayfalar” adlı yapıtları. Önce sabahları iki gazeteyle -Cumhuriyet ve Milliyet- okuma başlıyor; sonra kitaplar, biraz ondan biraz bundan... Arada yine gazeteler... Sigara da tüttürülüyor; günde sekiz on tane.
“Yarım bırakıyorum ama” diyor. “Sonuna kadar içmem sigarayı.”
Zühtü Hoca, Bafra tiryakisi. Biraz zor bulunuyormuş, çünkü sürümü yokmuş.
“Şimdi efendim, millet ucuz sigara içmiyor, Amerikan sigarası içiyor.”
Müridoğlu’nun sigaradan başka bir de rakı kaçamağı ya da keyfi var, akşamdaan akşama. Saat yedi buçuk-sekiz arası rakısını dolduruyor, yanında şeftalisi; kışın mandalinası.
“Rakı rahatlatıyor herhalde Hocam” diyoruz. Elini şöyle bir “boş ver” dercesine sallıyor:
“O, işin aldatmacası.”
Bu aldatmadan doktorun haberi yok. Hoca bir çocuk sevimliliği ile kendini affettirmek istercesine:
“Bir kadehçik olduğunu duysa, herhalde ses çıkarmaz” diyor.
Sigara ile rakıyı halletmiş, ama tavuktan yana şikayetçi:
“Her gün tavuk yemekten illallah! Öğleleri bazen ızgara et de yiyorum. Balık bulmak zor. Akşamları ise hep sebze. Ben oldum bittim az yerim. Ondan böyle sıskayım.”
Ya spor ya da yürüyüş?
“Yok, spor da yapmadım, yürüyüş de. Yürürdüm tabii. Bodrum’a gittiğimde yürürdüm.”
Zühtü Hoca’nın bir Bodrum’u, bir de balığı özlediği anlaşılıyordu.
Kazandibi ile muhallebi de var. Alıp onları arada bir “Şu köşedeki Manolya Pastanesi’nden” aldırıp lezzetine varıyor.
Zühtü Müridoğlu’nun seksen altı yıllık yaşamında hiç eksilmeyen lezzetler var; onun yaşam biçimi olmuş. Alçakgönüllülüğü, sevecenliği, para pul umursamazlığı...
En üst katında oturduğu bugün sekiz daireli apartman, kendilerine ait köşk yerine yaptırılmış. En azından dokuz daire alması gerekirken, kendisi müteahhitten yedi daire istemiş. Ama müteahhit de, bu “dostluğu” unutmamış.
“Halen her işime koşar” diyor Zühtü Hoca. Şimdi ise bu tek daireden başkası yok.
Zühtü Müridoğlu için dostluk ya da arkadaşlık önemli. Öğrencilerine öyle bakıyor; on dört yıl önce yitirdiği eşini o yanıyla anımsıyor.
“Öğrencileriniz gelip gidiyorlar mı?” diye sorduğumuzda:
“Artık öğrencim değil, hepsi arkadaşım oldu” diyor. “Geliyorlar. Bizim Akademi’de hoca-öğrenci ilişkisi diğer üniversitelerdeki gibi değildir. Özellikle bizim heykel bölümünde ilişkiler çok güzeldir.”
Samsun Lisesi’nde resim öğretmeni iken tanışıp evlendiği fizik öğretmeni eşinden söz edişi onun ölümüne dek 42 yıl süren bir arkadaşlığı yansıtıyor:
“Biz Seniha ile karı koca olmaktan ziyade, çok iyi ahbaptık, çok iyi arkadaştık Seniha çok otoriterdi. İyi hocaymış. Ve hocalığından dolayı da durumu çok iyiydi; öğrencileri onu sevip sayardı. Sınıfa girince tıs çıkmazmış böyle. Öğrenciler hâlâ gelip giderler bana.”
Seniha Hoca'nımla nasıl dost, arkadaş olduklarını anlatırken birlikteliğin özveriye dayanan yanını vurgulamak istercesine, eşine bir övgü söylercesine şu örneği veriyor Zühtü Hoca:
“Ben opera severim. Opera dediğim de, düttürü düttürü opera değil. Wagner’den hoşlanırım ben. Wagner öyle herkesin seveceği, gideceği opera değil. On beş günde bir, hatta bazen haftada bir mutlaka bir Wagner operasına giderdik Seniha ile. Wagner deyince, ben müzisyen değilim, Wagner’de müzikten çok konusunu, kurgusunu severim. Birçok efsane üzerine yazılmış operalardır. Konularını severim, onun için giderim.”
“Seniha Hanım da sever miydi Wagner’i?”
“Sevip sevmediğine dair bir şey söylememiştir. Ama gider, benimle beraber dinlerdi.”
Böylesine birlikteliği olan bir yaşamda niçin bir çocuk olmamıştı?
“Ukalalık ettim, ben çocuk istemedim. Bana benzer diye.”
“Kendinizden memnun değil misiniz?”
“Kendimden hiçbir zaman memnun olmadım. Siz bana bakmayın; böyle oturuyorum, efendi efendi konuşuyorum ama, bir gaip herifimdir ben, ipim sapım yoktur.”
Belki de kalıcı anıtlarının, yapıtlarının yanında, adını sürdürecek bir “fani”ye gerek duymamıştı?
“Yoo. Şimdi, keşke olsaydı, bana arkadaşlık ederdi diye düşünüyorum bazen. Ama yoo, etmezdi de; ben ters herifin biriyim.”
Zühtü Müridoğlu’nun ardında bir başka Müridoğlu kalmadı. Üstelik “Dansöz” de balmumunda yetim kaldı, tunca dökülemedi.
Ne bilsindi Zühtü Müridoğlu’nun bir Ağustos sıcağında her şeyi bırakıp gideceğini..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder